Güngör, Müslümanların batıya hayli direndiklerini, ancak Hıristiyan dünyasının giderek güçlenmesi, baskısı, emperyalist uygulamaları dayanılmaz bir hal alınca, kurtuluş için çeşitli yollar aranır. 18. yüzyıldan sonra denge politikası güdülür. Abdülhamid gibi ehil ellerde böyle bir usülle bir yere kadar başarılı olunur. Ancak ehil ellerde olmadığı sürece bu politika çoğu defa zararla sonuçlanır. Tanzimatçı paşaların, vezirlerin elinde “eğer ben makamımdan olursam yahut şu makama getirilmezsem filan devletin desteğini göremezsiniz” şeklinde şantaja dönüşür. Çeşitli oyunlarla, hilelerle padişahın seçim hakkı engellenir. İkinci husus ise, Rusya yahut İngiltere bir diğerine karşı İmparatorluğun yanında yer aldığında, öyle tavizler koparır ki, neticede kaybeden devlet olur (Güngör, 2011, s. 135). Bütün bu yollar ve usuller sonuç vermeyince Müslüman idareciler, aydınlar kendi sistemlerini batı tarzı teşkilatlanmaya tâbi tutarlar. Ve bu yol giderek tek kurtuluş yolu olarak görünür. İşte böylece “kaçınılmaz kötü, vazgeçilmez iyi” olur. Şuurda bu derece kayıp, başlangıçta her ne kadar hafife alınırsa da, giderek bu taviz büyür ve İslam, aydınlarca geri plana itilir. İmparatorluk yıkılınca da “kayıtsız-şartsız” batı hakimiyet çağı oluşur. Güngör, Batılılaşma ile modernleşme arasında kesin bir ayrım yapılamamasından, İslam dünyasının şikayetçi olduğunu ifade eder. Yeniler, modernleşmeyi kabulle birlikte eskilerden bu konuda farklı düşünmektedirler. Ama şunu biliyorlar: Batı sistemine göre var edilecek bir hayat tarzı, İslâmî olandan ne sağlam ne verimli ne de kalıcıdır. Ve bütün batı müktesebatı aktarılmaya çalışılmasına rağmen, hiçbir İslam ülkesi, Batı’ya daha az bağımlı hale getirilememiştir. Üstelik batılılaşma Müslüman halk tarafından kabullenilmez ve lüks, israf, sefahat, gösteriş, cinsi laubalilik, kendilerini aşağılama olarak görülür.
Böylece Güngör meseleyi özünden yakalar: Olanbiten, yani Batı ile Hıristiyanlıkla mücadele, esasında İKİ İMANIN MÜCADELESİDİR.
Çünkü İslam doğduğunda iki büyük güç vardı. Sasani İmparatorluğu ve Bizans. Sasaniler kısa sürede yıkıldı, oraya İslam yerleşti. Bizans, Hıristiyan dünyayı temsil ediyordu. İslam’la onun mücadelesi gelişigüzel bir mücadele değildir. İki devletin mücadelesi de değildir. Aksine “İKİ İMANIN MÜCADELESİ”dir. Bu yüzden Hıristiyanlık, o tarihten beri İslam’ı en büyük ve en önemli rakip olarak görür ve bu dinin yenilmesini, gerilemesini, ezilmesini kendi yükselişiyle bir tutar. Bu düşünce hiçbir zaman değişmez ve değişmeyecektir. Haliyle İslam dünyası hep tarassut altında tutulur, özellikle birleşmeleri önlenir.