Shakespeare’in “olmak veya olmamak” özdeyişinin bugün, bizim için tam karşılığı “Bilmek veya Bilmemek”tir. Hangi sahada olursa olsun, herhangi bir hastalık, problem, dert ancak sebepleri bilinince, yani teşhisi doğru yapılınca tedavisi yapılabilir. Aksi taktirde tüm çabalar heba olur. Hastalık da iyileştirilemediği gibi kangrene çevrilir. Bizde yaklaşık üç asırdır olan bu. Yanlış teşhis ve problemlerin giderek daha çetrefil, daha da karmaşık bir hal alması. Çare hep Batı’da, batı kapılarında aranır. Şahsizyetsizce zalimlerden merhamet dilenilir. Netice, Arif Nihat Asya (1907-1975)’nın deyimi ile “her gün kalemizin bir taşının daha düşürülmesidir”.
Teşhis yanlış, tedavi boş. Bilinmesi gerekeni bilmiyoruz. Kendimizi bilmiyoruz, dolayısiyle meselelerimizi. Medeniyetimizi bilmek de kendimizi bilmekle başlar. Saniyen Yaratıcı’yı. Yunus demiyor mu “…Sen kendini bilmezsen bu nice okumaktır?”. Okuma, tahsil kendini bilmekte düğümleniyor. Maarifimiz bunun yerine cahilliğe övgüler yağdırıyorsa, sormamız gerekmez mi bu nice okumaktır?
Eğitimimiz, öğretimimiz, tüm teşkilatımız bilmenin şu iki temel işlevini illâ ki var etmeli: İnsanın bir kendilik bilinci kazanması, yani içine yönelik bir “olma”yı başarması, bu bilinç, “tahkiku’z-zâtı” amaçlar. İkincisi dışa yöneliktir, tarih bilinci elde etmeyi amaçlar (Fazlıoğlu, 2016, s. 39). Yazar, ancak bu iki arayışın hülasasıdır ki çağımızda mesul-mükellef insan örneğinin inşasını ortaya koyabilir kanaatindedir. “Bilmeyi bilmek”ten başlıyor bu inşa. Çağımızda bu yüzden bilmenin düşünme, öğrenme ve biliş-zihin bilgisine dayalı bir bilme teorisi geliştirilir.
Bu bilmeme derdimiz epeyce eskilere kadar gider. Sezgin Hoca, bunun kırılması yolunda gerçekten zoru başarır. Dünya çapında eserler ortaya kor. Müslümanların bilimde, kültürde, felsefede, tefekkürde ne yaman mahsüller meydana getirdikleri gerçeğini anıt eserlerle önümüze serer. Bu zorlu çabalar, medeniyetimizi inşa ve imar eden şahsiyetlerin yeniden inşasının mümkün olacağının ispatıdır. Haliyle takliti, şahsiyetsizliği tedavi etmenin de.
Bu babda, Sezgin Hoca Kâtip Çelebi (1609-1657)’yi çok sevmesine rağmen hayli tenkit eder. Değerlendirmesi şöyle: “Kâtip Çelebi çok büyük bil bilgin. Mercator’un kitabını bir mühtedi Fransızla (Mehmed İhlasi) çevirir. Mercator’a karşı büyük bir hayranlık duyuyor ve müthiş bir aşağılık duygusu içine düşüyor. Çünkü, İslâm’ın coğrafya bilimine neler kattığını bilmiyor. Çelebi, o günün İslâm dünyasını bilmiyor.” Devamla bu menfi anlayışın ne denli yaygınlaştığına dikkat çeker: “Bizlerin kafalarında büyük Avrupalıların isimleri var. Kant (1724-1804)’ı, Dekart (1596-1650)’ı, Russell (1872-1970)’ı, vs biliyoruz ama kendi büyüklerimizden kaçını tanıyoruz? Mesela Cabir İbn-i Hayyan (721-815)’ı, Birunî (973-1050)’yi ve daha nicelerini. Gerçekte ne gibi keşifler yaptıklarını, bilim dünyasına katkılarını, vs bir kenara bırakalım isimlerini dahi zor hatırlıyoruz” (Sezgin, 2010, s. 79).
Halbuki bu bilim adamlarımız daha o devirlerde Batı dünyasında sözünün bile edilemediği bilimsel problemler üzerinde tartışırlar. Mesela Biruni ile İbn Sina’nın ışığın hızı üzerine yaptıkları tartışma hayli ilginçtir. Problem şu: “Işığın hızı ölçüsüz müdür, yani hız, namütenahi midir, yoksa ölçülebilir mi?” Yani bir zaman birimi ile ölçülebilir mi?
Biruni 27 yaşında, İbn Sina 18 yaşındadır bu tartışmayı yaptıklarında.
Bu, bugünün Türkiye’sinde bile çok zor olabilecek bir husustur. Biruni’nin İbn Sina’yı değerlendirişi de müthiştir: “Fazıl genç Ebu Ali” (Sezgi, 2010, 79).
Ve biz bunları hiç bilmiyoruz. Nereden geldiğimizi, neleri kaybettiğimizi hiç mi hiç bilmiyoruz. Nitekim büyük sahabi Hz. Ali Efendimiz bu kendilik bilincini kazanmış olmayı yüceltir. O kutlu söz şöyle: “Allah şu kişiye rahmet etsin ki, o kişi kendini tanımış, ölümü için hazırlanmış ve nereden geldiğini nerede olduğunu ve nereye gideceğini bilmiştir” (Fazlıoğlu, 2007, s. 39). Dolayısiyle arkamızda ne müthiş çağlar bıraktığımızı N. Fazıl’ın ifadesiyle, “güneşi cebimizde kaybettiğimizi” bilmiyoruz: Ve böyle muhteşem bir medeniyetin mensupları olduğumuzu da.
N. S. Banarlı bu bilmemeyi bir fazilet olarak gören Cumhuriyet aydınlarına telmihen Y. K. Beyatlı (1884-1958)’dan müthiş bir anektod aktarır:
Yahya Kemal Beyatlı çocuklarımıza
Fuzulî’yi bilmemek fâzilettir,
Nedim’i bilmemek fâzilettir,
Hamid’i bilmemek fâzilettir,
Selçuklu’yu bilmemek fâzilettir,
Osmanlı’yı bilmemek fâzilettir, hasılı bilmemek bir fazilettir diye öğretilir. Çocuklarımız bir de baktılar ki ne de çok fâziletleri varmış!
Günümüzde bu anlayış terk edilmiş değil. Aksine katlanarak sürdürülüyor. Fazlıoğlu, Abid el-Cabiri’nin “Arap Aklının Oluşumu” adlı eserini değerlendirir: Eser, İslâm düşünce tarihinin polisiye roman mantığıyle yazılmış güzel bir örneğidir. Cabiri’ye göre Gazali, İbn Heysem’in koyduğu ilmin kökünü kazmış, kurmaya çalıştığı rasyonal kritisizmin ruhunu boğmuştur. Evet, İbn Heysem Arap kültürü içerisinde yabancıydı ve onu kesinlikle etkileyememişti. Cabirî İslâm ilim tarihinde iki İbn Heysem olduğunu bilmiyor. Tabiyyundan olan Aristocu İbn Heysem ile, riyâziyyundan olan İbn Heysem. Evet, Gazalî birincisini boğmuştur, ama ikincisine arka çıkmıştır. Câbirî, birinciyi savunurken aslında ikinciyi savunduğunu bilmiyor (Fazlıoğlu, 2007, s. 82).
Kâtip Çelebi’nin hayranı olduğu Mercator’a gelince, hani onun da fâziletleri az değil! Sezgin Hoca, Mercator’u iyi bilir. Tüm bilim tarihini bildiği gibi. Şöyle der:
“Mesela haritalar konusunda Batılıların yaptığı, Müslüman coğrafyacıların yaptıklarını parçalama, yeniden birleştirme gibi usullerle kendilerine mal etme. Mercator, Hollandalı bir coğrafyacı. Büyük bir harita kitabı var. Ben, bunların –haritaların ona İslâm dünyasından geldiğine yüzdeyüz inanıyorum. Hollanda’daki bir adam Orta Asya’daki gölleirn, nehirlerin enlemlerini, boylamlarını nereden bileceğini sormaya başladım. İnsanlar gaflet içinde hala buna inanıyorlar. Ama ben fikirlerimi, kanaatlerimi, delillerimi ortaya koydum. Bu büyük hatayı düzeltmek için yedi yıldır bekliyorum, henüz bir cevap veren olmadı. (Bir iki müsper yazı dışında)”.
Bir özdeyiş hatırlıyorum: “Hırsız büyük bir fenerle geliyorsa bil ki daha kıymetli şeyler götürecektir.” Elma, armut, yumurta, tavuk, ve daha nicelerini çalma elbette hırsızlıktır. Ama bilmi, düşünceyi, fikri bunlara dayalı üretimi çalma yanında inci-mercanın çalınmasının sözü mü olur! Batı’nın bilim hırsızlığı meşhurdur. Sezgin Hoca bu konuda da mahir. Asırlar öncesinden Batılıların İslâmî bilimleri kendilerine mal etmede ne kadar usta olduklarını da pekçok çalışmasıyla ortaya kor. Hoca’nın örneği hayli fazla. Bizim için birkaçı kafi: Galen’in göze ait bir eseri vardı. 1928 yılına kadar bu eser Galen’in sanılıyordu. Julius Hirschberg adlı Yahudi kökenli bir Alman âlimi, bunun Huneyn bin İshak’ın kitabının tercümesi olduğunu keşfetti. Hirschberg, İslâm’da göz tıbbının 10. yyıldaki seviyesine Avrupa’nın ancak 18. yyılda ulaşabildiğini gösterdi.
Yine İbn Sina’nın taşlara dair bir kitabı 20. yyıla kadar Aristo’nun adıyla tedavüldedir. Dahası, 11. yyılda İtalya’da 25 tane çok mühim Arapça kitap tercüme ediliyor, bunların hepsi ya kendilerine, ya da Yunanlılara mal ediliyor (Sezgin, 2010, s. 82). Sezgin, Leonardo Da Vinci (1452-1519)’nin olanca şöhretine rağmen hiçbir alet yapmadığını, sadece krokilerini çizdiğini, çalışmalarını da Arap-İslâm kitaplarından aldığını (Bayhan, 73) ifade eder. Bunlar bitmez. Nihayet ilginç bir örnekle bahsi kapatalım. Fizik ve zaman hesabı üzerine İbn er-Rezzâz el Cezeri’nin el-Câmî’ beyn el-ilm ve’l-Amel En-Nafî Fî Eş-Şınaa Ti’l-Hiyel adlı kitabı muhteşem bir kitaptır (M.S. 1200). Dünyada 5-10 nüshası kalmıştır. Eser, Diyarbakır’lı bir İslâm alimi tarafından yazılmıştır. Oryantalistler kitabı 19. yyıl sonlarına doğru tanırlar ve etüd ederler. Bunun Ayasofya’daki bir nüshasını bir Fransız bilgin görmüş ve 1898’de dünyaya tanıtmıştır. Bunu duyan İstanbul’un İsveç Başkonsolosu hemen Ayasofya’ya gidiyor, her nasılsa memurla ilişki kurup (muhtemelen para karşılığı-N.T.) kitabın 36 sayfasını koparıp alıyor. Avrupa’ya taşıyor. Birkaç yıl sonra da Avrupa’da bunları sergiliyor. Kişi 1912-1913 yıllarında vefat eder. Sayfalar dünya kütüphanelerine dağılır. Sezgin’in eşi kitabın yayınlanması fikrini telkin eder. Hoca, üç-dört yıl içerisinde Kanada’dan Almanya’ya pekçok ülkenin kütüphanelerini gezer, sayfaları toplar ve nihayet Ayasofya nüshası böylece yayınlanabilir. Sonra kitap bir İngiliz bilgin tarafından çok güzel bir tercümeyle yayınlanır. Böylece kitap dünya şaheserleri arasına girer (Bayhan, 107).