eğitim,öğretim,terbiye,talim,Meb,Üniversite,öğrenci,öğretmen,muallim,öğretim üyesi,maarif,aile,
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Ankara
Parçalı Bulutlu
29°C
Ankara
29°C
Parçalı Bulutlu
Çarşamba Parçalı Bulutlu
28°C
Perşembe Açık
29°C
Cuma Parçalı Bulutlu
29°C
Cumartesi Parçalı Bulutlu
29°C

Ahlâkın Kitabını Kim Yazdı?

İslâmî ilimler arasında, klasik dinî tedrisat içinde Kelam ilmi, Fıkıh ilmi, Tasavvuf ilmi gibi bir Ahlâk ilmi yoktur. İlahiyat Fakültelerinde Ahlâk Anabilim Dalı olmadığı gibi. Günümüz üniversiteleri bünyelerindeki fakültelerinde belki de binlerce Anabilim ve Bilim Dalı barındırıyor olmalarına rağmen hiçbirinde “İyi insan olma” üniversitesi, fakültesi ya da anabilim dalı yoktur. Neden?

Pekâlâ başlıktan hareketle soruyu değiştirelim. Tıbbın Kitabını kim yazdı? Hemen akla İbn Sinâ gelebilir. Derleme olarak Lokman Hakîm gelebilir ya da Batı’da tıbbın babası sayılan Hipokrat gelebilir. Pekiyi bu zevat tıp hakkında her şeyi söylemiş, son noktayı koymuşlar mıdır? Gönül rahatlığı ile “Oku İbn Sinâ’nın el-Kanun fi’t-Tıbb’ını her şeyi öğren” diyebilir miyiz? Matematikte Pisagor veya Öklid’i ya da Cabir’i okuyunca bu ilim hakkında her şeyi öğrenmiş olur muyuz? Hiç kimsenin -Ne kadar büyük bilim adamı da olsa- her şeyi bilmesi ve son noktayı koyması mümkün değildir. Öyle bir iddiada bulunsalar bile kimse onlara inanmaz.

Pekiyi bilinmesi mümkün olan her şeyi tartışmasız olarak bilen ve asla yanılmayan ve sahip olduğu bilgi her zaman ve mekânda geçerli ve doğru olan hiç kimse yok mu?

Var elbette. Hem de herkesin dilinden dökülen aynı isim: ALLAH

Ahlaka dönecek olursak Felsefenin üç ana başlığından biri olan etik, ahlâk ve sanatı konu edinir. Buna göre bireyin davranışlarının iyi ya da kötü olarak değerlendirilmesini araştıran felsefe dalına etik ya da ahlâk felsefesi denir. Etiğin kuruluşu M.Ö. 4. yüzyıla rastlamaktadır. Ahlak felsefesini ciddi ve kapsamlı olarak ele alan ilk kişi Sokrates’tir. Hani şu Homoseksüel olduğu iddia edilen ve kendi ifadesiyle gerçek aşkın hemcinsler arasında yaşanabileceğini söyleyen Sokrates. Öğrencisi Aristo’ya gelince ona göre ahlakın kaynağı akıldır.

Ahlâkın çıkış noktası “olan ve olması gereken” ayırımı olarak görülmektedir. Buna göre neyin ahlâkî neyin ahlâk dışı olduğuna karar verecek olan otorite kimdir? Bu soruya tarih boyunca verilen cevapları iki başlık altında toplamak mümkündür.

A) Fizik ötesi (aşkın) bir varlık.

B) İnsan Aklı.

B şıkkından konuya girecek olursak, hukukun kaynağını insan aklıdır diyenler gibi ahlâkın kaynağı da insan aklıdır diyebilir miyiz? Tamam dediğimizi farz edelim. Pekiyi hangi insanın aklı, hangi düzeyde bir akıl bu yetkiye sahip olacak. Bir birey olarak benim neyi yapıp neyi yapmamam gerektiğini kimin aklına danışmalıyım? Bu soruya popüler kültürde verilen cevap: “Evrensel akıl”dır. Sözü edilen ve kulağa hoş gelen bu evrensel akılı biraz kurcalayıp dibini eşelediğinizde karşınıza Herakleitos’un Logos’u çıkıyor. Birkaç adım daha atınca yine altından bir aşkın varlık yani tanrı çıkıyor. Antik Yunanı orada bırakalım ve hızla günümüze gelelim. Sermayeyi, akademiyi, medyayı, ekonomik sistemi, uluslararası kuruluşları, politik yapılanmaları, modayı, zevkleri, idolleri ve hatta hayatın anlamını istediği gibi manipüle edebilen, istediğini vezir, istemediğini rezil eden küresel güçler yok mu?

İstedikleri gibi trendi belirlemiyorlar mı? “Change starts with a word” yani değişim bir kelime (slogan) ile başlar diyen, görünmeyen liderler yok mu? Acaba ahlakî olanla olmayanı onlar mı belirliyor. Mesela bir dönem gayri ahlaki denilince akla gelen kimseler herkesçe anlaşılırken, yarım asır sonra o kimseleri suçlamak asıl ahlâksızlık sayılmıyor mu?

Ya da bütün bunları göz ardı edip daha saf duygularla evrensel akıl arayışına girelim. Girelim de mesela 1, 5 milyar insanın kutsal olarak tanıdığı bir canlıyı yine 1, 5 milyar insanın kurban edip etini yediği bir dünyada; 2 milyar insanın trinity (teslis) yani üç tanrıya taparken, bir o kadar nüfusun hiç tanrı tanımadığı, öte yandan monoteist bir o kadar insanın yaşadığı bu dünyada biz evrensel aklı nasıl belirleyip ona güvenerek ahlak ilkelerini sıralayalım? Yaşadığımız dünyayı dolaşmaktan vazgeçip evimizin içine objektiflerimizi çevirelim. Dedeyle torun arasındaki “olması gereken” kriteri giderek birbirinden uzaklaşmıyor mu? Hal böyle olunca aile fertleri arasında iletişim kopukluğu yaşanmıyor mu?

Hâsılı kimsenin kimseye ahlâk dersi verecek hâli yok sözü yabana atılmayacak gibi görünüyor.

Pekâlâ bir de A şıkkına bakalım ve Jean-Jacques Rousseau’nun sözlerine kulak verelim: “Milletlere uygun gelecek en iyi toplum kurallarını bulup çıkarmak için öyle yüksek bir zekâya lüzum vardır ki, insanların bütün ihtiraslarını bildiği halde hiçbirine kapılmasın; insan tabiatını hakkıyla tanıdığı halde onunla hiçbir münasebeti olmasın. Öyle bir zekâ ki saadeti bizimkine bağlı olmamakla beraber, saadetimiz için çalışmayı istesin ve zamanın seyri içinde, kendisi için uzak olan bir şerefle yetinsin… Bütün bunları ancak tanrı yapabilir”. Rousseau kendi çapına göre bu kadarını söyleyebilmiş.

Şöyle düşünelim;

-“Yalan söylemek kötüdür”, evet? Öyleyse yalan söylememelisin.

İşte size bir ahlâk kuralı.

-“Hırsızlık yapmamalısın”. Neden? Çünkü hırsızlık yapmak kötü bir şeydir. Hırsızlığı yapmak mı kötüdür yoksa yakalanmak mı?

-Tabii ki yapmak kötüdür.

-Pekiyi hırsızlık yapıp da yakalanmayan kimse bu kötülüğünün cezasını çekecek mi?

Ya da şöyle soralım: Ahlâklı olmak adına yalan söylemeyenin ve hırsızlık yapmayanın bu dürüstlüğünün bir mükâfatı var mı? Öte yandan bu ahlâksızlığı yapan yakalanmadı diye bir ceza görmeyecek mi?

Eğer iyilerin mükâfat, kötülerin ceza göreceği bir yer yoksa kimsenin kimseyi uzun süre ahlâklı olmaya zorlaması mümkün değildir. “İyi olmak için iyi olmak” sadece kulağa hoş gelir.

İşte bu yaklaşım da Alman filozof Immanuel Kant’a aittir. Kant: “Tanrı yoksa bile ahlâklı bir toplum oluşturabilmek için kötülerin ceza, iyilerin ödül alacağı bir başka dünya mutlaka olmak zorundadır.” demektedir. İnsanlar buna inandırılmazsa ahlâk havada kalan bir slogandan öteye geçemez.

Geldiğimiz noktada gördük ki, ahlâk da ilahtan öğrenilir.

Konuyu İslamiyet özeline taşıyarak irdeleyecek olursak, Allah Teâlâ’nın buyruğu ancak ve ancak onun gönderdiği elçiden öğrenilir. Vahiy topluma değil, Allah’ın peygamberine gelir. İnsanlar da İlâhî fermanı peygamberin dilinden öğrenir. Kur’ân-ı Kerîm’deki bütün âyetler Rasûl-i Ekrem’in mubarek ağzından duyulmuştur. Cenab-ı Hakk’ın ilahi mesajını Cebrail vasıtasıyla herkesin posta kutusuna ya elektronik postasına göndermesi söz konusu değildir. Öyle olsaydı herkes eline kalemi alır ve işine gelmeyen yerleri değiştirir ve “bana böyle geldi kardeşim “der, yaygara koparırdı.

Dolayısıyla bu vahyin gelişi son derece güvenli bir kanalla mümkün olmuştur. Gönderen Allah’tır, getiren Nâmus-u Ekber diye nitelenen Cebrail’dir, geldiği kimse ise Muhammedü’l-Emîn’dir. Bu ilahî güvenliği kimse sorgulayamaz, aşamaz ve zedeleyemez. Bütün insanlığın “olması gereken”i öğrendiği, peygamberlerin iftihar ve gıpta ettiği, meleklerin hayran olduğu, Cenâb-ı Hakk’ın “Ömrüne yemin ettiği” Râsûlü’s-Sekaleyn’in ahlakını kimse sorgulayamaz. Kimsenin haddine değildir.

-Öyleyse Ahlâk nedir?

-Ahlâk Muhammed Mustafa’nın ta kendisidir.

Yazımızın en başında sorduğumuz soruya cevap vererek bitirelim. İslâm’ın tamamı ahlâk olduğu için müstakil bir dal olarak tezahür etmez.

Yazarın Diğer Yazıları
Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.