Müslümanca duruşun üç sacayağı vardır; İlim, amel, ihlâs. Bu üç esas İslâm medeniyetinde üç kuruma dönüştü. Medrese, Mescid ve Dergâh. 3 Mart 1924 tarihinde çıkan kanunla medrese ve dergahlar resmen kapanmış geriye sadece camiler kalmıştı. Tek parti döneminde onların başına gelenler de erbabınca malumdur. Mescid bu üç kurum içinde en eski olanıdır. Mescid “ben” olmaktan “biz” olmaya yükselişin simgesidir. Mescid; Peygamber karargâhıdır. Mescid; başkanlık sarayıdır. Mescid; ıslâhın merkezidir. Mescid; Allah’ın evidir. Bu sebeple İslâm toplumunda gelinmesi en zor makam Mescide imam olmaktır. Kamu hizmeti yapan bütün devlet görevlileri arasında en çok nitelik imamda aranır(dı).
Hz. Peygamber vefat ettiğinde Ashabı Kirâm Efendimizin bıraktığı devlete başkan seçerken kriter olarak İmam olabilme niteliği üzerinde durmuş ve “Rasûlullah’ın âhiret işimiz olan namaz için başımıza tayin ettiği kişiyi biz nasıl olurda dünya işimiz için başımıza geçirmeyiz” demişler ve Hz. Ebû Bekir’i devlet başkanı seçmişlerdi. Allah’ın huzurunda bütün insanlar adına en önde duran kimse toplumda Allah’a en yakın olan kimsedir. Allah’a en yakın olan kimse ise O’na karşı sorumluluklarını en iyi şekilde yerine getiren kimse demektir. Kendi defterini doğru dürüst tutan kimseye başkalarının sorumluluğunu vermek de en akıllıca yoldur.
Fıkhî mezhepler arasında İmam olabilmenin şartlarını otuzaltıya kadar çıkaranlar vardır. Öyle ya Allah huzunda kulları temsil edecektir. Fıkıh literatüründe devlet başkanına “İmam” denir. Mezhep kurucularına İmam denir. İslâm’ın büyük âlimlerine İmam denir. Hal böyle iken zaman içinde İmam mevkiini işgal eden kimseler liyakatlerinde ciddi irtifa kaybına uğradılar. Devletin imamlara tahsis ettiği gelirler, imamlığın kurumsal hale gelerek maaş mukabilinde yapılır olması ile makamı büyütenler zamanla makamla büyüyenlere dönüştü.
Sanayi devrimi ile başlayan Fıkıh-Sosyal realite ayrımı her geçen gün mektebin lehine medresenin aleyhine olarak ilerleme kaydedince, inhitatın faturası da İslâm’a kesilince hukuk alanındaki Şer’îye –Nizamiye Mahkemeleri dualitesinin Şer’iyye mahkemelerinin kapatılmasıyla sonuçlanmasında olduğu gibi Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile medreseler kapatılmış ve medreseliler sakıncalı kimselere dönüşmüştü.
Ölü yıkayıcılığına indirgenen bu Peygamber varislerinin makamı, normal okullarda başarı elde edemeyen, ikmale kalan öğrencilerin son çare olarak sevk edildiği bir maişet temini uğraşına dönmüştü. Oryantalistlerin bilindik taktiklerinden biri toplumdaki kanaat önderlerini itibarsızlaştırmaktır. Mevlanaları, Yunus Emreleri, Hacı Bektaş Velileri, Edebalıları, Üftadeleri, Somuncu Babaları, Hacı Bayramları, Akşemseddinleri yetiştiren Tasavvufi müesseseler sahte şeyhlerin, müteşeyyihlerin piyasaya sürülmesiyle potansiyel gericilik ve yobazlık mihraklarına dönüştüğü gibi camilerimiz de liyakatsiz memurlar yüzünden sakıncalı mekanlar olarak değerlendirilme tehlikesi yaşamaktadır.
Mihrabın hakkını veren bir imam nasıl yetiştirilmelidir sorusuna cevap aramak bu yazının asıl konusu değildir ancak böyle bir müesseseye sahip olmadığımızı söylemek fazlaca iddialı bir düşünce olmasa gerektir. Pekiyi liyakati olmayan bir kimsenin öne geçip halka namaz kıldırması halinde ne olur? Namaz olmaz. Namaz olmayınca dualar da kabul olmaz. Zaten sahih bir namaz kılacak kadar yeterli düzeyde din eğitimi almayan insanımızın, çare olarak camiye gittiğinde orada da namazı olmazsa bu toplum olarak namaz ibadetinin ikame edilemediğini gösterir. Kaldı ki müslüman erkeklerin namazı cemaatle kılması âdeta bir zorunluluktur. Mesela Hanbelî mezhebinde mazeretsiz olarak cemaati terk edip evde kendi başına namaz kılan kimsenin namazı geçersizdir.
İmamlığın zaman içinde bir mesleğe dönüşmesi, yetersiz de olsa din eğitimi veren okullardan mezun olan başarılı öğrencilerin imamlığı tercih etmemesi, fiilen imamlık görevini yürüten kimselerin bir çoğunda liyakat sorunu yaşanması toplumda Mescidin de saygınlığının kaybına vesile olmaktadır. Elbette bu itibar kaybının yegâne sorumlusu din görevlisi değildir.
Önemli mevkileri işgal eden bazı kimseler zaman zaman dine katkı yapma dürtüsünü bastıramayarak “yeni bir şeyler söylemeli” güdüsüyle sahibi Allah, yazılı metni Kur’an, yegâne rol modeli Hz. Muhammed olan bu dine ille de bir şeyler katma histerisine kapılmaktadır. Bunu yaparken de eskilerin deyimiyle “Ma’bedin mehâbetini hetketmektedirler”. Yani caminin saygınlığını yerle bir etmektedirler.
Yazımızın başında fonksiyonelliğine göre ülkemizde mescid ya da cami olarak adlandırdırdığımız mabedlerimizin İslâm medeniyeti içindeki yerini dillendirmeye çalıştık. Bu seçkin kurumun kendine özgü kuralları, tabiri caizse içtüzükleri, girme şartları, içeride bulunma keyfiyetleri, ibadet esnasında diziliş hiyerarşisi, sesli veya sessiz icra edilmesi gereken mükellefiyetleri vardır.
Yüce Meclisin mehabetinden bahsedilir, mason locasına girenlerin içeride uyması gereken kurallardan bahsedilir, kadınların içeriye alınmadığı herkesçe bilinir, sıradan bir gece kulübüne girerken, resmi bir resepsiyona, kutlamaya giderken talimatlar sıralanır, giyeceğiniz kıyafete karışılır da Allah’ın evine girerken hayvan barınağına girer gibi mi davranılır? Şunu unutmayalım ki, caminin bize ihtiyacı yok, bizim camiye ihtiyacımız vardır. Cami bir siyasi parti ya da bir spor kulübü mü ki tek derdi taraftar toplamak olsun.
İslâmın mabedine abdestli girilir, sağ ayakla girilir, sol ayakla çıkılır. Camiye girerken itikâfa niyet edilmesi halinde içeride durulduğu sürece dünya kelamı konuşulmamaya gayret edilmelidir. Allah’ın evi olduğu için edebe muğayir kıyafetlerle girilmez. Setr-i avret şartında zikredilen sınır son noktayı gösterir ki o da yokluk zamanlarında kıyafet bulumayanlar için “hiç olmazsa bu kadarını örtün” demektir. Anadolu irfanın çok bilindik bir söylemi vardır: “Edeple giren lütufla döner”. Camiyi müze gibi ziyarete gelenlerin, özellikle kendini müslüman sayanlarındaki saygısızlık turistlerde bile yoktur. Öte yandan plaja gider gibi, termal bir kaplıcanın hamamına gider gibi kıyafetlerle namaza gelenler kutsal mekanımıza saygısızlık etmektedir. Huzurda olma şuurundan mahrum olarak yapılan hareketler ibadet değil fiziksel aktivitedir.
Camide namaz kılmanın en önemli unsurlarından biri saf sistemidir. Hz. Peygamberin dilinden safın önemiyle ilgili bir çok rivayet hadis kitaplarında mevcuttur. Liyâkati olan bir imamın hemen arkasına “Fatih” denilen yani imam okurken takılması halinde ona yardımcı olabilecek, önünü açacak ve gerektiğinde imamın yerine geçebilecek biri durmalıdır. Günümüzde bu kural maalesef neredeyse yok sayılmaktadır. Ya caminin müdavimi bir amca orayı kimseye kaptırmamakta ya da erken gelen rastgele duruvermektedir. Hele bir de meşhur futbolcuların forması ve şortuyla camiye gönderilen çocukların oraya duruvermesi tahammülü zor lakayıtlıklardandır. İmamın arkasına çocuklar durmaz. Saf ortadan tutulur. Tuğla dizilir gibi kenardan dizilmez. İlmi, irfanıyla maruf kimselere ön safta yer verilir. Yetişkinler ön saflarda olur, şayet birden çok saf varsa çocuklar arka saflarda, tek saf varsa safın kenarlarında durur. Kadınlar erkeklerle aynı safta durmaz. Arkada onlara ayrılan yerde durur.
Tabii bütün bunları söylerken hemen birilerinin ayranı kabarabilir ve bilgili bilgisiz kendince mesciddeki sisteme format atmaya kalkabilir. Siz Kudüsteki Ağlama Duvarına ya da Hz. Davud’un mezarına hangi dinden olursanız olun kipasız girebilir misiniz? Uçağa bindiğinizde Business Class’a oturabilir misiniz, bırakınız koltuğuna oturmayı lavobosunu kullanabilir misiniz? Ya gösteri merkezlerindeki localara gidip oturabilir misiniz? Bütün bunlarda hiç sorun çıkarmayan kimseler iş İslâmın mabedine gelince küstahlaşabilmektedirler. Birçok din görevlisi bu tür lakayıtlıklardan, aymazlıklardan rahatsız olmakla birlikte maalesef seslerini çıkaramamakta,çıkaranların başına da olmadık işler gelebilmektedir.
“Camide cemaatle namaz kılarken arka saflarda gülüşen çocuk sesleri yoksa gelecek nesiller adına korkun” hezeyanının dinle,imanla bir alakası yoktur. Mevzu hadislerde bile yer almayan bu cümle muhkem bir nass gibi bir dönem şayi olmuş ve yaptığı tahribat bugün dahi özellikle teravihlerde huşuu katletmiştir. İslâmın mabedi panayır yeri değildir, İslâmın mabedi oyun parkı değildir. Elbette çocuklarımız camiye gelmelidir, elbette camiye gitme alışkanlığı en güzel şekilde kazandırılmalıdır ama bunu camiyi sirke çevirerek yapamazsınız. Küçükken oynadığı yere büyüyünce giden yetişkin gördünüz mü? O da ancak çocuğunu görtürmek için gider. Çocuk büyüyünce küçükken yapamadığı şeylere heves eder. Allahın evini sevdirmek için kilise dernekleri gibi müştemilata oyun bahçeleri kurarsanız, bunun Vatikan’ı zor duruma sokan skandallarına da hazır olmanız gerekebilir. Çocuklar zaten İslâm fıtratı üzerine doğar. Uygun bir isim vermek, doğru bir din eğitimi ile donatmak ve hepsinden önemlisi helal yedirmekle işe başlamak gerekir. Beş çocuğunu da özenle giydiren Yahudi bir anne Ağlama Duvarı karşısında en ufak bir ciddiyetsizliğe izin vermemektedir. Çocukların cami içindeki huzur ve huşûu bozmaları sebebiyle bir çok yetişkin camiye ya gelmemekte ya da çekine çekine gelmektedir. Hele bir de “rahatsız olan gelmesin” talimatının Bakara 114 ve Alâk 9. Âyetlere rağmen verilmiş olması “bu kadar cehalet ancak tahsille mümkündür” kabilindendir.
Hz. Peygamberin “Kim şu bitkiden (sarımsak veya soğan) yemişse mescidimize yaklaşmasın” hadisi açık olarak cami cemaatini rahatsız edecek bütün kerih kokuları yasaklamıştır. Sigarasını söndürüp de camiye girenlerin safta sebep oldukları tahribat günah olarak onlara yeter de artar. Ter kokuları, çorap kokuları, elbiseye sinmiş yemek kokuları hep Efendimizin yasakladığı kötü kokular kapsamındadır. Güzel koku sürünmek basitçe bir eylem gibi gelse de kültürel bir alt yapı gerektirir. Klasik dini metinlerde insanların bilgi ve görgü düzeylerini koku sürünmeyle tasnif eden ibareler yer almaktadır. Dolayısıyla size hoş gelen bir koku bir başkası için son derece rahatsız edici olabilir.
Yapılan onca ikaza rağmen cep telefonlarının rastgele kullanılması da görgüsüzlüğün ayrı bir versiyonu olsa gerektir. Başkasının namazına engel olmak, namazdaki huşûuna zarar vermek günahtır ve kul hakkıdır. Bir de dünyanın en önemli randevularından biri olan Ravza-i Mutahhara ziyareti sırasında Efendimize saygı izhar etmek yerine sadece telefonla çekim yapanlar var ki onların göstermiş oldukları bu davranışların görevliler tarafından mutlak surette önceden engellenmesi elzemdir.
İmamlık görevi yapan kimselerin mutlak surette cübbe ve sarık kullanmaları, ağır bedeller ödenerek elde edilen bu kazanımların muhafazası için çok mühimdir. Mihraptaki ihmal zamanla kazanılmış hakların mahrumiyetine vesile olabilir. Hutbe metniyle imam ilk kez minberde karşılaşmamalıdır. Metni önceden dikkatlice birkaç kez okumalıdır. Hutbe metnini telefondan okumak da hitabın muhataplar tarafından ciddiye alınmasına engel teşkil etmektedir. Verdiğiniz değer kadar karşılık görürsünüz. Telefon ekranları genellikle masum olmadığı için şaibelere kapı aralamamakta yarar vardır. Görevli imamın dışında mihraba geçişlerde imamlıkta aranan şartların inceden inceye mevcudiyetine dikkat edilmeli, kolayca öne geçmemelidir. Zira cemaatten birinin rastgele öne geçip namaz kıldırmaya kalkması halinde arkada imamlığa daha layık birilerinin bulunması bütün cemaatin namazını tehlikeye sokabilir.
Sonuç olarak mescidlerimiz bizim toplumda var kabul edilmemizin en önemli sembolleridir. Mabedlerimizin itibarsızlaşmasına vesile olmamalı, vesile olanlara engel olunmalıdır. İsra Suresi 71. Âyette de vurgulandığı gibi mahşerde herkes imamıyla çağırılacaktır. Bu sebeple kimlerin arkasında durduğumuzun farkında olalım. Efendimizin mahşerde arşın gölgesinde duracak olanlar arasında “Gönlü mescidlere bağlı olanlar” tembihine dikkat edelim ve mutlaka bir mescidin kadrolu cemaatiymiş gibi o mescidin aktif olarak çalışmasını kendimize dert edelim. Gidemediğimiz bir vakit olduğunda cemaat tarafından fark edilmeye gayret edelim. Dünyada Allah’ın evinin hâdimi olanlar ahirette kendi köşklerinin hâkimi olacaktır. 
Kaleminize sağlık baştan sona ders alınacak bir yazı olmuş