Soru şuydu âlem-i ezel ve ervahta “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?”, cevap da istisnasız şöyle verilmişti her birimizin ruhları tarafından “Evet, şahit olduk Rabbimizsin”. Böylece semavât ve arzın yüklenmekten imtina ettiği, çekindiği emaneti üstlenmiş, Vahid olan Allah’a (cc) kulluk yapmak üzere söz vermiştik.
Vahid olana söz vermiştik, yani tek olana, bir olana, eşsiz olana, bütün noksan sıfatlardan münezzeh, bütün kemal sıfatlarla muttasıf olana. Onu birlemeye, O’na eş ve ortak koşmamaya, O’ndan gayrisini Rab bilmemeye iman ve yemin etmiştik. O’ndan ne gelirse tereddütsüz inanmaya, O’nun rehber gönderdiklerine tâbi olmaya söz vermiştik. Ancak bu yolla dünya hayatımızı en şerefli bir surette iktisap ve temin edecek, ahiret hayatımız için de en kâmil biçimde gereken hazırlığı yapabilecektik.
İnsanoğlu ne kadar nankör ve zalimdir ki yeminlerimizi, sözlerimizi unutuverdik. Oysaki dünyada bize Halık’ımızın arifi, Mabud’umuzun âbidi, nefsimizin hâkimi ve vaktimizin nazımı olmamız emrediliyordu kıyamete dek.
Bizim sözleşmemiz dünyada işlerimizin yolunda gitmesi, rahat ve huzur içerisinde bir hayat sürmek için değildi. Oysaki, hemen her gün duyarız etrafımızdaki insanlardan bir sıkıntı ve derde maruz kaldıklarında “Allah’ım ben bunu hak edecek ne yaptım ki?”, “Allah’ım niye bu musibet benim başıma geldi?” diye. Musibetleri hak etme noktasında bana kalırsa hiç de öyle serzenişlerde bulunmaya hakkımız yoktur. Kaldı ki sebepsiz ve hak etmeden de musibetlere duçar olabiliriz şu üç günlük imtihan dünyasında. Çünkü biz denenmek için gönderildik, imanımız, inancımız, sabrımız ve şükrümüzden sınanacaktık. Sonunda da bakılacaktı ne kadar “rıza” makamında olduğumuza. “Lütfun da hoş, kahrında hoş” diyip diyemediğimize. Eğer tüm musibetler kulun hatalarının bir sonucu olarak onlara verilmiş olsaydı, o vakit Allah’ın en sevgili kullarının, peygamberlerin hayatlarının naz ve naim içerisinde geçmeleri icap ederdi ki bunun böyle olmadığına tarih şahittir. O zaman önce bu husustaki yanlış anlayışlarımızı bir kenara bırakmamız gerekmektedir. Rıza makamında kuşanacağımız bir tavır ancak Rabbimizin de bizden razı olması anlamına gelecektir.
Büyükler, bu yolun uluları ancak bu makamdaki sabır ve teslimiyetleri ile hakiki kul ve ümmetliğe yol bulmuşlardır.
Rabbi Tealâ’nın tevhidi hususunda da çok büyük eksikliklere sahibiz. Öncelikle bir talebimiz olunca kime iltica ediyoruz, kimden ve kimlerden medet umuyoruz. Kimden korkuyor, kimin ne dediğini önemsiyoruz hal ve hareketlerimizde. Kimin rızasını ve tepkisini en başa koyuyor, kimlerin önünde eğiliyoruz. Özetle bizi ve hayatımızı kim yönetiyor, kim yönlendiriyor. Sahi biz kimin kuluyuz? Kaç tane yıkılması gereken put var kalplerimizde hiç saydık, sıraladık mı? Halbuki bir işe niyet ederken de, o işi yaparken de “şu ne der, bu ne der, o darılır mı, beriki kırılır mı?” sorularını sormadan önce “Allah ne der, yani beni yaratan, yaşatan, rızıklandıran ve sonunda hesap gününün yegâne sahibi olan, hesap soracak ve hesap verilecek tek makam olan Rabbim ne der?” dememiz gerekmiyor mu? Rabbimiz bizden beşer için en yüce makam olan kulluğu talep ederken biz hangi oyuncakların peşinde koşmuşuz meğer. Bırakın amelleri daha niyetlerde bile itidali tutturamamışız ki. Neyin hakkımızda hayırlı olup olmadığını bilmeden ve aslında talep ettiklerimizi hak edecek en ufak bir şeyler dahi yapmadan, sadece nefsimize hoş gelecek şeyleri talep etmişiz, utanmadan, sıkılmadan. Hatalarımıza, günahlarımıza son vermeyi dilemeden, tövbe etmeden, pişmanlık duymadan, habire istemişiz mal, mülk ve güce kavuşmayı, her birinin hesabını nasıl vereceğimizi dahi düşünmeden. Oysaki Hz. Ali (ra) bir duasında şöyle diyordu “Ya Rabbi, gönlümde olanı hakkımda hayırlı eyle, hakkımda hayırlı olana da gönlümü razı eyle”. Sizce de bu duruş ve tavır daha uygun değil mi?
Bu anlamda bize emanet edilen en mühim şey olan vaktin nasıl geçirildiği ve nerelerde, ne uğurda harcandığı sorulacak soruların başlarında gelmekte belki de. Vaktinin nazımı olmaktan bahsettik başta, yani vaktine nizam vermekten. Vaktini razı olunanla, razı olunanda harcamaktır bunun kısaca anlamı. O halde dönüp dünya hayatından çaldığımız saatlere, günlere, yıllara bir bakmaya ne dersiniz. Nerede geçirmişiz bir daha geri gelmeyecek olan o kıymetli vakitlerimizi. Nelerin peşinde koşmuş, neleri birinci derecede önemsemiş, neyin uğrunda savaşmış, neyin mücadelesini vermişiz. Cevaplara baktığımızda bunların pek de öyle iç açıcı, yaratılış sırrına ve Allah’a (cc) olan ahdimize uygun olacağını tahmin etmiyorum. Bunu değerlendirmenin yolu yöntemi de çok karmaşık değil aslında. Resûlullah’ın (sav) her hal ve safhası ile hayatı, duruşu, samimiyeti, etrafındakilerle münasebetlerini tesis ediş biçimi, haksızlık, zulüm ve Allah’a (cc) ve O’nun yolunda gidenlere düşmanlık edenlerle olan mücadelesi ile kendi hal ve hareketlerimizi bir mukayese edelim yeter. Heyhat, heyhat, meğer şu kısacık hayatımızı ne kadar da boş ve faydasız şeylerle heba etmişiz, değil mi?
Öyleyse, gelin yeniden başlayalım her şeye. Yeniden iman edelim “Ey iman edenler, iman ediniz” haberi mucibince inanmamız gerekenlere. Hayatımız ve ölümümüz O’na doğru, O’nun için, O’nun yolunda olsun ki hem alıp verdiğimiz her bir nefes kıymetli, hem attığımız her adım anlamlı olsun. Ve ihmal edilen, yaradılış gayesinden uzaklaştırılan, örselenen ruhlarımız yeniden hayat bulsun.