Günümüzde sömürgecilik, maddi sömürgecilikten ziyade zihinsel sömürgecilik olarak yerini koruyor. Kolonyalizmden sonra gelen emperyalizm 19.yüzyılın son çeyreğine kadar revaçtaydı. Ardından liberalizm, şimdi ise neoliberalizm olarak isimlendirilen zihinsel sömürgecilik epistemolojik, etik ve estetik değerlerde/değerlerle var oldu/oluyor. Bireyin hayatında ve toplumsal kültürde doğru-yanlış, iyi-kötü, güzel-çirkin olarak ölçütler geliştiren ve böylece varlığını sürdüren zihinsel sömürgeciliğin sürekli mutasyona uğraması, her defasında yeniymiş gibi algılanmasına neden oluyor. Cafcaflı isimlendirilmelerle insanın öneminin ve değerinin arttığına dair algı yaratılması, esasında onu tekrar kullanıma sokma isteğinden kaynaklanıyor. Her defasında parlatılmış geleceğin mümtaz bireyi olabileceği vaadi, onu makinenin bir dişlisi olmaktan daha elzem bir noktaya getirmiyor. Bir başka deyişle insanın hayallere kilitlenmiş alışkanlığı, kullanışlılığını artıyor. Nihayetinde kazanan hırs, kullanılan niyet, yorulan beden olduğundan hayat tecrübeyle neticelenmiyor. Tecrübe, ünlü “veresiye satan-peşin satan” tablosundaki sandalyede oturan, masasına yaslanan müflis tüccar gibi.
Evet, zihnin sömürülmesi esas sömürgeciliktir. Kültürü ve eğitimi temel alan, bunu dönüştürmeyi hedefleyen, devamı için asimiladolar yetiştiren zihinsel sömürgecilik türü, içinde bulunduğumuz çağın belirgin özelliğidir. İnsanlar, hem fiziksel hem de flu badirelerin varlığına alıştırılmış bir zihinsel duruma sahip olmaları nedeniyle, içinde bulundukları durumun vahametini görmekte zorlanıyorlar. Mesela ekonomi kapanına sıkıştırılmış olmalarına inanamıyorlar. Her zaman gidebilme /kazanabilme ihtimallerinin olması, hiçbir zaman gidemeyecek durumda olmalarına inanmaya mani oluyor. İhtimal olgusunun, her zaman umut vaat ettiği ama nadiren gerçekleştiği, buna karşın sermayeciye sürekli kazandırdığı göz ardı ediliyor. Evet, kimi zaman ihtimal, ihtimamı ortadan kaldırır.
Bir Nijeryalı ile Rus, bir Kırgız ile Norveçlinin aynı zihinsel sömürü ikliminde yaşadığına inanmamak için Norveçlinin ve Japonun daha iyi hayat yaşadıklarına inanmak gerekir. İstatistikleri tutulmadığı yahut çok az tutulduğu için Nijerya’da ya da Kırgızistan’da stressin yarattığı bedensel ve psikolojik sonuçları bilmiyor olmamız nedeniyle Norveçlinin yahut Japonun strese rağmen daha iyi hayat yaşadıklarını, elimize verilen parametrelerle peşinen kabul ediyoruz. Ne var ki istatistiğin bizzat kendisi stres kaynağıdır. Bugün istatistiği insan ve toplum hayatından bir günlüğüne kaldırdığımızda, hayatı da bir günlüğüne normale döndürmüş oluruz oysa.
Kendilerine vadedilen (!) topraklara sahip olmak isteyenler, bu süfli hedeflerine ulaşmak için, geride kalanlara eğitimle daha iyi bir gelecek vadediyorlar. “Vadedilen gelecek”, “vâdedilmiş toprakların” kapitalizme yansımasıdır bu nedenle. Böylece eğitime hapsolan geleceğin bu müritleri, mutluluk vaadiyle oyalanırken, onlar da kestirmeden hedeflerine varacaklarını düşünüyorlar. Zihin sömürgeciliğinin bu çeşidi, “tavşana kaç, tazıya tut” oyunu merkezinde sistemleştirilen eğitimle var oluyor elbette. Eğitime girdikçe tutsaklık artıyor, tutsaklık arttıkça daha fazla eğitime muhtaç hale geliniyor. Bu devran, bu döngü, bu tutsaklık ve bu hengâme olası feveranın panzehiridir. Döngüden, bu zihinsel sömürü döngüsünden çıkmak gerek. Bunu yapacak olan şeylerden biri “az”la tanışmaktır. Az, insanın kurtuluşudur. Kültürlerin, kadim kültürlerin hemen hepsinin hem önerdiklerinin hem de var olma sebebinin “az” olmasının nedeni, insanı özgür kılmak içindir. Az, insanı çok; çok, insanı az; hiç, insanı tam var eder, der tasavvuf erbapları. İnsanlık ancak “azın” hikmetini anladığında yeryüzünde adaletin gerçekleşmesi için sömürüye boyun eğmeyecektir.