eğitim,öğretim,terbiye,talim,Meb,Üniversite,öğrenci,öğretmen,muallim,öğretim üyesi,maarif,aile,
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak

İyimser

Bakınca ruhumuzu okşayan, okşadıkça huzuru nakşeden, biri bin eden, dünyanın giriş kapısına yazılmış “iyiliğinle gel” işaret tabelasına rağmen, güzel yaratılmış ne varsa, insan eliyle, insan diliyle bozulmasından belki de, yalnızlığım ete kemiğe büründü zaman içinde. Kapıyı zorlamak şöyle dursun, anahtarı unutmak istiyordum. Her şeye bir bahane bulmak zordur ama yalnızlığın bahaneye ihtiyacı olmadığını da anlamıştım. Onun köşeleri çoktur. Herkes bir köşe bulur. Gerçek yaşamı kaçıran, korkuları su geçirmez bir hâle getiren de işte bu yalnızlık olabilir belki de. Köşemizden kalkıp, yalın bir sevgiyle ölümün perdesini kaldırmam gerekiyordu. Bunun diğer adı belki de uyuşukluk. 

Yalnızlık duvarlarını ören bir çok sebep sıralayabiliriz. Ben bunu ilk kez çocukken öğrenmiştim. Saklambaç oyununda beni saymadılar. “Senin annen deli” Bu sözü duyduğum o gün on iki yaşındaydım. Maraton koşusuna katılmış olsaydım, birinciydim. Çünkü anneme anlatmak için sadece koşuyordum. Evde annemin olmadığını da unuttum. Sonra yolu bana çıkacak kapıları, pencereleri kapattım. Korkuyordum ama daha çocuktum, ölüm nedir bilmiyordum. Sobayı yakamazsam, üşümekten korkuyordum, ayakkabılarımın bağı yoktu, kavgada hızlı koşamazsam arkadaşlarım beni yakalayıp döver diye korkuyordum. Rüzgârın sesinden, eskicilerin beni kaçıracağı düşüncesinden. Bu kadardı korkularım, çünkü çocuktum hem de annem yoktu. Geriye kalanlar, cevabını bilmek istemedikleri soruyu yine de sordular: 

“Nasılsın? Bir ihtiyacın var mı?” 

Bazı şeyler için elimizden hiç bir şey gelmez. Unutulur da diyemem. Figüranlar bile rolünü o kadar iyi oynuyor ki, başrolde kim vardı bazen ben de karıştırıyorum. Olduğum yeri çitlerle kapatıp, çimlerden komşu, taşlardan arkadaş yahut sadece göğe bakıp, kolay yaşamayı seçip kendime böyle bir ev yapabilirdim. Muhtemelen kusursuz, mükemmel birisi olurdum. Kalbim kırılmaz ve kırmazdım. Hiç yalan söylememiş, hiç özür dileyecek bir hata yapmamış, kimseyi incitmemiş, bir ben mişim o masum çocuk. “Ben” de kalan, hiç koşmayan insanların bir dilenciden farkı yoktu. Avucuna iki kuruş atıp yalnızlığın acısını bir gün daha uzatmaktan başka nedir?

Çalıştığım nakış atölyesinde çok sık tartışmalar olurdu. Atölye sahibi duvara şu sözü asarak, her molada okuyup bahçeye ondan sonra çıkın demişti.

Kusursuz bir insan ararsan, dört dörtlük bir yalnızlık yaşarsın.

(Aldous Huxley)

İnsan insana yalın ayak koşmalı. Burada ki yalın bozulmayan iyimserlik. Menfaat duygusuna yer verilmeden sunulan sevginin karşılığı, huzur duygusunun bütün doygunluğunu hissettirir. Katışıksız iyimserlik sevgisini beklentisiz sergileyen insanların karmaşalarla işi olmaz. Ruhu daima dingildir…

Sevgisiz kalan insanların yalnızlığını, ölüm korkusu doldururken, etrafında ki herkesin kötü olduğuna kendini inandırır. Kendiliğinden güzel yaratılmış bir çiçek bile, bir kuş, bir çocuk sesi dahi onu rahatsız eder. Sadece kendi sesini duyan insanların yalnızlıklarına ortak olmanın bir yolunu bulmak imkânsız değil. Gönül güzelliğinin sevgiden geldiğini kabul ediyorsak, düşünebilme yeteneğinin de, yaratılış amacını bilmekten geldiğini söyleyebiliriz. Zor günlerdeyiz, her şey güllük gülistan demiyorum. İçimizin güzelliklerinden bir parçası gönül dedim, ruhumuz dedim ama bir de iyimserlik var ki, herkesin köşesinde oturup, “şu dünyada oldukça kötü, güzel insanlar atlara binip gittiler” deseler de, kazananlar dağları taşları aştı bile. Aşamamış olanlar olsa da, iyimserlik yolunda kanayan elleri, ayakları da değil, yürekleri. Onu en yüksek mertebede tutan da bu değil mi? 

Sevgide ve iyimserlikte cömert olmanın kimseye zararı olmaz. Etrafımızda, yaşadıklarına dayanarak kendi benliğine kapanıp, iletişim incelikleri kalınlaşmaya başlayan kabuklu insanlar var. O kabuğu kaldıracak tek duygu sevgi. Varoluşu kendiliğinden güzel, kaygıları yok eden bir güce sahip ve onu bize verenin bizden beklediği sadece yaymak, duyurmak, çoğalmasına neden olmak. Madame Rachilde’in “Güneş satıcısı” kitabında ki anlatım müthiştir! 

Paris’in bir köprüsü üzerinde bir satıcı bağırıyor, dil döküyor, sattığı nesnenin eşsiz güzelliklerini anlatıyor. Etrafındakiler başına toplanıp merakla soruyorlar: nedir acaba bu adam ne satıyor? İyice kalabalık olunca nihayet söylüyor: “Size güneşi, her gün gözlerinizin önünde duran, ama sizin yüzüne bakmadığınız, güzelliğini göremediğiniz güneşi satıyorum. Bakın; bakın! Sizin bütün hülyalarınızdan daha güzel değil mi?” Dinleyenlerin çoğusu umursamadan çekip gidiyor. Sadece bir kaç kişi: “Sahi! Bu ne kadar güzelmiş!” diyorlar…

İyimserliğin sesini kıstığımız için, bir süre sonra artık en yakınlarımızın bile derdi bir baş ağrısı bile yapmıyor. Yerimizin rahatlığı genişliyor ve arkamıza yaslanmaya başlıyoruz. Şu bir gerçektir ki, bir gün çalınan o kapı bizim ki olabilir. Hâlbuki hayatın içinde bize dair olmasa bile, insanlığa dair sislerin, kötülüklerin, çirkinliklerin, acıların karşısında irkilmenin kutluluğundan haberdar olmak zorundayız. İnsan toplumla ayakta kalabilir. Ben’den kaçarak biz’leşebilirsek, yargıların anlamsız, endişelerin yersiz, saplantıların fersiz olduğunu kanıtlarız, önce kendimize. “Hayat bizi bekliyor, gitmemek olmaz” demiş şair. İçimizde ki iyimserlik için her şeyi göze almaya değerdir hayat. Herkes arkasını dönüp gideceği yerde, bir tek onun yüzü kalacak geriye.

Eda Tosun

Yazarın Diğer Yazıları
Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.