Bağ-ı dehrin hem hazânın hem bahârın görmüşüz
Nâbî
“Uzak nedir?” diye soruyorlar. Cevap veriyor şâir. “Kendinin bile ücrasında yaşayan” …
Bir özge bakış atsam kendinin bile ücrasında yaşayana, Kâhta’ya… “Bilinmez hangi uzaklara götürür” bizi.
Yediğin içtiğin senin olsun, bize gördüklerini anlat, dedi bilge. Seyyâh anlattı:
Kâhta’yı tanıdığımda doksanlı yılların mâsûmiyeti vardı, çöl akşamlarında güneşin tenine boyanan çehresinde. Bir manzûme gibi lirik, bir hikâye gibi sâf ve dokunaklı, küçük bir dere gibi dupduruydu.
Bahçelerinde kendine has evleri vardı; yazın kuytu gölgesinin, kışın sıcaklığının kalbine sığındığınız. Gün ışığı vurunca pencereleri elvan elvan olurdu. Her esintide sallanan bademin, incirin, narın âkisleri o pencereleri bir revzen-i menkûşa dönüştürürdü. Görsel bir şölendi Kâhta. Çatı altlarında sıra sıra ipe dizilmiş, altın sarısı, kıyılmış sarmalık tütünler kurutulurdu. Camlarından al al biberler, mor mor balcanlar sarkardı. Salça zamanı kızıla boyanırdı damlar. Sait Faik’in dediği gibi;
“Küçük şeyleri unutamayanlar, en geri hatıraları da unutamayanlardır.”
Yol üstünde ayağı toprağa değen gösterişsiz dükkânları vardı, geçerken içerisinde bir soluk aldığınız. Minik ahşap masalarında, rengârenk taburelerinde sadece erkeklerin oturabildiği, tütün sarıp tavşan kanı bir sohbetin dibine vurduğu, kaçak çay içtiği açık hava kahvehaneleri vardı. Akşamüstleri fırın önlerinde kuyruk oluşurdu; domatesin, patlıcanın, biberin şiirsel ahenginin lezzete dönüşmesinin ve incecik pidelerin pişmesinin beklendiği… Bol acılı çiğ köfte ziyâfetleri, türkülü sıra geceleriyle şenlenirdi akşamlar. Ve yaz geceleri, göğe uzanan damlarında samanyolu ziyâfetiyle uyunurdu.
“Bütün güneşleri pırıl pırıl orada gördüm.”
Bugün modernitenin derin örümcek ağını attığı, sarp uçurumuna çektiği, acı acı yüzünü öttürdüğü, nev-i şahsına münhasır çizgilerini yok ettiği bir yerdir burası. Belki de özünden, sözünden, dilinden kopan aklı bir karış havada şaşkının başlattığı kör dövüşüdür bu. Kılıç darbelerinin ilk kendini yıktığı… Bir beldenin daha nasıl iflâs düdüğü çaldığını duymadan… Nasıl bir yaprak dökülmesi başladığını bilmeden… Ve kapitalizm devinin olanca iştâhıyla nasıl bir rüzgâr estirdiğini görmeden yapılan bir kör dövüşü.
Sadece kuşların uçabileceği bir lokma göğü, sekiz on katlı betonların bunalttığını gördüm burada. Yüksek yüksek apartmanların altında Avrupaî butiklerin açıldığını, mayo stili iç giyimin vitrinleri süslediğini gördüm.
Ve yine gördüm ki “Lily Showroom”, Carmen Halı, Weltew Mobilya, Güzeller Ev Consept ve Arden Home” gibi modern mefruşat mağazaları yerel döşemeye baş kaldırmış. El emeği göz nuru, bin bir nakışlı, kök boyalı o halılar; ot yastıklar, o iri iri yün minderler, motifleri kırk dil okuyan rengârenk kilimler linç edilmiş.
Her biri adeta Frengistan’da açılmışçasına, onun o sâfderûn sîmâsına göz dikmişçesine giyim, güzellik, kozmetik, bijuteri, çanta ve ayakkabı mağazalarının isimleri zehirli sarmaşık olup dört bir kolunu sarmış Kâhta’nın:
“Levina, By Dilvıns (giyim), Dejavu (özel bakım dünyası), Arya (kozmetik), Zaral (giyim), Lavin Estetik, Ada Kids (çocuk giyimi), Begonvil Garden Cafe (bahçe kafe), Yafi Fashion Club (giyim) ve Nirvana Takı Shop Kozmetik…”
Kâhta düşmüştür!
Modern dünya farklı kültürlere tahammül edemiyor. Dolaylı baskı yolları yaratıyor. Bilinçaltına giden dayatmalar… Önce kişinin kendini küçük görmesi sağlanıyor sonra alttan alttan veriyor mesajını. Sloganların köleliği böyle başlıyor. Evet, burası da büyük kentler gibi reklamlar, sloganlar, billboardlarla uyuşturulmuş.
Kuaförlerin kapısından çıkan Amerikan traşlı erkekler, camlarına yapıştırılan ve burası için oldukça uçta olan saç ve sakal modellerinin uygulamaya dönüştüğünün göstergesi değil midir?
Ecnebî isimli kahvaltı salonları, lüks kafeler, “espresso coffee, macha, latte ve americano” isimli reklamlar eşliğinde kahve, çikolata ve şekerleme evleri… Ve işte modanın tahtını kuran “fassion clup”lar…
Kâhta özgürlüğünü yitirmiştir!
Değil midir ki bu kadîm çınarın kökleri, yüzyıllarca geleneğin kapısına yüz sürmüş. Bu çınarın kolları dal budak salıp ortak bir rûh, bir kültür, sağlam bir bağ te’sîs etmiş. Birlikte gülüp birlikte ağlamış, birlikte eğlenip oynamışlar.
Kâhta kendine yabancılaşmıştır!
“Wazze, Maxı Center, Papyon Bay Center, Kot Center, Safir Store, Spormax Kâhta ve Blue Zade (giyim); Milenyum Elektronik (elektronik eşya), Elit Spor Center (spor merkezi), Newnira (güzellik salonu), Lorıs Parfüm (kozmetik), Luckyday Turizm (tur firması), Format Spor Center (spor salonu) …”
Kâhta irâdesini yitirmiştir.
Modern binaların arasına sıkışmış, buranın simgesi küçücük tütün dükkânları, ağa takılmış balık misâli can havliyle çırpınmakta. Düz satıhlı binalara yerleştirilmiş dev reklamların önünden elinde sarı renkli, sıkma kehribar tespihi; takkesi ve bol şalvarıyla geçen Abuzer amca, bu kültür şokunun en elle tutulur göstergesi değil midir?
Evlerde şık tasarımlı masa ve iskemlelere rağmen yemeklerin hâlâ yer sofrasında yeniyor olması bu iki arada bir derede kalmışlığın ifadesi değil midir? Öte yandan işletmelerde günbegün pizza, fasfood’un tercih edilir olması lahmacun, çiğ köfte, kebap kültürüne galip gelmenin cengini vermek değil midir?
Trend Pizza Kâhta, Dewran Doner Fastfood, Kâhta Pizza Zen…
Zihinsel ve kültürel dönüşüm bir yana bu isimler ne mânâya geliyordu? Âh! Anglo-Sakson kültürünün üzerine çamur sıçrattığı berrak Türkçem! Nicedir hâlin böyle? Kimi dükkân isimleri yarı Türkçe yarı İngilizce…
Yılmaz Grass, Cep Life, Gökhan Auto, Market Umut Center, Bir Bey Store …
Kâhta’da sûistimâl kapıları ardına kadar açılmıştır.
Derd-i maîşetle işe koyulmuş, en az yedi sekiz nüfusun yolunu gözlediği, sabrı kuşanmış sokak satıcılarının; yüzüne tebessüm ve samimiyeti konduruvermiş mahalle bakkallarının yerini, kapitalist patronlar almıştır. Bu bir avuç yer bile “Şok, Hakmar, Bim, A1001 ve Migros” rıhtımına dönüşmüş; sadece “Bim” dördüncü şubesini açmıştır.
Evet, “alışveriş keyfi” sloganıyla Onakro’lar kapitalizmin bayrağını yükseltiyor Kâhta’da. Çok sayıda firmanın şubesi boy gösteriyor, markalar birbiriyle yarışıyor. Adım başı “geniş ağlı” iletişim bayii düşüyor yolunuza.
Tüketim ekonomisi kendi üstünlüğünü îlân etmiştir.
Halkı, akıl ötesi bir harcama güdüsüne itmek için kolları sıvayan ilk alışveriş merkezi dev Kâhta Port AVM’nin inşâ’ı hızla sürüyor.
Kâhta, Batı kentlerinin tipik bir simülasyonu olma yolunda ilerliyor.
Ehl-i Keyf Kafe, Elit Kafe, Kafe Hasbi Halca, Cafe Yakamoz ve Cafe-in… “Double çilekli magnolia tatlıları” reklamı ile Keyf-i Muhabbet Cafe… Yine “sıcacık nezih bir ortam” sloganlı Cafe Masal gibi durmaksızın açılan bu tarz işletmeler, yöre gençlerini ehlikeyif olmaya, tembelliğe, tüketim ekonomisinin bir parçası olmaya teşvik ediyor. Konformizm, toprak ağaları ve marabaların destan yazdığı Kâhta’da üretime göz dikmiştir.
Süryanice Gakhti’den geliyor Kâhta. Yalçın kayalıkların çevrelediği Eski Kâhta, tanrıların yurdu, iki bin yıllık Nemrut Dağı’nın eteklerinde kurulduğu için Pers dilinde “Dağın Eteği” mânâsına geliyor.
Hititler, Asurlular, Persler, Doğu Roma İmparatorluğu, Kommagene Krallığı, Emeviler, Bizanslılar, Sasaniler, Selçuklular ve Osmanlı İmparatorluğu gibi birçok medeniyete ev sahipliği yapmış olan Antik Kâhta…
Bilinen en eski köprü Cendere Köprüsü, Kâhta Çayı’nın tepesinde sarp kayalıkların görkemini yansıtan ve yukarı Arsemia’ya tepeden bakan Kâhta Kalesi… Dünyanın sekizinci harikasına aday gösterilen, en büyük Zeus heykelinin ve bütün tanrıların göksel tahtlarının yer aldığı Nemrut Dağı öreni… Tüm bunları göğsünde sindiren Kâhta’nın kültürel zenginliğini imleyen işletme isimleri de yok değil:
“Öz Karakuş Pastanesi, Zeus Resturant, Hotel Nemrut, Otel Komagene, Taşsaray Hotel, kenarda köşede bir Zaza Auto ve Kirvem Fırın…”
Aralarda sıkışan Beyzade Kuruyemiş, Emin Bey, Şehzade Künefe, Paşa’nın Yeri, Karanfil Döşeme, Samyeli Çiçekçilik, Cemo Giyim, Çağrı Kuyumculuk, Nurcihan Eşarp, Hazal Giyim, Bardakçı Otel ve Acar Market gibi işletmeler ise akıntının tersine kürek çekip Türk dilini yaşatmak için direniyor.
Seyyâh anlatmayı sürdürdü:
Gün Kâhta’da hâlâ horoz ve kuş ötüşleriyle başlıyor. İç taraflara doğru gidildikçe hâlâ avlu duvarlarından sarkan nar çiçekleri, yerlere dökülen dut şenliği, sokaklarında akasya saflığı, bahçelerin incir ve asma neşvesi dolduruyor içinizi. Tıpkı eski ile yeninin çatışması gibi yer yer depremin hazîn yüzü.
Mahallelerinde biber- patlıcanın közlendiği, tepsi tepsi yemeklerin piştiği fırın kültürünün hâlâ var olduğu görülüyor. Ara sokaklarında devasa marketlere rağmen artık hem manav, hem eczane hem de bankamatik gibi işleyen, iki lafın belini kırdığınız o samimi bakkal kültürünün hâlâ devam ettiği…
Kadınlar ise hâlâ acı yeşili, turuncunun tüm tonlarını, en alıcı moru, mercan kırmızısını, göz alıcı sarıyı ve nar çiçeği rengini tercih ediyor giyiminde.
“Burda her şey bir insanı sevmekle bitiyor.” diyor Sait Faik “Alemdağ…” hikâyesinde. Fakat burada her şey bir insanı sevmekle bitmiyor, bir insanı sevmekle başlıyor. Evet burası hâlâ “Gel hele çay hazır.” sesinin çokça işitildiği yer. Burası hâlâ “Başım gözüm üstüne” diyen adam ve kadınların diyârı…
Seyyâh şöyle dedi:
“Mestâne nukûş-ı suver-i âleme baktık
Her birini bir özge temaşa ile geçtik”
Leyla Yıldız
Küresel sermaye her şeyi kendi rengine bürüyor. Anadolu’nun en kadim değerlerini kendinde barındıran Kâhta bile bundan nasibini almış durumda. Yazar kendine has üslubuyla meseleyi güzel analiz etmiş.
Çok güzel ifade etmişsiniz. Evet kadim değerlerine çok bağlı bir beldenin hızla kendine yabancılaşması hem üzücü hem de endişe verici.
Yazının sonunda Kâhta’nın Kâhta’dan daha büyük olan Köyüne bağlayacağınızı zannederek okudum. Oraya bağlanmasa da güzel ifadeler.