“Hamdım, piştim, yandım” der ya erenler, işte ham olan, hamlığının farkında olanlar içindir pişmeyi istemek, yanmaya talip olmak. Dert sahiplerinin, sızı sahiplerinin işidir ateşin etrafında pervane olmayı dilemek. Korkmak onlara hastır, ümit etmek de. Onlardır dertleri derman bilen, onlardır yaram yârimdir diyen. Ancak onlardır “yüzük olmak isteyen taşın, ezilmeyi yontulmayı göze almak zorunda olduğu”, “kilime sopa ile defalarca vurmaktan muradın tozunu almak olduğu” sırrına Mevlâna’ca vakıf olan.
Heyhat, heyhat! Ne dert sahibi kalmış, ne de yüzük olmak isteyen. Her birimiz o kadar memnunuz ki hâlimizden, hâlimizi bilmeden. Herkes âlim, herkes mürşit, herkes olmuş, pişmiş, yanmış sanki. Ne kalbimizde yas, ne gözümüzde yaş var artık. Dert edindiklerimizi yazıp birer birer kâğıda döksek de sonra okuyuversek bir zaman sonra, önce kendimiz güleriz hakikatte ağlanacak hâllerimize. Dünün dertlilerinin dertleri sanki uzak hayallerde kalmış, afakî terennümler olarak algılanmakta ruh âlemlerimizde.
Şimdi ne gerek vardı ki canım bunları düşünüp de içimizi karartmaya gibi bir itiraz da gelebilir elbette. Sahi, ne güzel yaşayıp gidiyorduk basit, sade ve sıradanlaşmış mütevazı hayatlarımızda da denilebilir. Sabah işe geliyoruz ne güzel, akşamki dizileri veya maçı konuşuyoruz, biraz ordan biraz burdan birilerini çekiştiriyoruz. Biraz çalışıp, çokça yorulup akşam hanemize vasıl oluyoruz. Eğer dışarıda meşru olmayan eğlenceli bir hayatımız yoksa (umulur ki yoktur), yemeğimizi yiyip, televizyonun başına kurulup, çayımızı yudumlayıp, çoluk çocuğa da bir iki kelâm edip, alel usul “derslerini çalıştın mı?, okul nasıldı?” beylik cümlelerimizi yineleyip, o gün düşünüp, yarın konuşacağımız gündem de yüzlerce kanaldan kalplerimize ve beyinlerimize enjekte edildikten sonra yataklarımıza uzanıp mışıl mışıl uyuyor, uyutuluyor, uyuşturuluyor ve ertesi sabah aynı dayatılmış hayatları yaşamaya mahkûm insanlar olarak yeni güne, bir türlü yenileyemediğimiz günlere merhaba diyoruz. Bize ne başkalarının derdinden, bize ne kim ne çekiyormuş, kimin ekmeği varmış, kim hastaymış, kim dertliymiş hassasiyetsizliğinde bir aymazlıktır aslında hayat diye yaşamaya çalıştığımız şey.
Bu mu olmalıyız, böyle mi yaşamalıyız. Biz bu kadar olalım diye mi yaratıldık. Bu hâllerimizle mi yeryüzünde Allah’ın (cc) halifesi olmaya namzediz. Ne başkalarının derdiyle dertlenir, ne de kendi derdimizin ne olduğunu anlamaya çalışır olduk. Biz kimiz sahi? İman ehli olmak, hatta sadece insan olmak bile çok daha fazlasını muktezidir oysaki. Başlı başına bu hâllerimiz bile dert olarak yeter de artar bile. Dedik ya hamız gerçekten ama bunun farkında olmaya, bu gerçekle yüzleşmeye cesaretimiz yok.
Bir farkına varsak halbuki, dünya kadar arayışa gireceğiz, bir alay eksiğimiz ortaya çıkacak, bunları tamamlamak için çareler arayacağız, yeniden insan gibi insan, kul gibi kul olmaya çalışacağız, bu yolda gitmişlerin o zorlu ama bir o kadar da parlak izlerini takip edeceğiz, yüreklerimiz acziyetle, abdiyetle tanışacak, sıkıntılanacağız daha iyi olamadık diye, dertleneceğiz bırakın bu günü, şu anımız da boşa geçti diye, yaralanacağız, ezileceğiz, üzüleceğiz. Hamlığımızla tanışacağız, pişmek isteyeceğiz yanmaya doğru. Sonra piştikçe olgunlaşacak, kemâle erecek, yanmada derman bulacağız.
Elbette bu tür bir sızı sahibi olmak nefse hoş gelmeyecektir. Kendinden ve halinden razı olanlar için derde talip olmak anlamsız, mistik fanteziler olarak algılanabilecektir. Bizim sözümüz, özünü hatırlamak, özüne dönmek isteyenlere, ten kafesinde esir olup da vatan-ı aslisine dönmek için çırpınan ruhları azat etmeyi murat edenlere. O yolda her türlü çile ve ızdıraba talip olanlara. Hz. Mevlana’nın da dediği gibi “parmaklara yüzük olmak uğruna taşlığından geçmeyi” dileyip bu uğurda her cefaya razı olanlara…