Urfalı Şair Mehmet Âkif İnan, “Mescid-i Aksa’yı görmüştü düşünde” ve şöyle devam ediyordu:
Bir çocuk gibiydi ve ağlıyordu
Varıp eşiğine alnımı koydum
Sanki bir yer altı nehr çağlıyordu
Gözlerim yollarda bekler dururum
Nerde kardeşlerin diyordu bir ses
İlk Kıblesi benim Ulu Nebi’nin
Unuttu mu bunu acaba herkes…
Güzel Adam İnan, bu mısraları yazalı neredeyse yarım asır geçti ama Kanan Ellerinde yanan ateşe ne yazık ki henüz su serpilemedi… Mescid-i Aksa’yı düşünde gören belli ki sadece o şair değildi… Fatıma’dan beri Kerbela, ad değiştirip değiştirip yeniden Âlem-i İslam’ı sınıyordu. Sınanan insan, imtihanından bihaber hiçbir şey olmamışçasına yuvarlanıp gidiyordu. Mesela ben, Merva Subhi el-Batş… 33 yaşıma yeni basmıştım. İki oğlumu ve iki kızımı emperyalist devletlerin vatanıma açtığı bitmeyen savaşlarda şehit vermiştim. Bir mezarımız bile yok sorsanız. Kocam kim bilir nerede hangi zulme uğramakta…
Herkes gibi yaşayıp gidiyorduk, belki tuzsuzdu aşımız; dile gelmezdi katığımız çorbamız. Kendimizi bildik bileli, Akdeniz’di vatanımız. Büyük büyük gözü aç kimseler, bizi kendi toprağımızdan kovmak istediler. Sığamadık öz yurdumuza, naçar bedenlerimizde taşıdığımız kocaman yüreklerimizi hesaba katmamışlardı oysa! Başımıza cehennemi yağdırırken cennetin ruhlarımızda olduğunu bilememişlerdi.
Görüyorum ki vakit Ramazan, kara toprağa kefensiz girmeseydik tabun ekmeğimiz olurdu şimdiler… Demirhindi şerbetini pek severdi benim çocuklar. Kızlar kibbeyi, oğlanlar menâkişi tercih ederdi. Havalar pek sıcak olurdu Akdeniz akşamlarında, öyle serin serin kayısı suları içerdik. Ama bıldır Ekim’de, atalarımın anlattığı o dolmayan çile yeniden başladı. Bu kez hepsinden farklıydı. Kimse bu kadar uzun süreceğini ve Urfalı Şair İnan’ın o meşhur şiirindeki dizelerin aynıyla tekerrür edeceğini bilememişti. Kudüs göklerinin nuruna küfür ehlinin ateşi düşmüştü…
Burak dolanırdı yörelerimde
Mi’raca yol veren hız üssü idim
Bellidir kutsallığım şehir ismimden
Her yana nur saçan bir kürsü idim
Hani o günler ki binlerce mü’min
Tek yürek hâlinde bana koşardı
Hemşehrim Nebiler yüzü hürmetine
Cevaba erişen dualar vardı…”
Bütün direnişimize rağmen dört çocuğum da kollarımda şehit oldu. İsimleri “İslam’ın şehit neferleri”. Kollarına ve bacaklarına adlarını yazmıştık. Günlerce aç, susuz, toz duman içinde birbirimize sarıldık. Sonra postalı kanlı kişiler gelip beni ve kızlarımı zorla götürdüler. Oğullarımı gözlerimin önünde kurşuna dizdiler. Üstelik hiç utanmadılar, hiç arkalarına bakmadılar… Bastıkları toprakların kutsiyetini bir an olsun umursamadılar. Gözlerinde kan, ağızlarında salya… Ellerinde iblisin her türlü çirkefi vardı. Ancak dualar elbette cevabına erişecek, miraca yol veren bu kutsal üs, mutlaka şanlı zaferine koşmaya devam edecekti…
Devletimiz hastanenin ismini Şifa koymuştu; bizi vatansız bırakmaya çalışanlar ise burada mazlumların üstüne zulüm yağdırıyordu. Kadınların ırzlarına geçiyor, saçlarından sürüklüyor; onlara her türlü kötülüğü reva görüyorlardı. Dua ettim. Öyle çok dua ettim ki “Allah’ım benim ve kızlarımın bir an evvel şehadete ermesini nasip et de bu vahşete maruz kalmayalım” diye, bilmiyorum kaç gün kaç gece Yaradan’a yalvardım. Gördüklerime, işittiklerime daha fazla dayanamıyordum. Kızlarımın başlarını göğsüme gömüyor ve kulaklarını kapatmaya çalışıyordum. Dilediğim an geldi. Bir gece, Şifa’nın uzayıp giden karanlık koridorunda; bizi tutsak ettikleri odalardan birçoğunda, nasıl olduğunu anlayamadığımız bir yangın çıkıverdi. Koridoru aydınlatan alevler, bizim bunca aydır ateş düşen ocaklarımızın serinliği oldu âdeta. Şükrederek yandık… O yangında serinledi Mescid-i Aksa’nın gökleri. Namusumuza halel gelmeden Rahmet-i Rahman’a nihayet kavuştuk…
Bir garip Merva böylece geçti bu âlemden. Kimseler varlığını da hiçliğini de bilmedi. Dünyayı Kenan Ellerinde teşrif etmiş büyük şair Âkif İnan’ın mısraları kaldı yalnızca dilinde: