Demek ki dosttan da yetim kalınırmış… 60 yıla yaklaşan bir dostluğu anlatmak, benim yaşımda oldukça zor. Hafıza rekâket ile mâlûl. Bir metin inşa etmek için de zihin gayreti yetersiz. Dostundan yetim kalan gönül ise fevkalade melil. Bu dostluğa tarih düşme gayreti ile hafıza zembereğimi alelacele kurdum. Hafızamın kuytularına ne kadar ulaşabilirim bilmiyorum. Belki sistematik bir yazı olmayacak. Mezkûr zemberek ön şuura ne gönderirse bahtıma deyip yarım asrı aşan bir yolu kat etmeye çalışacağım.
Mehmet Doğan adını ilk defa Hareket Dergisinin muhtemelen 60’lı yılların sonundaki sayılarından birine gönderdiği bir şiirinde görmüştüm. ”Olumsuz” adlı bir şiirdi bu. Sonrasında gönderdiği her şiir dergide yer aldığına göre şairlik vasfı kayda değer bir seviyeyi işaret ediyordu diye düşünüyorum. Şiirle başlayan tecrübe yazı alanlarında karar kıldı. Mehmet’in ilk nesri bir dizi inceleme idi. Türkiye’de Toprak Meselesi-I Toprak Reformu ve Aydının Yabancılaşması… Bu dizi “Cumhuriyet’ten Sonra Toprak Meselesi – I Devrim Dönemi – 1923 – 1934” ile devam etti. Arada Halil Kaleli müstearı da yazıları ile dergiye omuz veriyordu. Bu yılların Hareket sayılarında Ankara’dan; Niyazi Adalı, Ali Birinci isimleri de yer alıyordu. Mehmet, Siyasal Bilgiler Fakültesi bünyesinde kurulan Basın Yayın Yüksek Okulunda, Ali Birinci ve Niyazi Adalı ise SBF’de okuyorlardı. Niyazi Adalı, Osman Yüksel Serdengeçti sigasında, modern Ankara’yı eleştiren lirik yazılar yazıyordu. Bir gün Ali Birinci Dergi çevresi ve hususen Nurettin Topçu Hoca ile tanışmak için İstanbul’a Divan Yolu Ersoy Han’da mukim dergi idarehanesine geldi. Hoca ile konuşurken dergi yazarı arkadaşları Mehmet Doğan ve Niyazi Adalı da sohbet konusu oldu.
Hoca, Mehmet’in adının önündeki “D” harfine öyle bir vurgu yaptı ki hepimizi güldürdü. İçindeki şairlik cevheriyle yazılarının hemen hepsi deneme türüne müsemma yazılar olarak vücut buldu. Tahlil, tasvir, tenkit, kronik ve fikir ihtiva eden, bir üslup mükemmeliyeti ile edebilik vasfında temayüz eden yazarlık tecrübesi. Çabuk, kolay, muhtevalı yazma melekesine daha yazarlığının ilk yıllarında ulaştı. Her kelam ve vaka onda bir fikir zembereğine dönüşür, ruhunu tutuşturur ve bir yeni esere inkîlab eder. Mehmet, adeta münşi doğmuş. Derin vukufiyet kesbettiği Türkçenin mantığı, düşünme tarzı ile nesrini, erken vazgeçtiği şiirle de tahkim ederek, özentisiz ve zorlamasız, tabii ve estetik bir üslupla taçlandırmıştı. Yazarlığı, günlük hayatının bir rüknü olarak süreklilik ve disiplin ile bir tabiat halinde yaşadı. Yazarlığın en zor tarafı olan, samimiyet, onun yazarlığının en belirgin şiarı oldu. Yazılarında “asla kelime fikrin önüne” geçmedi. İhtirasının mesnedi, istikameti onda yaratıcılık, cehd ve vicdan meşguliyeti halinde tebarüz etti. Entelektüel hüviyet, vicdan hassasiyeti ve ruhi derinlik, şahsiyetini temellendirdi. Dilimizin altın kitabına, o kitabı zenginleştiren sayfalar kattı… Dilimizin meselelerini âlimane bir nüfuz ile ele aldı. Dilimize karşı ideolojik, tasfiyeci anlayışı mahkûm eden “Yüzyılın Soykırımı” gibi eserler yazdı. Buna mümasil diğer eserleri: Dil Kültür Yabancılaşma, Bir Lügat Bulamadım, Devlet Sözlük Yazar mı, Kelimelerin Seyir Defteri… Hazırladığı Büyük Türkçe Sözlük en çok baskı yapan ve en kullanılışlı sözlüklerden biri olma özelliği yanında fevkalade ihatalı bir eser. Bu eseri üzerinde ilk baskısından itibaren, hemen her gün aralıksız (kendi ifadesine göre günde en az iki saat) bir çalışma maratonu ile hayatının anlamı olan faaliyetini sürdürdü. Sözlük çalışmasının öncesinde Dergâh Yayınları Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisinin, daha sonra da Aile Ansiklopedisinin Yürütücüsü ve yayın yönetmeni oldu. * Heccâvâne bir mizaca sahipti… Hiciv ve mizah en sevdiği zekâ oyunuydu. Ama bu hali, bütün diğer heccavlar gibi onun da çevresinin, haklı-haksız kesif bir düşmanlık bulutları ile sarılmasına sebep oldu. Yine de diyebilirim ki hicvinin ve mizahının mazmunu tamamına yakın bir oranda hamakat, sadakatsizlik, kopukluk ve hainlik idi… Müstahkem fikir kalemizin usta mimarlarından biri oldu… Bu granitten kalenin yiğit muhafızı olarak kalemini kılıç gibi kullandı. Zaman-zaman da hicvin ateşten kırbacına sarıldı. Bu heccavın vicdan fırtınaları onu tehlikeli sularda dolaştırdı. Fenalığı ve menfi her türlü hali tezyif ile iyiye, doğruya istikametin risklerini delikanlı bir eda ile göğüsledi… Mizahında ise fikir ve düşünce derinliği ile mesuliyet hissinin muzip, ama engin bir dalgalanışı vardır. Tarih ve dil şuuru onun sarsılmaz imanının mütemmim rükünleri gibidir. Bu mizah ise onun kaleminde kendi iç dünyasından başlayarak çevresini aydınlatan, geleceğe ışık tutan bir meşaledir. Halil Kaleli de bu meşale tutucunun sembol ismidir. Bütün bunlara ilaveten, mizahı diyebilirim ki şaka iptilası gibiydi. Ikınıp-sıkılmadan tabii bir seyir halinde, iddiasız zuhur eden bir haldi. * Hemen ülkemizin her yerinden aldığı davetlerle sohbet toplantıları, seminerler ve verdiği konferanslarla kültür misyonunu sürdürdü. Ülkemizde ilk defa TYB bünyesinde oluşturduğu yazar okulu marifetiyle yazarlık vasfının ne olduğunu geniş kitlelerin anlamasını sağladı. Kültür projelerindeki yaratıcılığı, projelerine süreklilik kazandırma gayreti, işlerindeki takipçiliği, en belirgin vasfı idi. Radyo-Televizyon programcılığı; metin yazarlığı, senaristlik, danışmanlık olarak göz doldurmuştu. Dokuz yıl süren RTÜK üyeliği, Gazete yazıları (Fıkra), bütün bu aşkın cehd ve gayretler ona hak edilmiş marufiyetin altın kapılarını açtı. * Kalecik… Bir küçük şehir… “ Eğin dedikleri bir küçük şehir” o canım Eğin türkülerinden biri böyle başlıyor. Anadolu’da bu kabil şehir kavramına bihakkın sahip olan küçük şehirler arasında Kalecik adı pek geçmez. Ancak Ankara’nın; bütün ilçeleri arasında, tarihilik ve şehirlik vasfını haiz küçük şehirlerden biri de Kalecik’tir diye düşünüyorum… İtalo Calvino’nun “Görünmez Kentler” adlı kitabını okurken, artık görünmez olan bu şehirleri düşünmüştüm. Şimdilerde bu yerlerin sakinleri yaşadıkları ya da doğup büyüdükleri bu zeminleri “ilçe” ya da “kasaba olarak tavsif ediyorlar. Kimse bu yerlere şehir vasfını yakıştıramıyor. Eksik bir asabiyet hali ve garip bir kompleks ile sosyolojik ve coğrafi olarak şehir kavramını anlayamıyorlar. Kalecik’in yakınındaki Kırıkkale, birdenbire suni olarak büyüdü, kalabalıklaştı il oldu ama hakiki manasıyla şehir olamadı. Kırıkkale yanı başında büyüyüp kalabalıklaşırken, Kalecik görünmez oldu. Öyle ya “Görünmez kentler sonsuzlukta, çoğullukta ve tarihsiz bir zamanda yaşanan, bir kimlik krizidir.” Mehmet Doğan Ankara’nın Erzurum Mahallesinde mi doğdu yoksa Kalecik’te mi doğup büyüdü, bunu hiç merak edip kendisine sormadım… Ama bu iki şehri birlikte temessül ve idrak edip ruhunu ve maddesini böylece inşa etti diye düşünüyorum. Ankaralılık asabiyeti; Doğan’ın toprak ve medeniyet tasavvurları üzerinden ruh ve vicdan imbiğinde şekillenmiş, aidiyet tezahürüdür. “Ömrüm Ankara”; Mehmet’in insan ömrünü, tarihilik ve ebedilik ekseninde manevi bir zaman kalıbına döken bir temessül kabiliyetinin destanıdır. Biz muhafazakâr nesiller Mehmet Doğan’ı tanımasaydık, modernitenin biçimlediği Ankara’ya bakarak, yanlış bir Ankara imajı ile kala kalırdık. O, Ogüst Mabedi ile Kocatepe Camii arasındaki boşluğu ruhu ile doldurdu. Biz yakın dostları ile başlattığı Ankara tetebbuatı giderek umumun üzerinde bir mektep alâkasına dönüştü. Ankara’nın hâlâ en canlı çarşılarından olan Saman Pazarı’nda aileye ait dükkânda babası terzilik ediyormuş. Bir gün baba mesleği terzilikle ilgisini sordum: “Rahatlıkla pantolon dikebilirim” dedi. Bu da babasından tevarüs ettiği zenaat hüneri. Hususiyetle Yazarlar Birliği çevresindeki hemen herkes Mehmet Doğan’ın sofrasında ikram görmüştür. Bu ikram; Ankara’daki evinden başlayarak, Kalecik davetlerine, cuma sofralarına, seyahatlerde, yol güzergâhlarındaki mola duraklarına kadar çok büyük bir sofrayı şamildi. Muhakkak ki ailesinden taşıdığı bu mükrim vasfı, cömertliği, umumen fedakârlığı ve digergamlığı onun şahsiyetinin aynası olmuştur. Mehmet’in kerim vasfı da şahsiyetinin ışığı halinde tebarüz eden bu vasıflarını, hazmedilmiş bir hayat tarzı halinde yaşamasından kaynaklanmaktaydı. * Yol ahvali bir mizacın en müsait tahlil vasatıdır. İnsan en kesif şekilde bu vasatta kendini ele verir. Mehmet Doğan’ı, menfaat ve paylaşma ilişkilerinde, cömertlik imtihanında, dostuna sadakatte ve uzun yıllara dayanan, çeşitli zaman ve zeminlere yayılan seyahat hallerinde derinliğine tanıma imkânı buldum. Otuzu aşan seyahat beraberliğinden, karakterine ayna tutacak bir-iki hatıraya bu yazında yer vererek, onun duruş ve karakter hususiyetinin altını şöyle-böyle çizmeye gayret edeceğim. Neredeyse bütün bir Türklük coğrafyasını birlikte gezdik, tanıdık ve temessül ettik. Bu yol tecrübeleri bizim dostluğumuzu derinleştirdi. Sarsılmaz bir yoldaşlık hukuku ile ruhlarımızı teçhiz etti. 1992’de ilk Türkçenin Uluslararası Şiir Şöleni Bursa ve Konya’da yapıldı. Şölenin ardından; Şölen Daimî Komitesi olarak Türkçenin Uluslararası Şiir Şöleni için görüşmeler yapmak protokoller imzalamak niyetiyle Azerbaycan ve Orta Asya ülkelerini ziyaret amacıyla bir ay sürecek seyahat için yollara düştük. “Hangi niyet ve istikamette yapılırsa yapılsın her seyahat, insanın kendi alışılmış vasatının dışına taşma ve farklı olanı algılama cehdi ile âdeta öteleri yoklama idmanıdır. Orta Asya’ya yapılan bir seyahat, Anadolu Coğrafyasını vatanlaştıran Türkler için bir bakıma kendi iç derinliklerinin keşfi mânâsını taşır. Muhakkak ki seyahatimizin feyzi de bu mânâdaydı. Güneşin ilk ışıklarının belirdiği o kadim istikamette, hep o istikamette, yani insanlık mâcerâsının, kültür ve medeniyetlerin tulû’ ettiği o kutlu istikamette giderek, ( Mehmet Doğan’ın hususen bu ilk seyahatimiz için sloganlaştırdığı ) ‘sınırlarımızın dışına ama özümüzün içene doğru’ yöneldik…
Orta Anadolu bozkırının baharla vedalaştığı o sarışın günlerde, baharını yaz aylarında idrak eden Doğu Anadolu’nun yüksek platolarına doğru, heyecandan kanatlarla uçuverdik. Heyecanlı idik, evvela bazılarımız ilk defa yurt dışına çıkıyordu. Saniyen hayal evimize taht kurmuş Orta Asya efsanelerinin içine doğru seyrediyorduk. Elbette ki heyecandan daha gerçek bir güç; anadilimizin zamana, coğrafyaya, aymazlık ve ihanetlere meydan okuyan kuvvetli kartal kanatları ile bizi uçuran sevk-i tabiimiz, tecessüsümüz bu seyahatimize yön veriyordu. Nahcivan’da başlayıp, Azerbaycan, Özbekistan, Kazakistan ve Kırgızistan’ı kapsayan bu İlk Orta Asya seyahatimizde, zamanımız yetmediği için Türkmenistan’ı bir başka sefere bırakmıştık.” 1993’de ikincisini Kazakistan’ın o zamanki bas kalası Almatı’da idrak ettiğimiz, Türkçenin Uluslararası Şiir Şöleni’nin üçüncüsünü, Özbekistan’da (Taşkent’te) yapmayı planlamıştık. Ancak Özbek tarafı bazı iç sebepler dolayısıyla şöleni başka bir zamana diyerek erteledi. Ve 1994’te şölen yapılamadı. Kazakistan’da icra ettiğimiz Türkçenin Uluslararası 2. Şiir Şöleni; Kazakistan Yazıcılar Odağı Töre Ağası merhum Kalderbek Naymanbayev’in dirayeti, sahiplenmesi, ev sahipliği haysiyeti ve ciddiyeti, Şölenlerin 30. yılında on beşincisini idrak ettiğimiz diğer şölenler içinde en mutantan olanıydı. Kazakistan şöleni öncesi Özbekistan Yazucular Uyuşması Başkanı Cemal Kemal tarafından TYB yönetimi olarak Taşkent’e davet edildik. Taşkent’e vardığımızda apar-topar; Semerkand Üniversitesi rektörünün beklediği şeklinde bir gerekçe ile bizi bu şehirden uzaklaştırma telaşı gösterildi. Uygunsuz bir araç ile yollara düştük, şehir-şehir dolaştırıldık. Manâsız ve mübalağalı bir misafirperverlikle fevkalâde yorulduk. Bu cümleden olarak Nevai namında müreffeh bir şehire götürüldük. Nevai, karma bir nüfusa sahipti: Özbekler, Kazaklar ve Ruslar ağırlık olarak ve diğer eski Sovyet hinterlandından halklar ile karışık bir demografi oluşturuyordu. Şehrin kuruluşunun 40. Yılı kutlanıyormuş… Burada Mehmet Doğan’a şeref konuğu muamelesi ile şehrin ileri gelenleri yanında sahnede yer verildi. Bu itibarla ona da konuşma fırsatı tanındı. O, bilinen zekâ cevvaliyeti ile: “Şimdiye kadar gittiğim bütün şehirler benden yaşlı idi. İlk defa benden genç bir şehirde bulunuyorum” diyerek konuşmasına başladı. Şehir üzerine şaşılacak bir malumat ve vukufiyetle tesirli bir konuşma yaptı. Salonda bulunanlar tarafından uzun-uzun alkışlandı. Bulunduğumuz ülke ve coğrafyalar hakkındaki geniş tetebbuu ve içselleştirdiği malumatı, o vasatları temessül kabiliyeti, kültür coğrafyamızı kucaklama iradesinin yansımasıydı elbette ki. İki araçla seyahat ediyorduk. Çileli dönüş yolunda birbirimizi kaybettik. Meğer şoför bizi Türkiye’ye uçuş saatimize kadar oyalama talimatı almış. Bunu bir şekilde öğrenip bizi acilen Taşkent’e götürmesi için baskı yaptık. Saat üç sularında, gecenin ıssızlığı içinde Yazıcılar uyuşması önüne bırakıldık. Sabah, Cemal Kemal geldi alışılmış dostça edası değişmiş, soğuk ve sevimsiz bir tavır edinmişti. Bir saat kadar sonra ikinci araçla Mehmet de geldi. Cemal Kemal’in değişen, menfi tavrını anlattım. Mehmet kararlı bir şekilde, toplanın gidiyoruz dedi. Cemal Kemal’in odasına girdi ve misafirlik üç gündür, biz kendi yolumuza gidiyoruz dedi ve yürüdü. Cemal Kemal beklemediği bu kati tavır karşısında şaşkın bir halde arkasından giderek onu yatıştırma gayreti gösterdi. Ayrıldık. * Şehriyar Kongresi için Mehmet Doğan ve Lütfi Şehsuvaroğlu ile İran’a gidiyoruz. Kongre Tahran’da başta devrin Cumhurbaşkanı Hatemi ve üst düzey devlet ricalinin katılımı ile başladı ve Şairin memleketi ve mezarının olduğu Tebriz’de devam etti. Kongrede Azerbaycan Kültür Bakanı Polat Bülbülov’un “bizim dilimiz Türkçe değil Azericedir” şeklindeki cahilane iddiasına karşı zehir zemberek bir cevapla salondaki dinleyicilerin tamamının takdirini kazandı. Azerbaycan heyetindeki kırka yakın yazar ve akademisyenin teker-teker gelip konuşmasından ötürü Mehmet’i tebrik gayretleri hoş bir şeydi. Mezkûr konuşmasında dedi ki: “Ben lisede genç bir talebe iken Şehriyar’ın Haydar Baba’ya Selam şiirini okumak bahtına eriştim. Okudum tesirinde kaldım ama ben Türkçeden başka dil bilmiyordum o zaman. Okudum anladım, hatta yer-yer ezberledim. Şimdi de Türkçeden başka dil bilmiyorum ancak sayın bakanı da eksiksiz anladım. Bu salonda beni anlamayan var mı?” Bu soru, salonda koro halinde karşılığını buldu. Mehmet’le salon arasında müthiş bir muhavere köprüsü kuruldu. Mehmet soruyor, salon cevaplıyor. Muhavere emsaline az rastlanabilecek, salonu sahneye dâhil eden irticali bir tiyatroya dönüşüverdi. Ayakta alkışlayanlar oldu. Programın sonunda Mehmet’in etrafı, tebrikât için takdir ve sevgi kozası gibi örüldü. İstanbul ağzı ile konuşan bir gurup genç ise fevkalâde alâka ve heyecan ile onu kucaklıyorlardı. Her halde Türkiye’den öğrenciler diye düşünürken Mehmet’le mektuplaşan, kitap ve sözlük talepleri karşılanan İranlı üniversite öğrencileri olduğunu öğreniyoruz. Türkçe sözlüğü etrafında; sınırlarımız dışında şekillenen, farklı iklim ve coğrafyaya muhteva katan bir soluk. Türkçe kitap desteği üzerinden bir kültür köprüsü… Gençler akşam bizi evlerine davet ediyorlar. Mütevazı şartlarında yemek pişiriyorlar sevgi ile ağırlamaya çalışıyorlar. Sohbet hep Türkçe ekseninde seyrediyor. Türk Edebiyatı üzerine sorular soruluyor. Lütfi Şahsuvaroğlu kulağıma “ya bu bizden daha bir Türkçü imiş” diye fısıldıyor. Ertesi gün hariçten gelen bizim gibi misafirler için verilen, Cumhurbaşkanı Hatemi’nin resepsiyonuna katılıyoruz. Resepsiyonun sonuna doğru 1994’deki İran ziyaretimizde tanıştığımız Tebriz Eyalet Valisinin delaletiyle; hazırladığım altın, Şehriyar rölyefini Hatemi’ye hediye ediyoruz. Tebriz’e geçiyoruz. Kongrenin Tebriz ayağında klasik tarzda şiir sunumları karşısında gençlerin tezahüratı: aruz vukufiyetlerinin intibaına delil idi. Nesiller arasında bir dil ve kültür kopukluğu olmadığının deliliydi de aynı zamanda. Bu bizim ülkemizde kaybolmuş bir kültür müktesebatı idi. Yoğun bir anma programı uygulandı. Şehriyar’ın gümüş rölyeflerini Şehriyar Müzesine ve Tebriz Eyalet Valisi’ne hediye ediyoruz. Vali sunum esnasında, salondaki hazirûna bu “rölyefin kızılını (altın olanını) da Cenap Reis-i Cumhura hediye ettiler” diyerek heyetimizi takdim ediyor. Mehmet buradaki konuşmasında da veciz bir Şehriyar portresi çiziyor. 28 Şubat mağduru, İran’ın eski İstanbul Başkonsolosu Raşit Bey bizi Erdebil’e götürüyor. Burada Timur tarafından yaptırılmış, her cephesi Allah lafızları ile tezyin edilmiş Şeyh Safiyüddin Hazretlerinin türbesini ziyaret ediyoruz. Türbede Şah İsmail ile Safevî ailesi mensuplarının mezarı da var. Türbe aynı zamanda bir müze… Müze müdiresi hanım bizi gezdiriyor. Duvarda Şah İsmail’in portresini görünce Mehmet’in kulağına “bak Yavuz Sultan Selim’in portresine ne kadar benziyor” diye fısıldıyorum. O da Müze müdiresine muzip bir eda ile dönüp, “Yavuz Sultan Selim’in portresini asmışsınız” deyince, kadın “kim Selim mi! O çirkin, şişman, topal bir adam idi. İsmail ise devrinin bütün kadınlarından daha güzeldi” diye tepki gösteriyor. Erdebil seyahatimiz boyunca Raşit Bey bize İran hamaseti üzerinden diskur geçiyor. Tebriz’de Raşit’in ofisine varıyoruz. Mehmet bir ara adamın masasına “Türkiye-Türkistan Gergefinde İran” kitabını adeta fırlatırcasına atıyor ve “al Raşit okursun” diyor. Çarpıcı bir asabiyet vurgusu ile adamın İran diskurlarına eseri üzerinden cevap veriyor. * Yarım asra aşan bir kalem emeğinin sa’yini tebcil için tertip edilen toplantılar, hazırlanan kitaplar… Hepsi hak edilmiş bir mazhariyetin kadirbilirlikle tescili hükmündedir. Evet kalem… Adına sure indirilen bir alet… Kalem suresinin birinci ayetinde: Bismillah: “Nun vel kalem ve ma yestirun” And olsun (NUN) keleme ve yazdıklarına. Rabbimizin yemini ile kutsiyet kazanan bu alet, maneviyata açılan her kapının anahtarı… Mehmet Doğan’ın elinde kalem, yolumuza döşenen mayınlar üzerinde sekerek, zihinlere vurulan prangaları çözen, ufkumuza kapatılan demir kapıları deviren bir gürz gibiydi. Kültürümüzün ve fikriyatının yüksek irtifalarından seslenen bir Hüma idi o. O bu yükseklerin avazesi ile Merhum Nurettin Topçu Hocamızın ve Mehmet Akif Merhumun hayrülhalef takipçisi oldu. Bu takip esasen mizacında taşıdığı lirizmini pekiştirdi. Ve bu lirizm; asil bir ruh, kuvvetli bir iman ve sezgiyle beslenen bir vicdanın da zemini oldu. Vicdan örsünde dövüp, çelikleştirdiği yazılarında içimize işleyen eğilip-bükülmez bir duruşla, yüreklere samimiyet ve vicdan aşıları yaptı. Bütün kalem faaliyetleri, ruhunun soluğu ile canlanan bir kalp ateşinde tava geldi Ama derinliğine baktığınızda hissedersiniz ki dil vukufiyetiyle temessül ettiği müzikal ahengin şaşırtıcı inceliğini, şahsiyetinin belirleyici vasfı haline getirmiş. Muhakkak ki yazarlığını şairlik kıvamına ulaştıran, görüşlerindeki bu samimiyet ve derinlikti. Onun bu vasfı kültür coğrafyamızın tamamına şamil oldu. Sınırlarımız dışında gittiğimiz her şehre o önceden nüfuz ederek, adeta bizi bir aşina ile buluşturdu. Kalbinin ateşi ile kalemi bir meşale gibi ışık saçtı. Menfaat ve küçük endişelerin hiçbiri onun ruhunda yer bulamadı. Evet Mehmet, hayat şiirini sadeliğin mükemmeliyetiyle bize okutmaya çalıştı. Kalemi vicdanının keskin kılıcı gibi işledi; akıl almaz bir veludiyet ve bereketle, nümayişsiz, gösterişsiz bir tahammülle, sebatla, bereketli bir toprak gibi verdikçe verdi… Dilimizin Kaşgarlı Mahmut ile başlayan şerefli kamus yürüyüşünde Muallim Naci ve Şemseddin Sami’den sonra bu zincirin en mühim halkalarından biri de muhakkak ki D. Mehmet Doğandır. En kapsamlı İngilizce Türkçe sözlük müellifi, şarkiyat âlimi, James William Redhouse’u da anmadan geçememek lazım. O, bu eseri ile padişah tarafından ödüllendirilmişti. Ancak Mehmet Doğan; hem dil temalı yazı ve kitaplarıyla, hem de adeta bir ömürlük maratona dönüştürdüğü ve yevmi olarak süreklilik halindeki sözlük çalışmaları ile bu sahanın serdarı vasfındaydı. *
Liyakatinin bayrağı her daim yükseklerde dalgalandı. Sınırlarımız ötesinde; kendi muhitini aşan bir vukufla ibda ettiği projeler ve yaptığı konuşmalarla, kendi ülkesinin vicdanı olma haysiyetine, bütün bir kültür coğrafyamızın vicdan duruşunu ekleyerek, yeni bir gelecek ümidi yaydı. Bu itibarla her konuşması ve yazısı bir manifesto niteliği taşıdı. Asla hamaseti değil, fikri muhtevayı tercih etti. Bu karaktere hangi zaman ve zemin üzerinden bakarsanız onda, müheykel bir şahsiyetin sağlam duruşunu görürüsünüz. Bu duruş, esas itibariyle mütevazı bir karakterin fıtratındaki liderlik vasfının, mesuliyet anlayışının delilleri olarak da tebarüz etmiştir. *
O şimdi bir ömür, aşkın bir emekle dava haline getirdiği Taceddin Dergahında, Taceddin Sultan’ın âgûşunda, Mehmed Akif’in maneviyat ikliminde ve İstiklal Marşımızın ruhaniyetinde ebediyet yolunda sırlandı. Rabbim cennetiyle taçlandırsın.
Son söz olarak, sekiz ayı bulan hastalık çilesi boyunca O’nu bir an dahi yalnız bıkmayan dostumuz azizimiz, TYB Genel Başkanı ve ASBÜ Rektörü sevgili Prof. Dr. Musa Kazım Arıcan’a minnet ve şükranlarımı sunarım. O, bu alâkasıyla bir dostluk destanı yazdı. Vesselam.
YanıtlaYönlendirTepki ekle |