Toplumun ıslahına ve ifsadına sebep iki sınıf insandan söz edilmektedir. Islah edenler; İnandım deyip, emir olunduğu gibi dosdoğru olanlar ile hakkı ve sabrı tavsiye edenlerdir. İfsat edenler ise sureti Hak’tan görünüp Hak’tan sapanlar ve saptıranlardır. Bu hakikat Asır suresinde şöyle ifade edilmiştir. “Asra yemin olsun ki, insan mutlaka ziyandadır. Ancak iman edenler, iyi işler yapanlar, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler bunun dışındadır.”
Peygamberimiz (s.a.v.): “Ümmetimden iki sınıf insan düzelirse bütün insanlar düzelir. İki sınıf insan bozulursa bütün insanlar bozulur. Onlar amirler ve âlimlerdir.” Hadisi şerifi ile ümmetin ıslahına ya da ifsadına sebep olan iki sınıf ifade edilmiştir. “Âlimler helâk oldu. İlmiyle amel edenler kurtuldu. İlmiyle amel edenler helâk oldu ancak ihlâs ile amel işleyenler) kurtuldu. Muhlisler de kaygan bir yol üzerindedirler.” “İnsanlar meliklerinin dini üzerinedirler.” Burada alimlerin ve amirlerin sıradan insan olmadıklarına dikkat çekilmiştir.
İnsanların yöneticilerinden ve âlimlerinden müspet veya menfi anlamda etkilendikleri bilinen bir gerçektir. Doğruluktan şaşmayan yöneticiler ve ilmiyle amil olan âlimler halkı iyi yöne sürükledikleri gibi haktan ve doğruluktan sapan yöneticiler ve alimler de toplumun bozulmasına sebep olmaktadır. Yöneticiler “dinin ve dünyanın muhafızı” yönettiği ülkenin idari ve mali işlerinden, düzen ve asayişinden, can ve mal emniyetinden, ırz ve namusunun korunmasından, inandıkları gibi yaşam sürmesinden, ihtiyaçlarının günün şartlarına göre karşılanmasından birinci derecede sorumluk taşıyan otoritelerdir. Bilim ve fikir adamları ise, ilmi çalışmaları ile devleti ve toplumu aydınlatan yanlışlar karşısında halkı ve yöneticileri uyarma sorumluluğu taşıyan şahsiyetlerdir.
Ayette; “Yalnızca ilim sahibi olanlar Allah’tan hakikatte korkarlar” buyurulduğu gibi (Fatır: 35/28) hadisi şerifte ise “Alimler peygamberlerin varisleridir (Ebu Davud, İlim:1) buyurulmaktadır. “Sizden biriniz bir kötülük gördüğünde onu eliyle değiştirsin eğer buna gücü yetmezse diliyle değiştirsin buna da gücü yetmez ise kalbiyle reddetsin. Bu ise imanın asgari gereğidir. (Müslim, İman, 78) Hadisi şerifiyle kötülüklerin önlenmesinde yöneticilerin, âlimlerin ile birlikte normal vatandaşların sorumlulukları hatırlatılmıştır.
Kötülüklere fiilen engel olmak; her alanda devlet erkini elinde bulunduran yöneticilerin, dil ile engel; emri bil maruf, nehyi anil münker, tebliğ, eğitim, nasihat gibi yollarla alimlerin; kötülüklerden nefret etmek ve karşı gelmek te halkın görevidir. Denilmiştir. Yani bir toplumda iyiliklerin hâkim olmasının, kötülüklerin bertaraf edilmesinin sorumluluğu derece, derece bütün Müslümanlar üzerine farz sayılmıştır. Bu vazife yerine getirilmediği takdirde, doğabilecek kötülüklerin vebalinden başta yöneticiler ve alimler olmak üzere bütün halk sorumlu tutulmuştur.
Şartlar ne olursa olsun ulemanın yöneticileri uyarma sorumluluğu, yöneticilerinde uyarıları dikkate alma yükümlülüğü vardır. Yüce Allah; “Bir halk kendi halini değiştirmedikçe, Allah onların halini değiştirmez.” (Ra’d,11) Buyurarak, halkın ve yöneticilerin yanlışlıklarının kader olmadığını bizzat insanların kendi yaptıklarından kaynaklandığını ifade buyurmuştur.
Hz. Peygamber (s.a.v) Allah tarafından gönderilen İslam dininin tebliğcisi ve uygulayıcısı olduğu gibi Müminlerin ilk devlet reisi, mihrapta imamları, minberde hatipleri, kürsüde vaizleridir. Mahkemede hâkimleri, harpte komutanlarıdır. Sosyal hayatta insanların her türlü sorunlarını konuşulabildikleri, güven duydukları rol model liderleri ve önderleridir. Ayette; “And olsun ki Allah’ın Resulünde, sizin için uyulacak en güzel bir örnek vardır. (Ahzap, 21) buyurulur. Sahabe topluluğu tarafından Hz. Peygamberin emir ve tavsiyeleri imanın bir gereği olarak kabul edilip, harfiyen yerine getirildiği, İslam’ın hükümleri kâmil manada uygulandığı için Peygamber dönemi tarihe “Asrısaadet” olarak geçmiştir.
Peygamberin vefatından sonra iş başına gelen dört halife döneminde de tıpkı Asrısaadet döneminde olduğu gibi din ve dünya işlerinde kamunun çıkarı gözetildiği, kamu malı ve kul hakkı konusunda hassas davranıldığı, emanete sadakat gösterildiği, devlet yönetiminde adalet ve liyakat esas alındığı, ırkçılığa ve kayırmacılığa yer verilmediği, İslam’ın, Kur’an’ın ve sünnetin öngördüğü ahlaki ilkeler ve genel prensipler bireysel ve toplumsal anlamda yaşanarak uygulandığı bu döneme de Hulafa-iRaşidin dönemi denilmiştir.
Tıpkı sahabe nesli de birey olarak, diğer insanlardan farklı bir üstünlüğe sahip masum ve günahsız kimseler değildirler. Onları üstün kılan şey Allah korkusunu kalplerinde taşımaları, Peygambere kusursuz itaat etmeleridir. İnandıkları gibi dosdoğru olmalarıdır. Onlar Allah’ın Resulünden aldıkları eğitim sayesinde cahiliye anlayışından sıyrılmış, kendilerinden sonra gelen ümmet tarafından rol model alınacak bir toplum olabilmişlerdir. Bundan dolayı Hz. Peygamber’in (s.a.v.); “Ashabım yıldızlar gibidir hangisine uyarsanız hidayet bulursunuz.” İltifatına mazhar kılınmışlardır.
Ne yazık ki, Hulefa-i Raşidinden sonra iş başına gelen Emevi yöneticileri; devlet anlayışında ve insani ilişkilerinde İslâm’ı ilk kaynağından öğrenen doğrulukları ve güvenirlilikleri konusunda hiçbir tereddüt bulunmayan sahabe topluluğunun uygulamalarını; din, kitap ve sünnetin öngördüğü genel prensipleri ortadan kaldıran bir yönetim anlayışını ihdas etmişlerdir. Bu dönemde (Ömer Bin Abdülaziz dönemi hariç), İslam’ın öngördüğü devlet anlayışı yerini saltanata bırakmıştır. Lüks, israf, gösteriş, şatafat halife ve çevresinin yaşam biçimine dönüşmüştür. Adalet ve liyakatin yerini kayırmacılık almıştır. Devlet makamları Emevi ailesinin dışındakilere kapalı tutulmuş, kamu malı yöneticilerin şahsi malı gibi kullanılmaya başlanmıştır.
Haktan ve hakikatten uzaklaşan Emevi halifeleri; dini devletin temeli, devleti de dinin bekçisi gibi gören ulemanın uyarılarını dikkate almadıkları gibi, gayri meşru işlerini meşru göstermek için halk nazarında meşruiyete sahip ulemanın önüne para, makam, mevki ve şöhret gibi devlet imkânlarını sererek kendi yanlarına çekmişler, bunlara rağbet etmeyen, ulemayı ise baskı ve zulüm ile itaate zorlanmışlardır. Yönetimin baskısından çekinen bir kısım ulema yönetim ve siyasi işlerden uzak kalarak sessiz kalmayı tercih etmişler, bir kısım ulema da fikirleri ile yönetime yakın olmayı tercih ederek, saray ulemalığına soyunmuşlardır
Diğer taraftan Mezhep İmamımız İmamı Azam Ebu Hanife ise Emevi döneminin meşhur Irak valisi Ibn Hübeyre’nin “Üzerine imza koymadığın hiçbir kanun yürürlüğe konulmayacak, iznin olmadan devlet hazinesinden kuruş çıkmayacak.” Şeklindeki güvencesine rağmen; kadılık ve hazinedarlık görev teklifini, yöneticilerin ahlaki ilkelerden, adalet ve liyakatten uzaklaşmaları, kamu malına yönelik hassasiyetlerini kaybetmeleri, devlet hazinesini şahsi malları gibi kullanmaları gibi gerekçelerle kabul etmediği gibi devrin yöneticilerine karşı sivil itaatsizlik eylemi başlatmıştır. İmam; haksızlığa boyun eğmeyen, kitap ve sünnet ilkelerinden taviz vermeyen tavrıyla; dünyayı ahirete tercihi iman derecesine getiren Müslümanların hoşuna gitmeyecek bir çığırı açmıştır. Bu yüzden O’nun siyasi mücadelesinin varisi olmaya talip olan ulema olmamıştır.
Emeviler dönemi yönetimde nebevi mirasın yozlaştırılmaya başlandığı ilk dönem olduğu için hep sorgulanmaktadır. Elbette Selçuklular, Osmanlılar, Abbasiler vs. dönemlerinde İslam’ın ve Müslümanların bayraktarlığını yapan, zalime korku salan, mazluma kucak açan; halifelerimiz, hükümdarlarımız; haksızlıklar karşısında susmayan kadılarımız, Şeyh’ül İslamlarımız, bilim ve fikir adamlarımız mevcut olmuştur. Bugüne kadar ayakta kalışımızın sebebi onların samimi anlamda İslam’a bağlılıklarında arandığı gibi giderek çökmeye doğru yol alışımız da Emevi yönetimi gibi bir yönetime özentimizde aranmalıdır.
Şunu ifade etmek isterim ki İslam bir hayat nizamı ve aynı zamanda bir devlet sistemidir. Bu devlet sistemi; sadece Asrı saadet ve Hulefai Raşidin dönemine has bir sistem değil, çağlar ötesini kucaklayan bir sistemdir. Çünkü; İslam’ın hakikati ezeli olduğu kadar aynı zamanda ebedidir. Din; iman olduğu kadar da aynı zamanda ameldir.
Çağımızda Müslüman sıfatını taşıyan yöneticiler, ilim adamları ve İslam ülkelerinin halkları İslam’ı tartışma malzemesinin ötesine taşıyamadıkları; siyasetlerine, ticaretlerine, adaletlerine, liyakatlerine, nezaketlerine, insani ilişkilerine hâkim kılamadıkları için Tıpkı Emevi döneminde olduğu gibi Lüksü, israfı, şatafatı, saltanatı, kayırmacılığı, kamu malına duyarsızlığı hayatlarının ayrılmaz parçası haline getirdikleri için gerçek Müslümanlık asrın idrakine sunulamamıştır.
Müslümanların sadece Müslüman sıfatını taşımaları, sıfatı Müslüman olanlar tarafından yönetilmeleri, ülkelerinin adının İslam ülkesi olarak anılması Müslümanların Müslüman gibi yaşadıkları anlamına gelmemektedir. Bir ülkenin Müslümanlar tarafından yönetildiğinin anlaşılabilmesi için Tıpkı Asrısaadet ve Hullefa-i Raşidin dönemlerinde olduğu gibi bireysel, toplumsal, sosyal, siyasal ve yönetimsel anlamda İslam’ın, Kur’an’ın ve sünnetin öngördüğü ilkelerin hakim olması gerekmektedir.
Şimdi yazımı şu uyarılarla noktalıyorum. “Cehennemde bir vadi vardır, sakinleri padişahları ve sultanları ziyaret eden âlimlerdir”. “Âlimler, yöneticilerle düşüp kalkmadıkça insanlar arasında peygamberlerin vekilleridir. (Hadis) “Âlimlerin en şerlileri yöneticilerin, yöneticilerin en iyisi de âlimlerin ayağına gidenlerdir”. (Hadis) “Ve asla zulümde ısrar edenlere meyletmeyin. Yoksa, (ahirette) ateş size dokunur. Sizin Allah’tan başka dostlarınız da yoktur. Sonra, yardım da göremezsiniz.” (Hûd, 113.)
MUSTAFA KIR 19.04. 2024
Sırat köprüsü gibi dünya hayatimizda da kıldan ince kılıçtan keskin bir yol üzere imtihanda bulunmaktayız. Özellikle günümüzde çok dikkatli olmalıyız. Farkında olmadan yaptıklarimiz söylemlerimiz imanimiza neden olabilir. Bu imtihanda yol üzere olan insanlarla yöneticilerle bir olmak duasıyla