1967 yılında doğdu. 1990 yılında Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinden mezun oldu. 1998 yılında Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel İslâm Bilimleri Anabilim Dalında, 2005 yılında Gazi Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü Eğitim Yönetimi ve Denetimi Bilim Dalında yüksek lisans eğitimlerini tamamladı. 2017 yılında İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Din Eğitimi bölümünde “Dârü’l-hilâfeti’l-aliyye Medresesinde Eğitim ve Öğretim” isimli teziyle doktorasını tamamladı. Osmanlı eğitim tarihi alanında çalışmalar yapan yazarın, “Osmanlı Eğitim Modernleşmesinde Dârü’l-hilâfeti’l-Aliyye Medresesi” isimli eseri ile ulusal ve uluslararası hakemli dergilerde yayınlanmış pek çok makalesi bulunmaktadır.
Ernest Renan’ın Yutturduğu 140 Yıllık Zoka!
Anasayfa»Eğitim»Ernest Renan’ın Yutturduğu 140 Yıllık Zoka!
Osmanlı’nın son dönemlerini, yaşanan krizlerden çıkış yolu arayışlarına sahne olan çalkantılı bir dönem olarak değerlendirmek mümkündür.
II. Abdülhamid’in İttihad-ı İslam/İslamcılık siyaseti, İttihat Terakki’nin 11 Temmuz 1908 tarihindeki darbesiyle yerini yeni arayışlara bıraktı. Başlangıçta İslamcılık siyasetine bel bağlanmışsa da Arnavutluk isyanı ve Trablusgarp’ın elden çıkışıyla birlikte Osmanlıcılık siyasetine yönelmek zorunda kalındı. Kısa süre sonra patlak veren Arap isyanı ile birlikte Hicaz ve Filistin cephelerinden birbiri ardına gelen yenilgiler Anadolu coğrafyasının Türkçülük ortak paydasında birleşerek korunabileceği düşüncesini kuvvetlendirdi.
İslamcılık, Osmanlıcılık ve Türkçülük siyaseti bu dönemde kurtuluş arayışlarına öncülük eden fikirler oldular. Her biri ideolojik boyuttan uzak birer kurtuluş vasıtası olarak uygulama safhasına konuldu. Gelişen şartlar bu yöntemleri sırasıyla tercih edilmesine yol açtı. Yaşanan olumsuz tecrübeler yeni arayışlara yelken açılmasında etkili oldu.
Cumhuriyet döneminde ise muasır medeniyetler seviyesine çıkmak, bu medeniyetlere benzemek, kısaca Avrupalılaşmak siyaseti benimsendi. Başlangıçta, muasır medeniyetler ifadesiyle kastedilenin fen ve teknoloji alanı olduğu görülse de teknolojinin aynı zamanda kültürü ve medeniyeti de dayattığı gerçeğiyle karşı karşıya kalındı. Bu yaklaşım kaçınılmaz bir döngüye dönüştü. Teknoloji alındığında aynı zamanda o teknolojinin ürettiği ve oluşturduğu kültür de alınmak zorunda kalındı.
Peki, muasır deyince ne anlaşılıyordu? Avrupa muasır da Japonya, Çin muasır değil miydi? Avrupa’yı muasır, dünyanın diğer milletlerini gayr-ı muasır mı sayacaktık? Fense fen, teknolojiyse teknoloji en son yeniliklerle arz-ı endam eden ülkelerin başında Çin ve Japonya geldiği halde muasır medeniyet deyince niçin hep Avrupa gelir aklımıza?
20. yüzyılın ilk çeyreğinde savaştığımız yedi düvelin tamamı Avrupalı olduğu halde Cumhuriyet döneminde belirlenen siyasetin Avrupacılık olmasının sebebi nedir? Cumhuriyetin ilanından bir kaç yıl önce canımıza ve vatanımıza kastedenlerin ardına düşüp onların medeniyetine perestiş etmemizin izahı var mıdır?
İslamcılık, Osmanlıcılık ve Türkçülük siyaseti tamamen milli, manevi, siyasi, kültürel ve yerel ihtiyaçlara mebni geliştirilmiş; dönem itibarıyla ideolojik boyutu bulunmayan birleştirici, bütünleştirici ve vatan kurtarıcı niyetlerle gündeme getirilmiş yönetim yaklaşımlarıdır denilebilir. Cumhuriyet döneminde şekillenen Avrupalılık yaklaşımı ise yerel ve milli ihtiyaçların aksine tepeden inme ve dayatmacı yaklaşımlarla oluşturulan suni ihtiyaçlarla üretilen “ideal hedefler” olarak toplumun önüne konulmuştur.
Erken Cumhuriyet döneminde belirlenen “muasır medeniyetler seviyesine ulaşma” hedefinin, Türk toplumunu ait olduğu medeniyetten koparılması şeklinde algılanarak uygulamaya geçirildiği görülmektedir. Geri kalmışlığın ve Batı Medeniyeti karşısında yenilmişliğin faturası İslam Dini’ne kesilmiş Fransız Oryantalist Ernest Renan’ın (1823-1892) 29 Mart 1883 tarihinde attığı zoka tam manasıyla yutulmuştur.
29 Mart 1883’te Sorbonne Üniversitesi’nde “L’Islamisme et la science” (İslâm ve İlim) adlı meşhur konferansını veren Renan, İslâm dünyasının Avrupa Rönesansı’na yaptığı katkıları tamamen inkâr ederek Müslümanların geri kalışını İslam Dini’ne bağlamıştı. Beklendiği gibi oldu ve konferans bir süre sonra İslam coğrafyalarında yıkıcı etkisini göstermeye başladı.
Ne yazık ki bu düşünce, Batı’da kabul görmenin ötesinde başta Osmanlı olmak üzere Müslüman coğrafyalarda bir virüs hızıyla yayılmayı başardı. Nitekim başta Namık Kemal olmak üzere pek çok ilim adamının reddiyeler yazdığı Renan’ın bu söylemi, “şüyuu vukuundan beter” deyimini doğrulamakta hiç ama hiç gecikmedi. Günümüze kadar taşınan “İslam-Bilim çatışması” tartışmalarında İslam karşıtlarının en önemli argümanları arasında yer almaya devam etti.
Kaleme alınan reddiyeler sayesinde kafalar karıştı, savunma mekanizmaları geliştirildi, ilim çevrelerini meşgul eden bu söylem basın-yayın yoluyla avam düzeyinde de tesirini göstermeye başladı. Bu savunmacı yaklaşım, kendi eksikliklerini görüp gidermenin; kendini toparlayıp ayağa kaldırmanın önüne geçerek karşı tarafa reddiyeler yazma, delil ve gerekçeler üretme çabalarıyla günlerimizi geçirmemize sebep oldu.
Renan’ın meşhur konferansında İslam Dini’ne yönelttiği ağır eleştiriler doğrudan dinin kendisinden mi yoksa bağlılarından mı kaynaklanıyordu; bu ayrım yapılamadı. İslam Dini’nin bağlılarının ortaya koyduğu Müslümanlık ile İslam Dini birbirine karıştırıldı.
İslâm’ı, Müslümanların gelenek-görenek ve yaşantılarında aramak yerine temel ve sahih kaynaklarında aramak daha doğru bir yaklaşım olur. Elbette ki dünya Müslümanlarının İslâm Dini’nin temel esas ve öğretileriyle uyuşmayan çeşitli gelenek-görenek ve yaşam tarzları olduğu bilinmektedir. Yılların, hatta asırların birikimi olan ve yerleşik hale gelerek kökleşen bu yanlışlıkları İslam’a mâl etmek doğru olmadığı gibi bu yanlışlıklar nedeniyle İslâm’ı hedef almak da doğru bir yaklaşım olarak değerlendirilemez.
Öte yandan Müslümanların, Batı menşeli her saldırıda savunmacı bir yaklaşım sergilemek ve bu saldırılara karşı deliller üreterek enerjilerini ve potansiyellerini tüketmek yerine; İslam Dini’nin ne olmadığını ortaya koymaktan çok ne olduğunu ortaya koyan bir yaşam modeliyle dünyaya sunmaları daha doğru bir tercih olur.
Netice itibarıyla günün şartlarına göre fen ve teknolojinin son gelişmelerinin takip edilerek alınması ve üretilmesi; eğitim-öğretimin modern usullerle donatılarak geliştirilmesi; kamusal ve sosyal hayatın her alanında çağa uygun metot ve tekniklerden yararlanılması; Allah’ın insanoğluna bahşettiği aklın ve bilimin tüm imkânlarından maksimum düzeyde yararlanılarak insanlığın hizmetine sunulması insanlığın ve İslâmlığın gereklerindendir.
“eğitim-öğretimin modern usullerle donatılarak geliştirilmesi; kamusal ve sosyal hayatın her alanında çağa uygun metot ve tekniklerden yararlanılması; Allah’ın insanoğluna bahşettiği aklın ve bilimin tüm imkânlarından maksimum düzeyde yararlanılarak insanlığın hizmetine sunulması insanlığın ve İslâmlığın gereklerindendir” diyorsunuz. Zaten tam da bu yapılmıyor mu? Çağa uygun metot ve teknikler Avrupa’dadır diye birebir taklit ediliyor düşmanımız Avrupa. İslâm’a önem verilmiyor. Müfredat Unicef’ten tercüme edilip Türkiye Yüzyılı modeli diye tanıtılıyor. Çözüm öneriniz var mı durum tespiti dışında?
“eğitim-öğretimin modern usullerle donatılarak geliştirilmesi; kamusal ve sosyal hayatın her alanında çağa uygun metot ve tekniklerden yararlanılması; Allah’ın insanoğluna bahşettiği aklın ve bilimin tüm imkânlarından maksimum düzeyde yararlanılarak insanlığın hizmetine sunulması insanlığın ve İslâmlığın gereklerindendir” diyorsunuz. Zaten tam da bu yapılmıyor mu? Çağa uygun metot ve teknikler Avrupa’dadır diye birebir taklit ediliyor düşmanımız Avrupa. İslâm’a önem verilmiyor. Müfredat Unicef’ten tercüme edilip Türkiye Yüzyılı modeli diye tanıtılıyor. Çözüm öneriniz var mı durum tespiti dışında?