Epeydir “üniversite” yok etrafta. Sadece bizde değil neredeyse bütün dünyada bu böyle. Baudrillard üstadımızın tasvir ile açık seçik beyan ettiği simülasyon evreninde çoktan beri bir simülakra dönüşmüş olan eğitim daha doğru deyişle “hiper-eğitim”, gerçeğinin yerini almıştır çünkü. Gerçekten daha gerçektir. Neredeyse kanlı canlıdır, işlemsel bir canlılığı vardır bu aşırı-gerçekliğin. “Her şey” olmayı becererek “hiçbir şey” olma hedefine ulaşmış okullar uçuşuyor etrafta viral bir şekilde. Ne öğretildiğinin, okulun ne iş gördüğünün bu iklimde hiç ama hiç önemi yoktur. Çünkü her simülakr gibi onun asıl işlevi gerçekliğin yitip gidişini belki de hiç var olmadığını gizlemekten ibarettir.
Üniversite, yine üstad Baudrillard’ın deyimiyle “kusursuz cinayetin” en bariz suç ortaklarından biridir. O artık bir “aşırı-üniversite”dir. Çoktan yitip gitmiş üniversitenin yerini alan bu hayaletin daha canlı görünmesi zorunludur. Bizi üniversitenin varolmaya, işelmeye devam ettiğine inandırmalıdır. Hakikatin araştırılması, beşer denilen canlının insana tekâmülü, bilimle iştigal, toplumlara yol göstermek gibi gayeler ölüp gittiğinden aşırı-üniversite –miş gibi yapmayı iyice abartmalıdır. Her şey olmalıdır aşırı-üniversite, öyle genişlemelidir ki bütün uzamı ve zamanı kaplamalıdır. Heryerde ve her zaman varolmalıdır ve hiç bitmemelidir. Sistemin şükran duyduğu teknoloji sağ olsun. Bu aşırılaşmaya cazip imkanlar sunmaktadır. Yanlış hatırlamıyorsam; bütün insanlık yok olup gittikten sonra bile açık kalmaya devam eden bir televizyon ekranının tuhaflığından bahsediyordu Baudrillard, biz de aşırı-üniversitenin artık kimsenin olmadığı bir dünyada mekansız bir halde online devam eden derslerle varlığını sürdürdüğünü hayal edebiliriz. Zaten insansız-dünya hedefine hızla ilerliyor gibiyiz, insansız üniversite de pek uygun düşecektir bu duruma.
Dersler, hocalar, diplomalar, giriş sınavları, mezuniyetler hepsi aşırı-üniversitenin gerçekten köken-örneği gibi işlemeye devam ettiği sanrısını yaratıyor ve aynı zamanda üniversitenin devasa bir işletmeye dönüşmüş olduğunu da perdeliyor. Oysa artık ne derslerin ne sınavların anlamı kalmamıştır. Neredeyse herkesin her üniversiteye girebileceği bir düzeye doğru gidiyoruz. Yeteneklere, eğilimlere ve taleplere göre bir yerleştirme ve yetiştirme çoktan buharlaştığı için sınavlar, giriş sınavları hiperleşmenin hakkını vermektedir. Zaten ortaöğretim kurumlarında da benzer şekilde öğrenciler bu tuhaf sınav sistemine hazırlanmaktan başka bir eğitim-öğretim gayesine muhatap olamadıkları için bir eleğin üstüne dökülen su misali yükseköğretime akmaktadırlar ve öylece çıkıp gitmektedirler kampüslerden.
Üniversiteyi üniversite yapan asıl unsur hakikat arayışı ve felsefe/bilimle iştigal etmektir. Bu hedeflere yönelen akademik çaba da simülasyondan kurtulamamıştır. Hakikat şöyle dursun, felsefe/bilimle uğraş da olabildiğince her şeye dönüşerek yok olup gitmiştir. Düpedüz işletmeci bir mantıkla, gerek maddi kazanç gerek nicel performans getirisi temin etmekten başka gayesi olmayan “yayınlar” ve “projeler” viral bir şekilde uçuşmaktadır kampüslerde.
Akademik hırslar, kıskançlıklar, bölümlerde, fakültelerde ya da üniversitelerde tabiri caiz ise kabilecilikler, öbekleşmeler, çıkar ilişkileri, görev, sorumluluk ve ödüllerin dağıtımındaki adaletsizlikler, akademik yükselmelerde, atamalarda ya da görev yerlerinin değişiminde ortaya çıkan kayırmacılıklar gibi bütün bürokratik hastalıklar da aşırı-üniversitenin canlılığına işaret için var gibidirler. Artısı ve eksisi ile “alışkın olduğumuz üniversite yaşıyor işte” yanılgısına ikna edip duruyor bizi.
Gerçekliğin ölüp gittiği ve ancak bir simülakrının onu yerini aldığında yaptığı şeyi yapmaktadır aşırı-üniversite. Ölümcül bir kaza atlatmış bir insanın o ruh haliyle “bir şeyim yok iyiyim” deyip durması ve böylece kendini rahatlamaya çalışmasındaki gibi ya da bir karabasan gören birinin uyandığını anlayınca “neyse rüyaymış” diye tekrarlayıp durması gibi, aşırı-üniversite bütün unsurları ile, yapıp ettiklerini hesaplayıp, sayıp dökmektedir durmaksızın, kendini henüz var olamaya devam ettiğine inandırmak istercesine; “performans göstergeleriniz tavan yapmışsa yaşıyorsunuzdur, rüyadır işte!”
Hakikat, ister keşfedilecek bir şey olsun ister yüzleşilecek bir şey olsun, insanı, toplumu ve evreni daha iyi anlayabilmek için yetkin bir yönelimle saf bir akademik ve entelektüel çabayı, cehdetmeyi gerektirmektedir. Yoksa hakikat, tuhaf prosedürlerle jüriler tarafından incelenerek onaylanan projelerin hele ki işletmeci-performansçı zihniyetin ürünü olan “projecilik” şamatasının muhatabı bile değildir.
Aşırı-Üniversite bu noktadan, hakikatle ve felsefe/bilimle ilişkisinden kavranarak çözümlenmeli ve mümkünse “üniversite”nin yeniden inşası tartışılmaya başlanmalıdır, en azından.