Elçilik için Mekke’ye gönderilen Hz. Osman’a “O şimdi tavaf da yapar” diye arkadaşlarının gıpta ettiği günler…
Alemlerin Sultanı “Biz yapmadan yapacağını sanmam” buyuracak, gelince sorduklarında ise Hz. Osman’ın dilinden şu muazzam cümle dökülecektir:
“ O da çok özledi diye başımı kaldırıp bakmadım!”
Hicreti bir de yaşayanlar anlatmalıydı.
Bir daha ne zaman göreceklerini kestiremedikleri Kabe’yi, tekrar ne zaman döneceklerini bilmedikleri Mekke’yi arkada bırakma pahasına gidebilmekti, tek yönlü bir biletti hicret; gidişin müşkül, dönüşün meçhul olduğu yarınlara… Ve yarınların sahibi olan Allah, onlara, imanlarının yanında tevekkülü de azık vermişti.
Bu kutlu yolculuk yazıldığı kadar kolay olmayacaktı. Neticede hicret, bir peygamberin kendine inanan bir avuç arkadaşıyla birlikte, suyunu, havasını, insanını tanımadıkları bir beldeyi memleket yapmaya gitmesi değil miydi?
Davete icabet edilmişti ancak ensar ne kadar cömert olursa olsun vatan orada , kendileri buradaydı. Muhacirdiler, muhacir kalacaklardı.
En şerefli refakatçi, mağaradaki ikinin ikincisi, Yar-ı Gar…
“La tahzen innallahe meana” diyen Hz.Peygamber’e, “Canımdan değil sana bir şey olmasından korkuyorum” diyen Hz.Ebubekir…
Yeşil aba ile peygamberin yatağına yatan Hz.Ali …
Kılıcını kuşanan, cesareti ile tarih yazdıran Hz. Ömer…
Öldürülme pahasına hicret etmenin tarifini onlar yapmalılar.
Refakat etmek de , yatağa yatmak da, kılıcı kuşanmak da bizzat hicretti; Kabe’ye varmışken başını kaldırıp bakmamak da…
Onlar için hicret Allah’a imanın, Peygambere olan biatlarının, birbirlerine muhabbetlerinin ifadesiydi. Hicret deyince onlar, temelini Hz.Peygamberin önderliğinde attıkları islam devletinin ilk günlerini, bölüşülen tek hurmayı hatırlıyorlardı. Gün gelecek, Medine’den koskoca bir medeniyet doğacak ve tarih bu medeniyetin miladını “hicret” diye yazacaktı…
Bizim için hicret, 1 Muharrem 1445’ten mi ibaret?..
Ayşe hanım kaleminize yüreğinize sağlık.