Bir önceki yazımızda, eğitim sistemimizde bir hayaletin, “performansçılık hayaleti”nin dolaştığından bahsetmiş; bu hayaletle yüzleşmek gerektiğini, “töreli eğitim”e adım atmanın ilk aşamasının da bu hayaletten korkumuzdan tövbe etmek olduğunu ifade etmiştik. Bu fitneden kurtulmak için hayalet avcılarına ihtiyaç var elbette. Hemen herkesin aklına gelen o eğlenceli filmdeki gibi bir avcılıktan söz etmiyoruz elbette. Mekanik bir takım alet edevat ile bu avın yapılamayacağı açık seçik ortadadır. Zaten sorun o mekanik unsurlardadır.
Performansçılığın, verimlilik takıntısının ve nicelik(sayılaştırma) saplantısının insana, topluma ve eğitime neler yapıp ettiğinden her şikayet edip eleştirildiğinde doğal olarak “o zaman ne yapılacak” diye bir soru akla gelmektedir. Bu tür sorular bir zayıflığı ve “başka çare mi var ki?” çaresizliğini barındırsa da yapılması gereken şey hem çok basit hem de çok kolaydır.
İhtiyacımız olan tek şey bu hayaletin gerçekte var-olmadığına inanmaktan ibarettir.
Bu inanca sahip olabilenler o hayalet avcıları olacaktır işte. Bu inanıştan sonra ancak, durup konuşabiliriz ne yapmak gerektiğini. Bilerek “durup” diyorum çünkü bizi kahreden bu “hız ve acele” curcunasında düşünmek imkansızdır. Hep birlikte, bir durmalıyız ve durdurmalıyız o muazzam “verimlilik-performans-sıralama-hesaplama” makinesini. Böylece o makinenin birer parçasına indirgenmiş insanların da kurtulmaya fırsatı olurdu biraz olsun. Bütün eğitim sistemini bir süreliğine durdurup neredeyse, nefs muhasebesini yapıp, aklın ve kalbin yetkinliğinde düşünüp taşınıp eğitimi yeniden kurmalıyız.
Gayrimeşru olduğu kadar anlamsız “peroformans ve verimlilik” olguları, eğitim sisteminde, okullardan, üniversitelerden silinip atılmalıdır. Çalışmayla ve başarı ile ilgili bütün kotalar, standartlar, sıralamalar ilga edilmelidir. Meşru ve sahih bir ilke etrafında düşünülüp taşınıldığında performans ve verimliliğin iğfal ettiği her alanda asıl ne yapılması gerektiği kolayca belirlenebilecektir zaten. O ilke “insan”ın şerefi, onuru ve yaratıcının ona ilham etmiş olduğu ahlakî çerçeve olacaktır. Verimlilik için çalışma değil, anlamlı bir süreç boyunca görevini ve ödevini hakkıyla yerine getirme çabası söz konusu olacaktır. Bu çaba, bahsetmiş olduğumuz meşru ve anlamlı ilke tarafından çerçevelenmekle birlikte özne olarak bireyin değerinden kaynaklanan özerk bir irade temelinde şekillenecektir.
Öğrenci başarısının, sonuca odaklı, nicelleştirilmiş performans göstergeleri ile belirlenip, öğrencilerin de bu tespit metoduna dayalı bir biçimde sıralanması ve elemeye maruz bırakılması en hafif ifade ile anlamsız ve gayriinsanîdir. Temel amacımız, herbir öğrencinin gerekli bilgi ve becerileri öğrenmeleri ve eğitim yoluyla hayata hazırlanmaları ise onları standardize sınavlar ve testlerle ölçüp, sıralamanın hiçbir anlamı yoktur. Buradaki yanıltıcı nokta, “amaca ulaşma düzeyi”nin bu şekilde belirlendiği düşüncesidir. Oysa temel kaygı amaca ulaşmak ise ölçülüp, biçilip yargılanması gereken öğrencinin öğrenmesi için çabalayanların, okulun ve eğitim sisteminin iyi bir öğrenme tecrübesi için gerekli koşulları ne derecede sağlayıp sağlamadığıdır. Bunun yanında öğrencinin öğrenme tecrübesinin durumunu anlamak da elbette önemli ve gereklidir. Fakat bu anlayış ancak bireye özel koşullar dikkate alınarak ve yine bütünüyle bireysel bir çerçevede ortaya çıkmalıdır. Zihin, kişilik, tecrübe, aile desteği, hayat koşulları ve okulun niteliği gibi öğrenmeyi etkileyerek şekillendiren unsurlar bakımından birbirinden olabildiğince farklı olan öğrencileri aynı yöntemlerle ve aynı ölçütlerle yarıştırmak ilkin adalet ilkesine aykırıdır ve terbiye gayesi bakımından da hiçbir katkısı yoktur. Madem her öğrenci biriciktir, öğrenme süreci ve bu sürecin değerlendirilmesi de biricik olacaktır. Başarı bütüncül bir bakışla, öğrencinin, öğretmenin, okulun ve sistemin terbiye gayesi uğruna gösterdiği çabanın birikime dayalı bir şekilde izlenecektir. Burada sınavların, testlerin, sıralamanın, elemenin yeri olamayacaktır.
Eğitim kurumlarındaki çalışanların görevleri ve bu görevlerle ilgili değerlendirilmelerinin nasıl yapılacağı da yukarıda bahsetmiş olduğumuz ilke uyarınca yapılmak durumundadır. Günümüzde egemen olan yönetim anlayışı ve kurum işleyişi, mekanik bir verimlilik tekniğinden ibaret olduğu için çalışanlar bu mekanik yapının basit bir unsuru olarak kabul edilmektedir. Bu yüzden onlardan beklenen tek şey verimlilik hedefi için gerekli performansı sergilemekten başka bir şey değildir. Sadece bu bile insanın şerefi ve onuru bakımından insanlık dışı bir durumdur.
Üniversitede görevli akademisyenlerden yılda şu kadar makale yayınlayacaksınız, bu yayınlar sadece şu dergilerde olacak, belirli bir sayıda proje yürüteceksiniz, projeler olabildiğince piyasaya uyumlu ve gelir getirici olacak, dersleri şu şekilde işleyecek, sınavları ancak şu şekilde yapacaksınız diyerek tektipleştirmek söz konusu akademisyeni bir makine parçası olarak görmekten başka bir anlam taşımamaktadır. Bir insan olarak akademisyenin özne oluşunun, özerkliğinin inkârıdır bu. Burada ne insanın değeri, ne özgünlüğü ne de özgürlüğü vardır. Akademik faaliyetin felsefî ve yaratıcı boyutları ise bütünüyle göz ardı edilmiş demektir. Akademik çalışmayı bir fabrikada ürün imal etmek zannediyor herkes. Seri üretim bandının üzerine yerleşmiş gibidir üniversitenin bütün unsurları. Üniversiteler ve akademisyenler için de bütün kotalar, standardize testler, sıralamalar ilga edilmelidir. Olması gereken şey, akademisyenin bir özne, bir insan olarak yetkinliğini yansıtabileceği ortamın ve koşulların temin edilmesidir. Bu bağlamda makale ya da kitap yazmak, öğrenci yetiştirmek, konferanslara katılmak için gerekli maddi ve manevi destekler tam olarak sağlanmalıdır. Fakültenin ve üniversitenin yönetiminde birer özne olarak yer almalarının önündeki engeller de kaldırılmalıdır.
Akademik görevlerde yükselme süreci de performansçılıktan arındırılarak sahih bir niteliğe kavuşturulmalıdır. Misal doçent olmak, nicel performans göstergelerine indirgenerek belli sayıda yayın yapmakla elde edilen bir sıfat olmamalı, akademisyenin öğrenci yetiştirmek, bilime katkı sağlamak çerçevesinde yapıp ettiklerine dayalı birikimini anlamaya dönük bir değerlendirme ve temel bir tez ya da kitabın savunulması ile kazanılan bir derece olmalıdır. Bu arada saçma sapan eski tarz sözlü sınavlardan bahsetmediğimizi hemen vurgulamak gerek. İlkokul öğrencisini sigaya çeker gibi alan bilgisini detaylara ve dehlizlere dalarak ölçmeye çalışan kapalı oturumlardaki sözlü sınavların bu noktada hiçbir anlamı yoktur. Olması gereken kamuya ve diğer akademisyenlere açık oturumlarda akademisyenin doçentlik seviyesine eriştiğini niteleyen temel tezini ya da kitabını savunduğu ve yetkin bir kurul eşliğinde tartışıldığı anlamlı bir ortamdır. İhtiyaç duyulan sözlü sınav değil yaratıcı ve bütüncül bir bakışı yansıtan bir diyalogdur. Yine başka bir örnek de akademik teşvik uygulamasıdır. Şunca yayın yapıp şunca atıf alırsanız şu kadar ek gelir elde edebildiğiniz bir yapı performansçı kotaların doldurulması için “ürün” imal etmekten başka bir şeye yöneltmeyecektir. Burada da olması gereken akademisyenin “özne” ve “insan” olarak özerk bir şekilde ilimle meşgul olacağı destekleyici bir iklim oluşturulmasıdır. Yıl sonunda yaptıklarının hesabının tutulması yerine akademisyenin çalışması için yıl boyunca hangi desteklerin temin edildiğinin hesabı verilmelidir.
Performansçılık hayaletinden eğitim sistemini kurtarmanın yegane yolu bu hayaletin varlığına inanmaktan vazgeçmektir. O halde ne yapılacak sorusunun, düşünüp taşınıp, tartışıp keşfetmemizi bekleyen binlerce farklı cevabı vardır. Ancak performansçılık hayaletinden bu cazip tahayyülden vazgeçebileceğimize işaret eden en ufak bir gelişmenin bile ortaya çıkmamış olması iç karartıcıdır.