DERSAÂDET YAZILARI- 11
Dr. Hasan YILDIZ
Cumhuriyet döneminin tarihçi, yazar ve gazeteci sıfatlarıyla ön plana çıkan önemli şahsiyetlerinden Cemal KUTAY’ın II. Meşrutiyet dönemine ilişkin olarak “siyasi etkenlerin ağırlığı, geçmişin üzerine kalın bir perde gerdi [ve] yakın mâzi meçhuller içinde kaldı” şeklindeki tesbiti gün geçtikçe ortaya çıkan gerçeklerle doğrulanmaktadır.
Bu dönemin bilinmezlikler içinde kalan pek çok idarî, siyasi, ictimaî ve uluslararası ahvâli, devletin ilgili birimleri tarafından takip edilmiş ve bu ahvâle ilişkin tanzim edilmesi gerekli her türlü evrakın müsveddeleri Osmanlı arşiv geleneğinin köklü ve sıkı disiplini içerisinde ilgili kurumların arşivlerinde yerlerini almıştır. Dönemin meçhullüğü bu arşivin gün yüzüne çıkarılamamış olmasından kaynaklanmaktadır.
II. Meşrutiyet dönemiyle birlikte yaşanan Balkan Harpleri(1912-1913), Birinci Dünya Harbi (1914-1918) ve ardından ölüm-kalım mücadelesi verilen İstiklal Harbi yılları sürecinde bir taraftan devlet birimlerinde arşiv geleneği devam ettirilirken diğer taraftan tarihin en kritik ve önemli döneminin kayıtları muhafaza edilerek Cumhuriyet dönemine miras bırakılmıştır. Bu kıymetli hazinenin, bırakın envanterini çıkarmak; muhafazasının sağlanması konusundaki acziyet, Kutay’ın tesbitindeki meçhullüklerin en temel dayanağıdır.
II. Meşrutiyet döneminde Osmanlı medreselerinde gerçekleştirilen ıslahatın ete kemiğe büründürülmüş hâli olan Dârü’l-hilâfeti’l-aliyye Medresesi bu dönemin meçhullükleri arasında kalan önemli bir model olarak ortaya çıkmıştı. “Eğitim” temalı yayınlarıyla elektronik ortamda dikkat çeken “Maarifin Sesi” sitesi yetkililerinden son Osmanlı medresesinin serencamına dair yazı talebi gelince, onuncusu geçen hafta yayınlanan yazı dizisine konuyu sığdırmaya çalıştık. Maksat hasıl oldu mu; bilinmez, ancak bir nebze katkı sağlamışsa mutluluk vesilesi olur.
Osmanlı medreseleri bahsine şimdilik son verirken, medreselerin kapatılmasında en çok dile getirilen “asker kaçkınlarının ocağı” haline dönüşmesi isnadının başta arşiv belgeleri esas alınmak suretiyle güvenilir ve tarafsız kaynaklar üzerinden aydınlatılmasına ihtiyaç olduğu kanaatindeyiz. Tarihteki olayları hamasî söylem ve ideolojik sloganlarla değerlendirmek yerine nesnel bir yaklaşım ve ilmî araştırma yöntemleriyle sebep-sonuç ilişkileri bağlamında değerlendirmek toplumsal birliktelik adına önem arz etmektedir. Aksi yaklaşımların, toplumsal ayrışmalara yol açabilecek potansiyel taşıdığı da görülmektedir.
Nitekim Osmanlı medreseleri üzerinden tartışma zemini bulan ve özellikle medreselerin kapatılmasının birinci gerekçesi olarak dillendirilen “askerlik görevi” bağlamındaki tartışmalar da bu çerçevede değerlendirilebilecek netâmeli alanlardandır.
Medrese talebelerinin askerlik görevine ilişkin tartışmalar II. Abdülhamid döneminde başlayarak ivme kazanmış, Cumhuriyet Dönemi’ne de intikal ederek medreselerin kapatılmasında temel delil olarak kullanılmıştır.
Kısaca tarihî arka plana değinilecek olursa; Osmanlı’da gönüllülük esasına göre gerçekleştirilen asker alım usulü Tanzimat’la birlikte askerlik görevinin bir vatan borcu olduğu ilkesinden hareketle önce kur’a usulüne bağlanmıştı. 1846 senesinde yürürlüğe giren Kur’a Kânunnâmesi’nin ardından yayımlanan 25 Kasım 1886 tarihli Kânunnâme ile medrese öğrencileri için kur’a imtihanlarına girme şartı getirilmiş ve bu imtihanlarda başarılı olanların askerlik görevlerinin tecil edilmesi usulü hayata geçirilmişti. Öte yandan diğer yüksek mektep öğrencileri ise kur’a imtihanlarına girmeksizin mezun olancaya kadar askerlik görevinden muaf tutuluyorlardı. Bu durum medrese ve yüksek mektep öğrencileri arasında askerlik görevi konusunda açık bir eşitsizliğin olduğunu göstermekteydi.
II. Abdülhamid’in, tamamen siyasi gerekçelerle 1892 yılında yayımladığı bir iradeyle kur’a imtihanları bir sonraki yıla ertelenmiş, bu erteleme işlemi her defasında uzatıldığından on altı yıl boyunca medrese öğrencileri için kur’a imtihanları gerçekleştirilmemişti. Dolayısıyla bu süreçte medreseye kayıtlı olan öğrenciler askere sevk edilmemişlerdi.
İşte bu erteleme işlemi medrese talebelerinin askerlik görevine ilişkin tartışmaların başlamasına yol açtı.. Ancak bu uygulamaya ilişkin gözden kaçırılan husus ise diğer mektep öğrencilerinin kur’a imtihanına tâbi olmaksızın mezun oluncaya kadar askerlik görevinin tecil edilmesi hususuydu. Diğer bir ifadeyle medrese öğrencilerinin girmek zorunda oldukları kur’a imtihanları mektep öğrencileri için söz konusu değildi.
II. Meşrutiyetin ilanından bir süre sonra medrese öğrencileri için kur’a imtihanları yeniden başlatılarak imtihanda başarılı olmayanlar askere alınmışlardı. Yüksek mekteplere kayıtlı olanların ise mezun oluncaya kadar askerlik görevlerinin tecili uygulamasına devam ediliyordu. 1914 yılında kur’a imtihanlarının kaldırılması ile birlikte medreselere ve yüksek mekteplere kayıtlı öğrencilerin askerlik yükümlülükleri eşitlenmişti.
Yeni düzenlemeye göre medresenin ilk dört senesinde başarılı olmak kaydıyla bu haktan yararlanma imkânı sağlanmış, sene sonunda yapılan sınıf geçme imtihanlarında başarılı olanların askerlik görevleri tecil edilmişti. Başarısız olup sınıflarını geçemeyenler ise askere alınmışlardı. Bu uygulama sadece İstanbul’daki medreseler için geçerliydi. Taşra medreselerinde okuyan öğrencilerden askerlik çağına girenler ise bu haktan istifade edemiyor, celp dönemi geldiğinde askere sevk ediliyorlardı.
Ancak 1892-1908 yılları arasına denk gelen 16 yıllık süreçte, medrese talebelerinin belirli şartları yerine getirmeleri kaydıyla kur’a imtihanlarından muaf tutulmaları, medreseleri kurumsal olarak tartışmanın odağına yerleştirmiş ve ardı arkası kesilmeyen tartışmalar böylece başlamıştı. Fakat bu tartışmalarda kur’a imtihanlarının sadece medrese talebelerine mahsus bir imtihan olduğu göz ardı edilmişti.
Öte yandan medrese öğrencilerinin kur’a imtihanlarından muafiyeti sürecinde, kontrol ve denetim görevini yerine getiremeyen yöneticilerin yol açtığı olumsuzluklar ise doğrudan medresenin kurumsal yapısına ya da medrese mensuplarına yüklenmişti. Ayrıca bahse konu muafiyeti istismar etmek suretiyle hak etmedikleri halde medreseyi işgal edenlerin mevcudiyeti de medreseye yönelik eleştirilerin artmasında önemli bir etken olmuştu. Ancak askerden kaçma konusundaki benzeri bireysel istismarlara, günümüzde de tanık olunduğu üzere toplumun her kesiminde rastlamak mümkündür.
Medreselerin 3 Mart 1924 tarihli Tevhid-i Tedrisat Kanunu’na istinaden kapatılması üzerine dönemin Maarif Vekili Vasıf Bey’in (Çınar) basına yansıyan bir beyanında “On altı bin asker kaçağının ocağını söndürdüm. Bundan duyduğum zevk, Millî Mücadelenin o heyecanlı devirlerinde duyduğum en yüksek zevklerden daha büyüktü.” şeklindeki ifadesinde yer alan “asker kaçağı ocağı” isnadının tarihî süreç ve gerçeklerle ne kadar bağdaştığı hususuna gelecek yazımızda değinmek dileğiyle…