Mescid-i Aksa’nın hatiplerinden ve Raid Salah’ın dostlarından Kemal Hatip son yılları itibarıyla iki İstanbul sakini olan ve aynı saatlerde toprağa düşen Hasan Kılıç ile Yemenli ulema ve siyasetçilerden Abdulmecid Zindani ile ilgili X hesabından ortak bir taziyede bulunmuş. Benim de gönlüme ikisini birden anmak düşmüştü. İstanbul son dönemlerinde ümmetin toplanma ve buluşma merkezi ve alanı oldu. İstanbul adeta yeniden İslambol haline geldi. Daralan coğrafya biraz da alimler üzerinden buraya sıkıştı. Bu kadar yoğunluktan gerektiği kadar istifade edemiyorsak da onların İstanbul gibi bir sığınma mekanı bulmaları sevindirici. Ne de olsa onlarla aynı atmosferi soluyoruz. Onlarla bir olan ve oturan mahrum olmaz.
Mahmut Efendi’nin yerine istihlaf eden veya geçen Hasan Kılıç Efendi Mahmut Efendi’nin gıyabında cemaati toparlamaya çalıştı ama bazen akim tartışmalar bu amacının önüne geçti. Yaşı ve şartlar bu amaca erişmesine pek izin vermedi. İdari görev yerine daha ziyade manevi alanla meşgul oldu. Bildiğim kadarıyla ilmiyle amil birisiydi. İsmailağa camiasının bilindiği gibi Türkiye genelinde hatırı sayılır bir ağırlığı ve etki alanı var. Kılık kıyafetiyle öne çıksa da ilmi faaliyetleri onun gerisinde değil. Elbette cemaatin kültürel yönden de daha fazla itinaya ve kendini geliştirmesine ihtiyacı var. Bu haklarını yemek veya kusur aramak değil. Lakin menzil-i maksuda doğru seyri sülükten veya manevi yolculuktan geçerken dünyayı ve etvarını da kavramak zorundayız. Kimseye yabancılaşma lüksümüz yok. Kemal yolculuğunu birlikte yapmalıyız. Kemalatı hem kendimiz nem de çevremiz için edinmeliyiz. Kemale ererken ayine olmalı ve başkalarına da kemal yolunu göstermeliyiz. Bu da incelikleri bezenmekle ve kemalat kazanmakla olur. Kemalata ulaşmadan kalınan dun ve eksik mertebeler başkaları için fitne kapısı ya da en hafif tabiriyle perde makamına geçer. Nefis ruhi olgunluğu perdeler. Sufi zahire ve ilme önem verdiği kadar irfana da önem vermelidir. Onu olgun kılacak olan bu haslettir. Kılık kıyafet fazilet olduğu kadar bazen cemaat mensuplarıyla ağyar arasında perde de olabiliyor. İnsan bilmediğinin düşmanı imiş. Tanımadığında yakıştırıyor. Kılık kıyafet manevi terakkiye vabeste olduğu kadar cemaat dışındaki kimselerle sosyal kaynaşmaya engel ya da yabancılaşmaya da neden olabiliyor.
Bu açıdan kıyafetimiz kadar içiyle de ilgilenmeliyiz. Abartılı kıyafetlerden zinhar kaçınmalıyız. Maksadımıza hizmet eden gösterişsiz kıyafetleri benimsemeliyiz. Sözgelimi Arnavutluk ve benzeri yerlerde Bektaşi kıyafetleri oldukça şatafatlıdır ve sahibiyle diğer insanlar arasına perde koyuyor. Bazen de ürkütüyor! Şeyh Nazım Kıbrisi’nin bazı halifelerinin kıyafetleri de oldukça abartılı kaçmaktadır. İsmail Ağa cemaati için bunları söylemek yerinde değildir ve doğru olmaz. Eski ifadesiyle kıyas maalfarık. Burada güzel üslup ve yapıcı tarz da devreye girmelidir. Lakin müteşerri olma noktasında muayyen kıyafette ısrar etmek bazen kaynaşma havasını dağıtıyor. Gücenmelere vesile oluyor. Kıyafet konusunda tartışılması gereken husus şu olmalı: Kıyafet meselesi öncelik mi, yoksa zorunluluk mu? Elbette ulema arasında nas olarak cilbabın çarşaf olduğuna hükmedenler var. Bununla birlikte kalıp kadar meselenin veya nassın ruhu da önemlidir. Yoksa adamın birisi çıkar ve altın ve gümüş nevinden olmadığı için banknotlara zekat düşmeyeceğini söyleyebilir. Bu zekat kaçırmak değil midir? Selefilerden bir kısmı da cilbabı peçe olarak anlamakta. O zaman çarşaf da kifayet etmez! Bununla birlikte ulema genel olarak yüz ile ellerin dışındaki kalan kadın yüzeyinin avret olduğuna hükmetmiştir. Bunun dışına çıkmak zorlamak olur.
ilmi donanım alimliği beraberinde getirdiği gibi kültürel donanım da irfanın gelişmesine kapı aralayacaktır. Elbette genellikle arifler deyimi tasavvuf erbabı için anılır. Arif ince ayar bir anlayış sahibidir. Erzurumlu İbrâhim Hakkı’nın meşhur “Tefvîznâme”si bize arifin ince ayar bir kimse olduğunu haber verir. Hakk şerleri hayr eyler. Zannetme ki gayr eyler. Ârif ânı seyr eyler. Mevlâ görelim n’eyler. N’eylerse güzel eyler. Tasavvuf hayata hikmet penceresinden bakabilmek ve bütün renkleri kavrayabilmektir.
Bu aynı zamanda geniş ilgi alanı demektir. Buna haiz olan kimseler de başkaları için yabancılaşma değil yakınlaşma aracı olurlar.
Mesela çağdaş bir arife misal vermek istesem o da isimdaşım olan (semiy) Nusret Özcan’dı. Sufi idi ama herkesle kaynaşabilen, dost canlısı birisiydi. Ülfete yani kaynaşmaya açık bir tabiatı vardı. Candan ve geniş yürekli idi. İçine kapanan veya munzevi sufi olabilir lakin bugün aksine herkesle köprü kurabilecek gönülsüz dervişlere ihtiyaç var. Derviş, Yunus gönüllü olsa gerek. Ne demiş: Döğene elsiz, Söğene dilsiz gerek. Derviş gönülsüz gerek.
Meramını şöyle tamamlıyor:
Ben gelmedim dava için,
Benim işim sevgi için
Dostun evi gönüllerdir,
Gönüller yapmaya geldim.
Sevgi birleştirir dava yani iddia düzeyi ikileştirir ve yabancılaştırır. Dava sahibi kusurlar üzerine odaklanır. Sevgi erbabı ise ortaklıklar üzerine yoğunlaşır. Bu suretle birbirimizin aynası oluruz. Gerçek tasavvufu yani irfanı unuttuk ve eskilerin tabiriyle kışra daldık. Elbette özünü özledik. Katılaşarak birbirimize yabancılaştık. Kimileri de fıtri tasavvufu felsefeyle yoğurdu. Bu suretle fildişi kulelerine çıktı. Bizi ayrıştıran değil de buluşturan zeminlere davet eden Yunus kıvamında bir anlayış lazım.
Bu vesile ile Hüsnü Kılıç’ın da babası olan Hasan Kılıç Efendiye rahmetler dilerim.
Mustafa Özcan