“Hayırlı işler, bol kazançlar, bereketli pazarlar olsun. Allah, alışverişimizi hayırlı ve bereketli kılsın. Bizlerden ve rızkımıza vesile olan tüm müşterilerimizden razı olsun. İyilikte buluştursun, kötülükten uzaktutsun. Ya Rabbi, emeğimizin karşılığını almayı, helalinden kazanmayı nasip et. Dualarımızı kabul eyle. Amin.”
Bu duayı Beypazarı’nda kahvaltı öncesi komşunun bahçesinde karadut yerken duydum. Daha önce defalarca işitmişimdir mutlaka ama ne yazsam diye düşünürken bu haftalık müziğe ara verip memleketimi tanıtayım fikri bu pazarcı duasıyla geldi. Çarşamba günleri kurulan büyük pazar açılmadan belediye hoparlöründen anons edilen dua önceleri her sabah çarşı esnafı tarafından da yapılıyormuş.
Frigler, Galatlar, Romalılar, Bizanslılar ve Osmanlılar gibi birçok medeniyete ev sahipliği yapan Beypazarı’nın tarihi MÖ üç yüzlere dayanıyor, tarih ve kültür açısından zengin olması bu sebeptendir. Oğuzların Kayı Boyu’nun yerleşip beylerin pazar kurduğu yerden adını alan ilçemiz tarihi İpekyolu üzerinde önemli bir ticaret merkeziymiş. Doğduğum ve çocukluğumun bir kısmının geçtiği evin arkasından boynunda asılı çanlarını tıngırdatarak develer geçmiş; yollar, dağlar, ülkeler aşarken bizim memlekete de uğrayıp Suluhan’da nefeslenmişler. O zamandan beridir ticaret önemli bir iaşe kaynağı olmuş, ilçenin tarihi ve kültürel dokusunda önemli bir yer tutan ahilik toplumsal dayanışmada önemli bir yer tutmuş. Dürüstlük, güvenilirlik, misafirperverlik ve yardımlaşma gibi değerleri temel alan ahilik kuralları Beypazarı esnafı arasında yaygın olarak kabul görmüş. Cuma namazı sonrası her hafta bir esnafın ikram ettiği taş fırında ve toprak kapta pişen kuzu etli pilav olan güveç -ki buna göveç verme denir- toplumsal dayanışmanın sağlanması, iletişimin güçlenmesine bir örnektir. Çıraklık, kalfalık, ustalık sistemini devam ettirerek ihtiyaç sahibini görüp gözeterek ticarete haram katmayıp kul hakkına riayet ederek asırlarca gelenegi devam ettirip sakin, huzurlu bir ömür sürmüşler. Simdi yaşı yetmişin üzerinde olan büyüklerimle konuştuğumda incecikten bir “ah” işitiyorum.
Kadınlara gelince bildiğiniz Anadolu kadını. Becerikli, görgülü görenekli, mutluluğu evinde ailesinde bulan, sosyal çevresi komşu, akraba, bir iki yakın arkadaş arasında geçen Fatıma soyu. Şalvar, üstüne uzun, geniş ve biraz da sık dokunmuş bürgü bürünmeden sokağa çıkmaz. Hatta babaannem bürgüyü eliyle tutar, tek gözüyle görmeye çalışarak giderdi çarşıya. Kahvehane önünden zinhar geçilmez, gerekirse yol uzatılarak ara sokaklardan hemen eve dönülürdü. Bu nefse ağır gelen durumu feminist yanımla “Hep kadın mı korumalı kendini efendim” başlıklı ayrı bir yazı konusu notu alarak kapatıyorum.
Düğünlerin kraliçesi bindallıyı yazmadan Beypazarı yazısı eksik kalır. Şimdilerde Eminönü’nde, Çıkrıkçılar’da satılan/kiralanan ucuz kumaş üstüne makine işi desenler yapılıveren kırmızı elbiselere de bu adı vererek geleneğimize ayıp ediyorlar. Beypazarı bindallısı çoğunlukla bordo, mor veya nefti yeşili kadife üzerine kendine has desenleri olan, Maraş işi altın veya gümüş sırmayla işlenen evladiyelik bir kıyafettir. Elbise şeklinde olanın yanında altı şalvar, üstü bol bir ceketten oluşana daha kıymet verilir. Düğünlerde elti, görümce, kuzenler gibi yakın akrabanın üzerinde arzı endam eden bindallıyı gelin de düğünün ertesi günü altın bir kemer ilavesiyle giyinir, başına yine sırma işlemeli “çevre” denilen bir örtü örter.
Kendine özgü zengin bir mutfağı olan Beypazarı yemeklerini yazmayacağım zira iştah açar, Ankaralıların tatillerde 100 km gelme sebebidir. Bir de maden suyu var tabii dünyaca bilinen. Çocukluğumda kadınlar çoluk çocuk bütün mahalle toplaşır maden suyu kaynağına hıdırellez kutlamaya gider; orda bir kurnaya akan suyu taslarla yüzlerine, kollarına, bacaklarına dökerek hem baharın verdiği mutluluk hem suyun doğallığıyla maddi manevi arınarak evlerine dönerlerdi. Annelerimizin, ninelerimizin ciltlerinin güzellik sebebi bu olsa gerek.
Şimdilerde memleketin her köşe bucağı olduğu gibi Beypazarı da hayatımızı esir alan teknolojiyle birlikte modernizme ayak uydurdu. Gerek kılık kıyafet gerek esnaflık geleneği gerek insan ilişkileri değişti. Yerli halk birkaç nesil oturdukları “hayat” adı verilen avlusu, kışlıkların konulduğu mahzenleri, cumbaları, “kuşķana” denilen, önüne sedirlerin dizildiği seyir pencereleri olan evlerini göçmenlere bırakıp eski buğday tarlalarına yapılan, şehrin dışındaki konforlu ama ruhsuz evlere taşındı.
Buraya her geldiğimde eski sokaklarda dolaşıp asırların ruhaniyatını üfleyen taşlarla örülü camilerde namaz kılıp bir söğüdün gölgesine sığınarak ferahlıyor, ağırlıklarımdan kurtuluyorum. “Zamanın durduğu şehir Beypazarı” nın anlatılacak daha çok şeyi olsa da görüp yaşamadan tamamlanamaz. Zaman değişiyor, mekanlar evriliyor, ihtiyaçlara göre insan şekil alıyor ve hayat farklı sularda akmaya devam ediyor, şehirler de bundan payına düşeni alıyor.
Ablam yüreğine,kalemine sağlık
Teşekkür ediyorum Vildan ‘cığım
Yüreğinize sağlık 🙂
Teşekkür ederim