eğitim,öğretim,terbiye,talim,Meb,Üniversite,öğrenci,öğretmen,muallim,öğretim üyesi,maarif,aile,
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Ankara
Az Bulutlu
14°C
Ankara
14°C
Az Bulutlu
Salı Az Bulutlu
18°C
Çarşamba Az Bulutlu
17°C
Perşembe Az Bulutlu
18°C
Cuma Az Bulutlu
23°C

Leyla YILDIZ

Erzurum'da doğdu; ilk ve ortaokulu Erzurum’da tamamladı. Atatürk Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünden mezun oldu. Çeşitli liselerde Edebiyat öğretmenliği yaptı. Sakarya Cemil Meriç Sosyal Bilimler Lisesinde, Edebiyat ve Osmanlı Türkçesi derslerine girmektedir. Üniversite yıllarında Erzurum yöresine ait efsaneler, maniler, atasözleri ve deyimler üzerine derleme çalışmaları yaptı. Bitirme tezini “Lügat-ı Naci” ve “Kamus-i Türkî”de geçen Arapça sözcüklerin çoğul kullanımları üzerine hazırladı. Yerel ve ulusal düzeyde dergi ve gazetecilik çalışmaları yaptı. Değirmen Dergisinin yazı işleri kadrosunda yer aldı. Değirmen Dergisi Risale Haber, Edebi Kültür Dergisi’nde edebî-felsefî yazılar yazdı. Farklı türde kitaplar ve filmler üzerine eleştiriler kaleme aldı. 2020 yılında İhtilâlden İkbâle Var Olmanın Retoriği adlı iki ciltlik biyografi kitabı yayımlandı. Dünya Bizim, Edebiyat Dünyamız, Tyb.org, Edebistan, Şehir ve Kültür Dergisi, Türkiye Postası Gazetesi gibi çeşitli yerlerde yazıları yayınlanmaya devam etmektedir. TYB Sakarya yönetim kurulu üyesidir. Evli ve üç çocuk annesidir.

    Ruhun yeraltının hem düşünürü hem ressamı Dostoyevski

    “Ya kahraman olacaktım ya da çamurlarda;

    bu ikisinin ortası yoktu ve beni kahreden de zaten buydu!”

    Fyodor Dostoyevski / Yeraltından Notlar, s. 54

    Dostoyevski ve Tolstoy, bir dağ zirvesine çıkıp on dokuzuncu yüzyıl Rusya’sının iki zıt yüzünü kelimelerin füsunuyla çizdiler. İhtişam ve sefâletin üryan tablolarıdır onların romanları. Tolstoy şaşaa, debdebe, gösterişin şöleni; Dostoyevski sefahat, meşakkat ve sefâletin çığlığı.

    “Sana demin, fakirliğimden utanmadığımı söyledim, ama yalan, en çok bundan utanıyor, bundan korkuyorum; hırsız olsaydım bu derece korkmaz, utanmazdım.”

    Dostoyevski’nin trajik dünyasındaki Rusya, Tolstoy’un şatafatlı yıldızlarıyla ışıklandırılmıştır. Dostoyevski viranelerden, Tolstoy kâşanelerden dem vurur. Tolstoy’un sihirli bir değnekle dokunduğu billurdan hayatlar, Dostoyevski’nin hastalıklı ezilenlerine çarpar. Hangi yöne gideceğini bilemeyen on dokuzuncu yüzyıl Rusya’sında, biri gül bahçesine öteki bataklığa meyleder.

    Dostoyevski “kaynayan bir hassasiyet, uyanık bir zekâ ve hasta bir şuuraltıdır.” Açlık, sefillik, ıstırap, illet ve hapishane inşâ eder Dostoyevski’yi; Dostoyevski de Rus edebiyatını.

    “Ben hasta bir adamım… Kötü bir adamım. Suratsız bir adamım ben.”

    Sene 1849. Devlete karşı komploya karıştığı iddiasıyla idamla yargılanır. Tam kurşuna dizilecekken af çıkar, sürgüne gönderilir. Kolları damgalı, kafası kazınmış, taş kıran bir paryadır artık o. Suç ve ceza mefhûmları ile burada, Sibirya’da ünsiyet eder. İnsancıklar romanıyla büyük yankı uyandırmış müellif, Sibirya’da kendini adi suçlular arasında bulur. Ve insan olmaktan çıkmış bîçârelerle hemhal olur burada. “Kendi ıstırabında bütün beşeriyetin ıstırabını görerek yarasından korkmamayı başarır.” Bu zafer ona ömür boyu ruhunu kemiren sara nöbetlerini armağan eder.

    Nerelerde dolaşır; yerüstünde değil pis, leş kokan yeraltında yaşamayı seçen? Miskinlik için, uyuşukluk için “yaşasın yeraltı” diyen, nerelerde dolaşır?

    “Gene de biliyor musunuz, bizim gibi yer altı takımının dizginlerini sıkı tutmak gerektiği kanısındayım. Çünkü kırk yıl ses çıkarmadan yer altında oturup ama bir fırsatını bulup yeryüzüne çıkarırsak (…)”

    Batakhanelerde gezinir Dostoyevski, aylak aylak… Varoşlar, zifiri karanlık, son derece berbat, havasız, basık kiralık odalar; barlar, hapishaneler onu çekiyordu kendine.  Kendi içine… Ve vıcık vıcık şarap kokusunun buğulandığı meyhaneler; istemsizce kaçtığı, hayatını paçavraya çevirdiği mekânlardı, Dostoyevski’nin… Bedbaht bir adamdı Dostoyevski. Kumar bağımlılığı, sara nöbetleri yapışmıştı yakasına. Bu çirkef yerlere, peşini hiç bırakmayan iç sıkıntısı sürüklüyordu. Kederdendi. Aldırmazdı ama. Loş, rutubetli, mezardan farksız mahzenler, onun için tatlı, hoş bir ülkeydi.

    “Bakın, yağmur yağarken saray yerine bir tavuk kümesi görsem, ıslanmamak için belki kümese girerim.”

    Herkesten önce kendini kusurlu görmeye meyyaldi. Zerre kadar kabahati olmadığı hâllerde bile kendini suçlu çıkarırdı. En çok da dokunan buydu Dostoyevski’ye. Saklanmak için miydi kapanık, puslu havaları sevişi? İzbe, şüpheli gölgelere çekilişi?

    “Kabahatlerimi işlerken birisiyle karşılaşıp görülmekten, yakalanmaktan dehşetle korkardım. Bu yüzden birbirinden karanlık, şüpheli yerlerde dolaşırdım.”

    Deliliğin uçlarında gezinen karakterler

    “İnsan ruhunun derinliklerinde yeraltı devrimi olarak nitelendirebileceğimiz bir çağ başlangıcının hem düşünürü hem de ressamıdır Dostoyevski.”

    Çökük yanaklar, üstünden dökülen partallarla kasvetli bir adamdı, kahramanları da öyle; çarpık, çetrefilli, pejmürde… Cezbeye tutulmuş gibidir her biri. Hepsi ateşler içinde sayıklar. Sara nöbetlerinde ağızlarından gelen köpüklerle daha bir hırsla bağlanırlar yaşama. Büyüdükçe büyüyen hıçkırıklarını, içinde boğmaya çalışan sonra ani haykırışlar, iniltiler halinde boşanıveren karakterlerdir, Dostoyevski’yi devasa bir romancı yapan…

    Dostoyevski’nin karakterleri deliliğin uçlarında gezinen, ruhun en kuytu, en gizemli, en müphem yaralarını açığa çıkaran kişilerdir. “Sinir hastalarıyla dolu bir hastane” gibidir onun roman yaprakları. Ayyaş, kumarbaz, ecinni, kâtil, anti sosyal, mazoşist, takıntılı, ıstıraplı, epilepsi nöbeti geçiren, ezilen, öfke krizine girenlerle dolu bir hastane, tıklım tıklım… Derken bir fısıltı gelir onun sokaklarından; dilenciler, katiller, hırsızlar arasından sivrilen zilzurna bir sarhoş nârasıdır bu.

    “Denginiz değilim efendim, dengesizim…”

    Cürüm işleyen, yakayı ele verecek diye alı al, moru moruna karışan sonra da kendi eliyle teslim olan tezatlar bütünüdür, Dostoyevski’nin şahısları. Kavgada dövülmeyi severler, dövmeyi değil. “Namuslu bir insanım diye övünülür mü hiç? Herkes namuslu olmak zorunda değil midir?” diye sorar; sorar ve “namuslu hırsız” tipini çıkarır vitrine. Hırsızın şereflisi mi olurmuş? Olur, Dostoyevski’nin hikâyelerinde.

    “Tanrı ’ya şükür, ellerimiz var; bir şey çalmaya gidecek değiliz. Başka bir zavallıdan da bir şey dilenmeyeceğiz; kendi ekmeğimizi kazanırız.”

    Geleneksel toplumdan modern topluma geçişte yaşanan değerler karmaşasının bir göstergesidir Dostoyevski’nin kahramanları. Yabancılaşmanın… Ve savruluşun… Nereye ait oldukları belli olmayan… Sarsıntı geçiren… İçsel azapları olan… Toplumsal yaşamdan kopuk, sancılı ve gerilimli tiplemeler…

    “Evet, on dokuzuncu yüzyıl insanının her şeyden önce karaktersiz olması gerekir, böyle olmak zorundadır. Karakterli olan insan ise her şeyden önce dar kafalıdır. Bu, kırk yıllık denemelerimden sonra vardığım sonuç.”

    Ben bir insanı değil prensibi öldürdüm

    Suç ve Ceza kadar dünya çapında sevilerek okunan roman yoktur belki de… Bir cinayetin romanıdır. Raskolnikov, asalak, kan emici, yaşlı tefeci kadını ortadan kaldırarak insanlığa müthiş hizmet etmiş olacaktır. Ruhunda bir sarmaşık bu hülya. Napolyon gibi düşler kendini. Kafasında cirit atan sualler dindiğinde Petersburg’da, bir apartman dairesinde katleder rehineci kadını. Paltosuna gizlediği baltayla… Üstelik vahşete tanık olan tefecinin kız kardeşini de…

    Sarınmış kendine yürüyordu Petersburg sokaklarında Raskolnikov; yürüyordu adımları kararsız, ürkek… Çalacak bir kapısı olmayan nereye yürür; bizzat içine…”Ben bir insanı değil prensibi öldürdüm” diyen suçlunun her adımda kendini aklayan gözü, öbür kaldırımda adımlarını bekleyen câni ruhunu seyretmekte. Solgun yüzünde katlin canlı izleri…

    “Sefalet fakirlikten daha beterdir efendim! Bir insanın artık bir yeri olmaması ne demektir bilir misiniz? Her insanın dara düştüğünde çalacağı bir kapı bulunmalı değil midir? Eğer çalacağınız bir kapı yoksa sefalete düşmüşsünüz demektir.”

    Okuyucu Raskolnikov’u neden lanetlemez? Çünkü Dostoyevski, kahramanına, öyle sarsıcı bir vicdan azabı çektirir ki, günler geceler boyu onu pişmanlık hissiyle sayıklatır. Beş parasız bu üniversite öğrencisi, daracık pansiyon odasında, işlediğin suçun derin teessürünü yaşar.

    “Ben bir insanım, yanıldığım için insanım. En azından on dört defa hatta belki de yüz on dört defa yanılmadan insan hiçbir gerçeğe ulaşamaz.”

    Suç ve Ceza polisiye değil suçluluk psikolojisinin inceden inceye işlendiği tahlîl romanıdır. Dostoyevski, en acımasız cellâdı bile yargılamak yerine, onu anlamaya çabalar. Ona göre suç çevrenin ürünü:

    “Her şey insanın içinde yaşadığı ortama, koşullara bağlıdır: Her şeyi belirleyen ortamdır, insansa bir hiçtir.”

    İstemezler ortak aklın istediğini, Dostoyevski’nin yaşam ihtirasına sahip kahramanları.  Tolstoy’un prensleri, generaller, kont kızları ve burjuvazi takımı gibi mutlu, başarılı, büyüleyici, yaşamdan hoşnut olmayı; daha çok mülke sahip olmayı istemezler. Hayatla alay eder Dostoyevski’nin insanları. Yaşadığını anlamak için kendi kendine serüvenler uydurur, yaşama oyunları oynarlar. Fakir ama yüce gönüllüdürler. Aşağılanıp hırpalanmışlardır fakat onurunu her şeyin üstünde tutarlar. Ruhlarında açılan çatlakları tamire gayret eden gurur sarhoşları…

    “Son derece gururluyum; en ufak şey, derim soyulmuş da sanki havanın teması bile bana ıstırap veriyormuş gibi hissetmeme neden olur.”

    Âh koşuşturma! Hepsinde delice bir koşuşturma. Dudaklarında nehrin azgın köpükleri, yıkılıncaya dek koşarlar. Hayatla mücadele halindedir onun karakterleri; çoğunda bir şeylere tutunma çabası…

    “İnsan boğulmamak için nasıl bir saman çöpüne bile sarılabiliyor!”

    Açtıkça açar kanatlarını ve iner tâ derinlere

    Rus Edebiyatının som altın çağında romanlarıyla bir gizemin panoramasını çiziyor Dostoyevski. Açtıkça açar kanatlarını ve tâ derinlere iner. Bilinçaltının örtüsünü kaldıran, iner tâ derinlere. Buzdağının diplerine… İç çözümleme ve şuuraltı tekniğiyle insan psikolojisinin labirentlerinde gezinir. Kişilerin iç çatışmalarını ve hezeyanlarını açığa vurur. “Kendisinden bir şeyler öğrendiğim tek psikolog Dostoyevski’dir.” der Nietzsche.

    “Son derece iyi; fakat zayıf, sinirli insanlar hep böyledir. İyiliklerine rağmen kederlenmek, hiddetlenmek, onları adeta sarhoş eder.”

    İnsan denen varlık bir muammadır ve hayatını bu bulmacayı çözmek için adamıştır. Peki niçin? Düşer önüne kuru yaprak misâli cevabı; insan olmak için.

    İnsan bir gizemdir: Eğer tüm yaşamını onu çözmekle geçirsen, zamanını boşa harcamış olmazsın. Ben kendim bu gizemle meşgul oluyorum, çünkü ben bir insan olmak istiyorum.”

    Aşırı hassas, sinirli bir kişiliğe sahiptir Dostoyevski, saf gerginlik… Çizdiği tiplemelerde var olur. Biraz Delikanlı’da, biraz Suç ve Ceza’da, Ezilenler’de, biraz Karamazov Kardeşler’de, Budala’da hatta Kumarbaz’da ve çokça Yer Altından Notlar’da yaşar.

    “Baylar, yemin ederim ki, her şeyi fazlasıyla anlamak bir hastalıktır; gerçek, tam mânâsıyla bir hastalık.”

    Dostoyevski; zaafları, huzursuzlukları, merhameti, vicdanıyla keskin çelişkilerin bıçak sırtında dinlenir. Freud onu; “Sanatçı, nevrozlu, ahlakçı ve suçlu olmak üzere dört ayrı cephesi bulunan, zengin bir kişilik.” diye tanımlar. “Kabayım.” diyor; “Kaba olmaktan zevk alırım.” diyor. Nietzsche’den mülhem “Umutsuzluk en yakıcı zevktir.” diyor. İyiliksever olmak istiyordu ama bu elinden gelmiyordu. Yüce gönüllü olmakla adi olmak arasındaydı. Zıt mevkilerde dolaşmaktan haz alıyordu.

    “İyiyi, ‘güzel ve yüksek şeyleri’ ne kadar çok anladıysam, o kadar derinlerine battım, sıkıştım kaldım içlerinde.”

    Tanrıya teslimiyetle isyan arasında gelgitler yaşayan Dostoyevski hem huzurlu dindar hem huzursuz bir ateisttir. Kısa süren alevlenmeler ve anlık kabarmalar halinde gelen “bütün güzel, yüksek şeyler”, onu sefahat dalgasına kapılmaktan alıkoymamıştır. Bu âlemlerinin hicap duyan adamıdır. Utanç duygusu çepeçevre sarmıştır etrafını. Yüksek ruhunda bir yer altı vardı.

    “Sefahat âlemlerimi tek başıma, geceleri, gizli, korka korka, utanarak yapardım; utanç duygusu bir an bile peşimi bırakmaz, en iğrenç anlarda adeta bir lanetleme hali alarak beni ezdikçe ezerdi. O zaman bile ruhumda bir yeraltı vardı.”

    Istırap çekiyordu, maddi ıstırap… Fakat kitaplarından kazandığını, paradan öç alırcasına kumara yatıyordu. Henüz yazmadığı romanların avanslarını alıp kumara veriyordu. “Sebep can sıkıntısıydı baylar, hep can sıkıntısı; atalet beni eziyordu.” diyor.

    “Sefihliğimin ardı arkası kesilince içim sıkılıyordu. Pişmanlık duymaya başlıyor, fakat bu mide bulandırıcı duyguyu da çok geçmeden kendimden uzaklaştırıyordum.”

    İnsanın ne kadar hor, kaba, çirkin, hoyrat tarafı varsa hepsini kendinde barındırıyordu; aynı oranda merhamet, vicdan azabı, kendini hesaba çekme gibi hasletleri de taşıyordu yüreğinde. “Maddi cesaretim vardı, fakat manevi cesaretim yoktu.” diyor. Korku ve büyüklük duygusu iç içedir. Ne kötü ne iyi ne alçak ne namuslu ne kahraman ne de korkak birisiydi.

    “Ben yalnızca ters bir insan değilim; hatta nasıl biri olduğum da belli değil: Ne tersim ne uysalım ne alçağım ne onurlu ne kahraman ne de kaçık!”

    Aralıksız hayâller kuruyordu Dostoyevski, tavanı basık, üç dört metrekarelik, penceresiz odalarda düşler âleminde geziniyordu. Hayâllerinde “güzel ve yüksek şeylere dalışlar” yapıyor, derken birden kahraman kesiliyor, sonra her şeyi tembelce ve tatlı bir tarzda sanata bağlıyordu.

    “Bu arada kendimi ‘güzel ve yüksek şeyler’e vermek, her şeyle uzlaşmamı sağlayan bir çare olurdu, ama elbette hayallerimde. Öyle hayaller kuruyordum ki, aralıksız tam üç ay odamda daldığım hayâl âleminde yaşardım.”

    Kitapların zevk verdiği, kitapların heyecan verdiği, kitapların elem verdiği adamdı. Puşkin ve Griboyedov, ona derinden tesir etmiştir. Ve Gogol eğilir üstüne, esin gölgesiyle. “Hepimiz Gogol’ün Palto’sundan çıktık.” der. Evet Gogol’un Palto’sundan neşet etmiş, Schiller ise ona sonsuz büyünün anahtarını bağışlamıştır.

    “Schiller’i ezberledim. Konuşmalarımda, sayıklamalarımda onun eserlerini dilimden düşürmüyorum. Schiller adı bende sonsuz hayaller canlandıran büyüleyici bir etki yapıyor.”

    Woolf’tan Joyce’a, Nietzsche’den Kafka’ya, Tanpınar’a ilham şerbeti dağıtır, Dostoyevski’nin romanları. Kafka’nın Böcek’i işte bu iksirin mahlûku.

    Dinlemek isteseniz de istemeseniz de şimdi size niçin bir haşere bile olamadığımı anlatmak istiyorum baylar. Tamamıyla ciddi olarak söyleyeyim ki, böcek olmayı çoğu zaman arzuladım. Yazık ki buna bile layık olamadım.”

    Alıngandır, takıntılı ve saplantılı

    Baştanbaşa hissiyattır; ömrü boyunca suskun kalmıştır, miskin, neşesiz, çekingen ve ürkek. Korkak ve köle ruhlu. Alaya alınma vehmi, gülünç duruma düşme vehmi hiç bırakmaz peşini. Rezil görünmekten marazî bir ürperti duyar, işte bunun içindi tüm kaidelere körü körüne bağlı oluşu.

    “Çekingenliğim korkaklığımdan değil, hudutsuz gururumdan geliyordu.”

    En kötüsü neydi? Yüzünü son derece aptal buluşu. Âh evet, yüzünden nefret ediyordu. Ve azap duyuyordu alçak ifadesinden… Hâlbuki yalnızca zeki bir görünüşe razıydı. Hatta yüzünü zeki bulmaları şartıyla o alçak ifadesine bile katlanabilirdi.

    “Meselâ, yüzümden nefret ediyor, çirkin buluyor, hatta alçakça bir ifadesi olduğundan şüpheleniyordum; hatta bu yüzden, her gün dairedekiler bendeki alçaklığı fark etmesin diye kendimi azaba sokarak elimden geldiği kadar serbest bir tavır takınıyor, yüzüme asil bir ifade vermeye çalışıyordum. ‘Varsın yüzüm güzel olmasın, fakat asil, manalı ve bilhassa fevkalade zeki görünsün.’ diye düşünüyordum. Ama bir yandan da yüzümde asla bu kadar mükemmel manalar bulunamayacağını kesin olarak bilmenin acısını duyuyordum.”

    Takıntılı ve saplantılıdır Dostoyevski. Alıngan. “Dünya hassas kalpler için cehennemdir.” diyen. Evhamlı.

    “Ben son derece onurlu bir adamım. Bir kambur ya da bir cüce kadar da evhamlı, alınganımdır, gene de öyle zamanlar oldu ki, birisi          yüzüme bir şamar aşk etse sevinç duyardım belki.”

    İki yıl önce yürürken omzuna çarpan bir subaya hangi mesafeden, hangi açıyla nasıl bir şiddetle çarpacağını düşünür; bu sebeple inanılmaz hesaplamalar ve hazırlıklar yapar; uykusuz kalır geceler boyu. Böyle yapınca şerefini kurtaracaktır. Mektuplar yazarak düelloya çağırır subayı.

    “Tabii çok hızlı çarpmam, diye düşünüyordum, yolunu kesince çarpışırız, ama omuzlarımız hafifçe birbirine değer o kadar; hafif bir çarpışma olur, ben de onun bana çarpacağı kadar çarparım.”

    Öz saygısı düşüktür, geçim sıkıntısının dibine ulaşan Dostoyevski’nin… Yoksulluğundan utanmadığını sanıyordu ama utanıyordu. Kimsenin yüzüne doğruca bakamazdı, bakışlarını kaçırırdı. Küçülmekten zevk alan bir adamın öz saygısı kalır mıydı? Hakîr görülmesine düşkünlüğü, memuriyetteki başarısızlığı hatta kılıksızlığı sebep olmaktadır.

    “Ahmaklar, sofralarına almakla bana büyük şeref bağışladıklarını sanıyorlar; asıl benim onlara şeref verdiğimi anlamıyorlar! Zayıflamışım… Giysimmiş… Ah şu lanet olası pantolonum! Zverkov, dizimdeki sarı lekeyi demin fark etti…”

    Acıdan doğan haz

    Dostoyevski’nin gri, alacakaranlık göğü; keyifsizliğin, ümitsizliğin çölüdür; acımasız, adaletsiz ârafta yaşar. Tüm yeryüzünün en soyut kenti Petersburg’da yaşamak gibi acı bir şanssızlığa uğramıştır. Acılardan besleniyor Dostoyevski, kendi kederlerinden… Diş ağrısından dahi zevk duyan mazoşist bir tarafı vardır.

    “(…) öyle anlar oldu ki, bana birinin tokat atmasını istedim, hatta buna sevinecektim. Ciddi söylüyorum; gerçekten de bunda ayrı bir zevk, kuşkusuz acıdan doğan bir zevk bulabilirdim.”

    Taine’nin ifadesiyle “Sanat bir çığlıktır.” Çok kere ıstırap, arada bir ümit dolu bir çığlık. Dostoyevski acı dolu çığlığıyla sûret veriyordu kahramanlarına.

    “İnsan refahtan başka şeyi de sevemez mi? Belki ıstıraptan da aynı derecede hoşlanıyordur?”

    Dostoyevski’de acı, bir temizlenme, arınma yöntemidir. Çekilen acı ne kadar büyükse arınma o denli derindir. “Acı gözyaşların yüreğini temizleyecek, günahlardan arındıracak seni.” diyor. Kolay elde edilmiş bir saadet mi yoksa insanı yücelten acı mı daha yeğdi? Evet, üzülmek bir nevi bilinçli tercihti. Istırap… İdrâkin biricik kaynağı…

    “Istırap, şüphe ve inkâr demektir; içimizde şüphe uyandıran bir billur saray tasavvur edilebilir mi? Bununla beraber, insanın gerçek ıstıraptan, yani yıkım ve kaostan asla vazgeçmeyeceğine eminim.”

    İhtirasları, marazî hırçınlığı keskin ve yakıcıydı. Gözyaşlarıyla, çırpınmalarla isteri buhranları geçiriyordu. Sinir krizleri, epilepsi nöbetleri, sürgünler, kurşuna dizilecekken ölümün soluğunu ensesinde hissetme…

    “Bazı geceler saat üçe doğru uyanıp bir sinir buhranı içinde kendi kendimi sıkıştırıyordum.”

    Dış dünyadan kopuktu. Kafasında uydurduğu hayatı yaşıyordu. Hiç neden olmadığı zamanlarda bile kendi kendini öyle dolduruyor, öyle gücendiriyor ve buna öyle içerliyordu ki…

    “Kendimi böyle suçlarken yavaş yavaş acılarım hafiflemeye başlar.”

     Felâketler silsilesidir Dostoyevski’nin yaşamı. “Kaderi onun hiçbir zaman kendini güvende hissetmesine, rahat olmasına izin vermez.” Her türlü musibet çalmıştır kapısını.

    Moskova’da baskıcı, alkol bağımlısı doktor bir babanın oğlu olarak dünyaya gelmiştir. Babası ve hastalıklı annesiyle hastane lojmanında geçmiştir çocukluğu. Annesini kaybettiğinde on beşini henüz bitirmiştir. Ertesi yıl St. Petersburg’daki Askerî Mühendislik Okuluna gönderilmiş, babasının ölüm haberini burada almış. Baba kompleksine saplanıp kalmış olan Dostoyevski ilk burada tutulmuş epilepsi nöbetine.

    Dört yıllık Sibirya sürgünde onun asıl canını yakan yazamamaktı. Göz hapsindeydi. Yazmak yasaktı. Kâğıt ve kalemden uzak kalmak kahrediyordu onu. Hâlbuki “Yazmasam ölürüm.” diyordu. Nihayet cezaevi doktorunun öngörüsüyle yazmasına müsaade edilir. Yıllar sonra Ölüler Evinden Notlar yayımlandığı zaman yer yerinden oynar Rusya’da. “On dokuzuncu yüzyılda Karl Marks değil Dostoyevski sürükledi insanları peşinden” der. Albert Camus.

    Serbest bırakıldıktan sonra onu bekleyen mutsuz bir evlilik vardır. Kayıplar yaşar art arda. Eşini ve aynı yıl ağabeyini kaybeder. İkinci evliliğini çökkün halde ve borç batağındayken yapar.

    İkinci eşi Anna anlatıyor: “Hiçbir şey Fyodor’la ilk kez karşılaştığımdaki zavallı görünüşünü tarif edemez. Kafası karışık, endişeli, âciz, yalnız, asabî ve neredeyse hasta gibi görünüyordu.” Bu evliliğinden doğan kızı, üç aylıkken ölünce dipsiz bir kuyuya düşmüşçesine çırpınır.

    “İnsan bazen öyle bir sınıra gelir ki, onu aşamaz mutsuz olur; aşar, bu kez belki daha mutsuz olur!”

    Tüm bunlara ek olarak yoksulluğun eziyeti, sara krizleri, kumar borçları, Dostoyevski’yi deliliğin kıyısına getirir. Onu uzun süre geçindirecek parayı, çağdaşı olan Tolstoy, bir öğlen yemeğinde harcıyordu. Bir itirafında Tolstoy; “Dostoyevski’ye muhtaç olduğunu bildiğim iki yüz rubleyi hiçbir zaman göndermedim. Öyleyken bütün dünya beni yardımsever biliyor.” der.

    Yüce bir varlığa dair metafizik gerilimler yaşar Dostoyevski. Ömrünün nihayetinde bitirdiği Karamazov Kardeşler’de hep elemini duyduğu Tanrı’nın varlığını, başlıca felsefi mesele olarak işler. “Eğer Tanrı olmasaydı her şey mubah olurdu.” diyerek varoluşçu bir duruş sergiler.

    Huzur ve mutluluğun kaynağı olarak Tanrı’yı gören Dostoyevski, iyilik, kötülük, adalet, erdem gibi kavramları Tanrı’nın varlığı üzerinden değerlendirir. Ve savunur insanın Tanrı sığınağı olmadan yaşayamayacağını.

    “Elde kürek, yüzlerce insan çalışıyor orada toprağın altında. Âh, evet zincire vuracaklar bizi, özgürlüğümüzü alacaklar elimizden, ama o zaman büyük kederimiz içinde mutluluğa kavuşacağız, insanın onsuz yaşayamadığı mutluluğa. Tanrı olacaktır orada, çünkü mutluluğu insana O’dan başka hiçbir şey veremez.”

                                                                                       Leyla Yıldız

    Yazarın Diğer Yazıları
    Yorumlar

    1. Ahmed YAHYA dedi ki:

      Teşekkürler.Sağ olun,var olun