O kutlu savaşın şahidi yalnızca Süphandağı mıydı? Bütün yer ve gök, gündüz güneş, gece ay ve yıldızlar, kehkeşanlar şahid olmamış mıydı?
Malazgirt ovasında tarihin akışını değiştirecek bir rüzgâr esecek ve bu topraklar kutlu müjdeye mazhar olacaktı…Yüksek rakımlı ova bağrına takdir edilenin kanla yazılmasını bekliyordu.
İklim-i Rum’un fethi, dahası Kostantiniye’nin alınması ezelden yazılmıştı, kaderdi. Bunun için Emeviler, Abbasiler çok gayret gösterdi. Zaman zaman İstanbul kapılarına kadar vardılar, fakat varmak almak veya kalmak demek değildi. Belki de en şiddetli çatışma Malatya üzerinde oldu. Malatya’ya kadar ulaşan ve hatta bu şehri mekân tutmayı hedefleyen Müslüman iradesi bu topraklarda bir türlü sürekli kılınamadı, fakat yüzyılları aşan fetih destanına gür bir kaynak oldu.
İşte zaman o zamandı, kahraman o kahramandı…
Mahal ise Malazgirt…
Malazgirt kalesi önünde görünen ilk Selçukoğlu Tuğrul Bey’dir. Bu âdeta bir tanıma seferidir. Yaklaşık 20 yıl sonra yeğeni ve halefi Alparslan Malazgirt’i alıp güneye doğru seferine devam eder, hedefi Akdeniz’e ulaşmaktır.
Bu sırada Bizansın üç yıllık taze imparatoru Roman Diyojen Anadolu için son bir hamle yapmak gayretine düşmüştür. İki yüz bin kişilik muazzam ordusuyla Erzurum üzerinden Malazgirt’e gelir, kaleyi zapteder ve Müslüman ahaliyi kılıçtan geçirir. Alparslan’ın Akdenize ulaşma iradesi böylece sekteye uğrar. Halep’ten dönüşe geçmeye mecbur kalan Alparslan, Roman Diyojen’e barış teklif eder. Genç imparator mütekebbir ve mağrurdur, zamanın en büyük ordusunun başındadır; askerlerini Isfahan’da kışlatacaktır, teredüttsüz reddeder…
Mukadder olanın vakti gelmiştir… Esasen Bizans imparatoru kaderine yürümektedir: Onun vazifesi Selçuklu iradesinin kesin olarak Anadolu’ya yönelmesini sağlamaktır. O zorlamasa bu yöneliş gecikebilirdi, çünkü Alparslan’ın bu seferde nihaî hedefi Mısır’dı…
Malazgirt meydan muharebesi için “savaşlardan bir savaş” denilebilir mi? İşte onun İslâm tarihindeki yeri: Yermuk, Kadisiye ve Malazgirt! Halife’nin buyruğu ile bütün camilerde Alparslan’a ve ordusuna dua edilmesi, büyük hükümdarın cuma sabahı kefeni olacak beyaz elbiseyi giyerek secdeye kapanıp “Yarabbi! Senin azametin karşısında yüzümü yere sürüyor; seni kendime vekil yaparak uğrunda cihad ediyorum. Ey Tanrım! Niyetim halistir; bana yardım et, sözlerimde hilaf varsa beni kahret!” diye yakararak kendisi için takdir edileni talep etmesi ve nihayet askerlerine “Burada Allah’tan başka bir sultan yoktur; her emir ve kader tamamiyle onun elindedir. Bu sebeple benimle birlikte savaşmakta ve savaşmamak için uzaklaşmakta serbestsiniz” demesi… İlahî iradeye bu halisane teslimiyet Anadolu’daki tarihimizin önsözüdür…
Malazgirt ovası Bizans’ın geçmişi yüklenen devşirilmiş abartılı gücü ile Selçuklunun geleceği müjdeleyen mücessem varlığı arasında olup biteni anlatmakta âciz kaldı… Sultan Alparslan muharabe nihayetlendikten sonra İmparator Diyojen’le tam olarak neler konuştu? Esasında o gün sultanın otağında Anadolu’nun geleceği ile geçmişi konuşuyordu. Anadolu tarihinin bir sayfası kapanıyor, yepyeni bir sayfa açılıyordu. Alparslan mağlub ettiği Bizans’a bu toprakların müsamaha ile sahiplenileceğini gösterdi. Roman Diyojen esir edilmedi, âdet olduğu üzere öldürülmedi, zulme maruz bırakılmadı. Alparslan Allah’a and etmişti ki zaferi kazanırsa imparatora iyi davranacak… Diyojen alay ile imparator olarak başkentine uğurlandı. Malazgirt’te tecessüm eden yendiğini yaşatmak iradesi Anadolu’nun fethinin özüdür!
Anadolu’yu yurt tutmaya gelen Oğuzlar yakıp yıkan, öldüren işgalciler değil, ruh üfleyen, yaşatan fatihlerdi. Bu sebepledir ki, beş yıl sonra Selçuklu atlıları İstanbul önlerinde göründü: Kutalmış oğlu Süleyman Şah İznik’i 1075’te devletinin başkenti yaptı!
Muş Üniversitesi Malazgirt kahramanının adını taşıyor: Alparslan Üniversitesi! Üniversite’nin alameti lâle…Muş lâlesi kan kırmızı, Malazgirt şehidlerinin remzi… Muş lâlesi, bu topraklarda her bahar tazelenen sonsuza kadar var olma irademizdir. Malazgirt, bu coğrafyada varoluşumuzun işaret taşıdır. Bu gözle bakılırsa, Malazgirt Muş’ta değil, Muş Malazgirt’tedir; hatta bütün Türkiye Malazgirt’tedir!
Muş Osmanlı döneminde önce Van eyaletine, sonra Erzurum vilayetine bağlı bir sancaktır. Muş’tan yayılan bir ezgi asırlar sonra Malazgirt ruhunu kulaklarımızdan bütün hücrelerimize nüfuz ettirir. Yemen türküsünün her kıt’asında farklı bir renge bürünerek fışkıran hüzün hangi mümin kalbi titretmez? Asırlarca i’la-yı kelimetullah, Allahın adını yüceltmek için dönmemecesine gidenlerin ilahî nağmesidir bu… Derinlerden gelen figanımızdır, yürekten kopan şivanımızdır Yemen türküsü.
Kışlanın önünde redif sesi var…
….
Mızıka çalındı, düğün mü sandın?
*
Malazgirt savaşının iki kumandanının akıbeti merak edilmez mi? Mağlup Diyojen hain muamelesine maruz kalır, gözlerine mil çekilir, 1072’de sürüldüğü Kınalıada’da ölür. Alparslan da aynı yıl… Türkistan seferindedir… Amuderya nehri kıyısındaki Hana kalesini kuşatır. Kale kumandanı, batıniliği benimsemiş Yusuf el-Harezmi’dir. Kaleyi teslim edeceğini bildirince Alparslan’ın huzuruna çıkarılır. Fırsat bulunca koynunda sakladığı hançerle Sultan’a saldırır. Ölümün eşiğindeki yaralı Sultan son sözlerini tarih sayfalarına yazdırır: “Ne zaman düşman üzerine azmetsem, Allahü tealaya sığınır, O’ndan yardım isterdim. Dün bir tepe üzerine çıktığımda, askerimin çokluğundan, ordumun büyüklüğünden bana ayağımın altındaki dağ sallanıyor gibi geldi. ‘Ben, dünyanın hükümdarıyım. Bana kim galip gelebilir?’ diye bir düşünce kalbime geldi. İşte bunun neticesi olarak, Cenab-ı Hak, âciz bir kulu ile beni cezalandırdı. Kalbimden geçen bu düşünceden ve daha önce işlemiş olduğum hata ve kusurlarımdan dolayı Allahü tealadan af diliyor, tövbe ediyorum.” Alparslan’ın son sözü kelime-i şehadet olur…
Alparslan olmak ve Alparslan olarak ölmek, budur her halde!