Oyun hamuru mu desem, alçı mı desem, yoksa plastik mi?
Sizce hangisi daha kolay girer yeni bir şekle?
Yeni bir şekle girebilen en iyi madde nedir ki acaba?
Hımmm….
Kesinlikle bunlardan daha iyi bir madde var… İnsan… Evet, bence insan. En çok şekilden şekile girebilen, en çok girdiği kabın şeklini alabilen, en çok şekil verilebilen madde insan bence. Ancak şekilden şekile girebilmek terimi insan için kullanılınca ya hakaret sayılır ya da tam yerine oturmaz. Zira insanın etini kemiğini alıp başka bir maddeye dönüştürmeye kalkamazsınız. İnsanın değişimi üzerine konuştuğunuz zaman insanı insan yapan özellikleri dikkate alırsınız. Bu özellikler bir bir değişir ve insan durmadan her yeni durum için bir alışma süreci geçirir.
Kendi hayatıma bakıyorum…
Ortaokul yıllarımda okulda bir koro kurulması kararı alınmıştı. Hemen çalışmalara başlandı. Koronun elemanları bir bir belirlendi. Ancak iş başkan seçimine gelince süreç tıkandı. Başarılı bir talebe olduğum için hocalarımın gözünü takıldım. Herhalde ‘bu çocuk tüm derslerde başarılı, bu işin de üstesinden gelir’ demiş olmalılar… Rehber hocamız zorlaya zorlaya sonunda beni koronun başına geçirdi. Muhafazakar bir ailede yetişmiş biri olarak dinlemesini bile kerhen yaptığım müziğin korosunun başına görevlendirilmiştim. Ben muhafazakar aileden olduğum için böyleydim de arkadaşlarım çok mu farklıydı sanki!.. O zamanlar şarkı, türkü söylemeye çoğumuz utanırdık. Buna rağmen ben koro başkanı oldum, arkadaşlardan bir kısmı koro üyesi… Ve başladık çalışmalara… Sonra da birkaç program yaptık. Alışmıştık, sorun olmadı!
Yine ortaokuldayken kolumuzu bacağımızı göstermekten çekinirdik. Onun için milli bayramlar bizim için neredeyse bir zulümdü. Katılmak istemezsin, beden eğitimi öğretmenleri zorlarlar; katılmayanlara ceza verileceğini söylerler. Katılayım desen mutlaka kısa kıyafetler giymek zorunda kalırsın. Ezilirsin büzülürsün, ama yapacak bir şey yoktur. Zamanla ona da alıştırdılar.
Daha ilginç bir şey anlatayım… Ortaokuldayken iğneden çok korkardım, aşı günlerinde okuldan kaçardım. Birkaç yıl önce bir iki defa böbrek taşı düşürdüm, ağrısı anlatılacak gibi değildi. Ağrı kesici iğneleri iştahla vuruldum desem yalan olmaz. Vurulmak zorunda kaldığım aşıları bayılıp düşmemek için yatarak vurulurdum, son Covid aşımı vurulurken yatmayı unutmuşum, hiç bir şey olmadı. Yürüdüm çıktım odadan.
Alışıyor insan işte!..
Bunlar normal bir hayattan basit birkaç örnek… Daha nelere alışmıyor ki insan!..
Bazı şeyleri uzaktan duymak çok etkilemiyor, ama yakınlarınızdaki kişilerin başına gelince daha bir farklı oluyor. ‘Falan kişi kız kaçırmış’; ‘filanca kız kaçırılmış’; ‘birbirine gönlü kaymış, kaçmış gitmişler’ denince ‘Ahlaksızlar, ne kadar kötü bir şey yapmışlar’ deyip unutup giderdik. Sonra yakınlarımızdan duyunca her ne kadar ilk başta kötü görmeye devam ettiysek de sonra bir baktık ki alışıvermişiz.
İçki içenler, uyuşturucu kullananlar ve hatta ticaretini yapanlar, zina edenler, müstehcen giyinenler, lezbiyenler, homoseksüeller hep uzaktaydılar… Rabbimiz onlara nasıl bakıyorsa biz de öyle bakıyor, haklarında öyle düşünüyorduk. Şimdi ise içimizdeler. Öylesine içselleştirdik ki artık farklı düşünüyoruz! Bunların hepsi insanların özgür bireysel seçimleri… Öyle diyoruz. Öyle değil mi? Tabi ki öyle. Kimsenin seçimine müdahale edemezsiniz, herkes yarın Rabbinin karşısına varınca bireysel olarak verecek hesabını… Öyle de… Sorun burada değil zaten, sorun bizim beyinlerimizin bu çirkinliklere alışmasında…
Alışmak… Alıştırılmak… Güzel şeylere olursa ne iyi. Ama güzel şeylere alışmak giderek tarih oluyor. Çirkinliklerini, sapıklıklarını, kötü ahlaklarını iyi olarak algılayan ve bunlar üzerinden prim yapan çevreler yoğun mesai yapıyorlar. Kendi değerlerini düşünmeden veya nefsine uyarak onların yoluna giden halkımız da maalesef giderek onlara benzemeye başlıyor.
‘Dur!’ demek, ‘Yapma!’ demek çok kötü bir şey oldu. Kimse ne kendisine, ne ailesine, ne de çevresine dur diyebiliyor, yapma diyebiliyor.
Nasihat edemez ve de nasihat dinlemez bir duruma geldik. Her şeye var bir cevabımız:
‘Çocuktur, orası burası görünse ne olur?’
‘Gençtir, hayatını yaşasın!’
‘Senin çocukluğunu, senin gençliğini bilmiyoruz sanki…’
‘Dünün namussuzu bugünün ahlak bekçisi olmuş başımıza.’
‘Her türlü melaneti yaptıktan sonra yaş yetmiş olunca namaza başlamış, şimdi bize ders vermeye kalkıyor.’
Ve neresinde durmamız gerektiğini bilemediğimiz bir hayat…
Çocuklar bugün arkadaşlarıyla takılacakmış… Sinemaya gidecekmiş… Pikniğe gidecekmiş… Doğum günü kutlaması yapacaklarmış… Partiye kız erkek tüm arkadaşlar geleceklermiş. Gittiği yerde alkollü içecekler de varmış. Arkadaşlarından biri de geçenlerde uyuşturucu kullanırken yakalanmış. Bazıları zaten uzun süredir aşk yaşıyorlarmış. Birisi kızına küçük bir tacizde bulunmuş, ama dersini almışmış. Birisi de hem cinsine yaklaşıyormuş, hadi hayırlısı.
Bu çerçevedeki yaşam çoğumuz için sorun olmaktan çıktı.
Çirkin hayat bir sel gibi… Önüne geleni alıp götürüyor. Bazıları suya yakalandığı anda, bazıları ise biraz ileride kaybediyor bilincini. Önemli olan ise sele kapılmamak. Kapıldıktan sonra milyon defa ‘tüh’, milyon defa ‘vah’ deseniz de kurtuluş yok.
Az bir kesim bu seli görüyor, ama ciddiyetini tam kavrayamıyor. Çocuklarının tasvip etmedikleri yaşantılarından bir gün vazgeçip doğru yolu bulacaklarını düşünüyor. Yine az bir kesim çocuklarını korumak için sıkı sıkı bir gayret içinde. Ama çoğunluk için maalesef hiç iyimser değilim…
Bazı etnik gruplar hakkında ‘Nasıl da yüzlerce yıldır kimliklerini korumuşlar!’ diye duyunca bu sorunun cevabını merak ediyor ve o gruplara imreniyorum. Bizim de bir kimliğimiz var… Acaba gönül rahatlığıyla koruyabildiğimizi söyleyebilir miyiz? Yoksa bir kimliğimiz vardı mı desem…