Avrupalıların Afrika ülkelerini sömürgeleştirmesi üzerine çalışırken, zihnimde ister istemez bir “sömürgeci tipolojisi” oluşmuştu. Bu insan tipi, keskin yüzlü, palası, gemisi ve bayrağıyla gemiden inerdi. Yerliyi “öteki”, “vahşi” ve “insan-altı” olarak kodlayan, bunu saklama ihtiyacı bile duymayan, kendince “dürüst” (!) bir figür. Onun gözünde sömürülen, insanla hayvan arasında bir ara formdu; “medeniyet taşıyıcısı” bir beyaz adam olarak, yerliler, kendisine bahşettiklerinden dolayı minnet duymalıydı. Bu kaba ve ilkel tahakkümde zincirler somuttu, verdiği acı elle tutulurdu.
Bugün ise modern -postmodern dünya, sömürüyü daha sofistike hale getirdi. Artık sömürgeci, şık giyimli, elinde iPad taşıyan bir “kalkınma uzmanı”dır. Yüzünden, samimiyet testinden geçirilmiş gibi yapay bir gülümseme eksik olmaz. Zorla almaz; “davet eder.” Ezmez; “güçlendirir.” Aşağılamaz; “kültürel değerlere saygı duyar.” Onun silahı mermiler değil; anlaşmalara gizlenmiş maddeler, “yardım” paketlerinin yan etkileri ve küresel finansın görünmez ipleridir.
Bu yeni sömürgecinin ruh halini, Fransız düşünür Jean Baudrillard’ın “simülakr” kavramı üzerinden okumak mümkündür. Gerçeklik, yerini temsile bırakmıştır. Sömürgeci artık gerçek yüzünü göstermez; onun yerine “dost”, “müttefik” ve “hayırsever” maskelerini takar. Bir Afrika ülkesinde konuşma yapan Macron, “Fransız Afrika’sı”ndan bahsetmez; bunun yerine “ortaklık”, “istikrar” ve “demokrasi” dilini kullanır. Sömürgeciliğin dili, arındırılmış, yumuşatılmış ve parlatılmış bir retoriğe dönüşmüştür. Ama özünde değişen bir şey yoktur: kaynakların kontrolü ve jeopolitik nüfuz aynı kalır, hatta daha da derinleşir. Donald Trump’ın “America First” sloganı ise bu durumun daha az örtülü halidir; güç, nezaket maskesi olmadan teşhir edilir. Ancak bu küstahlık bile “adil ticaret” gibi kavramlarla süslenir. Hedef, sömürülenin rızasını üretmektir.
Frantz Fanon’un Siyah Deri, Beyaz Maskeler’de sözünü ettiği aşağılık kompleksi ve içselleştirilmiş ırkçılık, bugün küresel ölçekte yayılmıştır. Modern sömürülen, zincirlerinden kurtulmuş görünse de, artık yeni zincirleri kendi rızasıyla boynuna geçirir. Neden? Çünkü artık “başka seçenek yok”tur. Küresel kapitalizm, tek gerçeklik olarak sunulmuştur. IMF’nin kemer sıkma politikaları, Dünya Bankası’nın projeleri, çok uluslu şirketlerin yatırımları… Tüm bunlar, “ilerlemenin” ve “refahın” tek yolu olarak pazarlanır. Halklar ise kendi geleceklerini belirleme iradelerini bu “evrensel” sisteme teslim eder. Bu, aslında gönüllü köleliktir.
Modern sömürülen, kendi mutluluğunu Batı’nın sunduğu tüketim nesnelerinde arar: en yeni iPhone, marka giysiler, fast-food zincirleri… Kendi kültürü egzotik bir turistik meta; kendi değerleri ise “çağdışı” bir nostalji olarak pazarlanır. Eski sömürgeci zorla Hristiyanlaştırırdı; modern sömürgeci bunun yerine “tüketici”leştirir. Artık ruh değil, arzular ele geçirilir. İstekler, ihtiyaçların yerini alır ve bu istekler sömürgecinin medya imparatorlukları tarafından sürekli yeniden üretilir.
Bu düzen, George Orwell’in 1984’ünden çok AldousHuxley’in Cesur Yeni Dünya’sına benzer. Orwell, bizi zorla itaat ettiren bir despotizmden bahsediyordu. Huxley ise daha ürpertici bir tablo çizmişti: insanların düşünmeden itaat ettiği bir dünya. Modern sömürge düzeni tam da budur. Acıyla değil hazla; yasaklarla değil sınırsız görünen seçeneklerle; zulümle değil “like”larla ve takipçilerle yönetilir.
Sonuçta modern sömürgecinin ruh hali, bir tiyatro oyunundaki başrol oyuncusunun tavrına benzer. Rolü “kurtarıcı”, “ortak” ve “dost” olmaktır. Oysa sahne arkasında çarklar hep aynı şekilde dönmeye devam eder. Sömürülen ise bu oyunun gönüllü seyircisi, hatta figüranıdır. Kendi yaşamı üzerindeki söz hakkını, bu gösteriye katılmakla kazandığını sanır. Oysa hem gösterinin nesnesi hem de tüketicisidir. Eskinin açık sömürüsü isyanı doğururdu. Modern sömürünün en büyük başarısı ise, sömürüldüğünü fark ettirmemesi, hatta bundan memnuniyet duyulmasını sağlamasıdır. Çünkü modern sömürgeciliğin en büyük zaferi, zincirleri görünmez kılmasıdır.
HOCAM,teşekkürler,var ol,nur ol