Eğitim, yalnızca bilgiyi kafaya doldurmak değil; elin, aklın ve vicdanın birlikte ustalaşmasıdır. Mesleki eğitim ise bu ustalığın en somut hâlidir, bir diğer deyişle teorinin atölyede, formülün uygulamada ete kemiğe büründüğü yerlerdir.
Bir usta ile çırağın yan yana çalıştığı atölyede öğretilen hayat bilgisinde hem üretimin inceliği hem de çalışma onuru vardır: marangozun ilk doğru kesişi, demircinin kıvılcımında sabır ve titizlik, terzinin dikişinde tarih taşır.
Meslek sahibi olmak bireye ekonomik bağımsızlık sağlar; ama daha da önemlisi, bireye kimlik, toplum içinse dayanıklılık ve sürekli bir yaratıcılık zemini sunar. Zanaatkârlık yalnızca geçmişin koruyucusu değil, aynı zamanda yenilik için bir laboratuvardır. İyi öğrenilmiş bir beceri, değişen koşullara hızla uyumlanabilen bir sermayedir. Bu yazıda mesleki eğitimin hem bireysel hem toplumsal kazançlarını; eğitim politikalarından atölye pratiklerine, başarı örneklerinden ölçülebilir etkilere dek adım adım tartışacağız.
Mesleki eğitimin avantajı, gençlere yalnızca iş değil aynı zamanda hayata tutunacak somut bir beceri kazandırmasıdır. TÜİK verilerine göre Türkiye’de işsizlik oranı 2024 itibarıyla %9 civarında seyrederken, mesleki ve teknik lise mezunlarının istihdam oranı genel lise mezunlarına kıyasla çok daha yüksektir. Örneğin, otomotiv ve yazılım gibi alanlarda mesleki eğitim almış gençler, mezuniyetlerinin hemen ardından iş bulabilmekte, kimi zaman da kendi işlerini kurabilmektedir. Almanya’daki “dual sistem” gibi modellerin Türkiye’ye uyarlanması, sanayi ve üretim gücümüzü artıracak stratejik bir hamledir. Çünkü Türkiye gibi genç nüfusu yüksek, üretim potansiyeli güçlü bir ülkede mesleki eğitim yalnızca bir tercih değil, kalkınmanın anahtarıdır.
Mesleki eğitimin önemini en açık biçimde gösteren örneklerden biri Almanya’dır. “Dual sistem” adı verilen modelde öğrenciler haftanın belli günlerinde okulda teorik eğitim alırken, diğer günlerinde doğrudan fabrikada veya atölyede çalışırlar. Bu sayede Almanya’da genç işsizlik oranı %6’nın altındadır; yani Avrupa ortalamasının yarısından bile daha düşük. Benzer şekilde Güney Kore, 1960’larda yoksulluk içindeyken meslek liseleri ve teknik enstitülere yaptığı yatırımla kısa sürede elektronik ve otomotivde dünya markaları çıkarabilmiştir. İsviçre’de ise lise öğrencilerinin yaklaşık %70’i mesleki eğitim yolunu seçer ve bu tercih ülkenin yüksek üretkenlik seviyesini besler.
Dünyanın farklı bölgelerindeki bu örnekler gösteriyor ki mesleki eğitim, bireylere iş güvencesi sağlamakla kalmaz; devletlerin rekabet gücünü ve ekonomik bağımsızlığını da belirleyen kritik bir unsurdur.
Meslek liselerinin önemini herkes kabul ederken, ailelerin çocuklarını bu okullara yönlendirmekte isteksiz davranmasının altında derin toplumsal ve kültürel sebepler yatıyor. En başta, Türkiye’de “iyi okul” denince akla kolej ya da akademik ağırlıklı liseler geliyor; meslek lisesi ise çoğu aile için “son çare” olarak görülüyor. Bunun temelinde, toplumda saygınlığın daha çok beyaz yakalı mesleklerle ilişkilendirilmesi var. Bir genç mühendis olursa, doktor ya da avukat olursa “başarılı” kabul ediliyor; ama torna tezgâhında yetişen bir ustabaşı ya da kaynakçı olduğunda çoğu kez emeği görünmezleşiyor. Bu algı aileleri korkutuyor.
Öte yandan meslek liseleri ve sanayinin çevre ve ortamına dair kaygılar da söz konusu. Sanayi bölgelerindeki çalışma koşullarının yorucu olması, iş güvenliği tedbirlerinin yüzeyselliği, iş ortamlarının tekinsiz görülmesi, kimi zaman yetersiz beslenme ya da ağır iş yükü altında öğrencilerin yıpranması, ailelerde olumsuz tesirlere kapı aralıyor. Üniversiteye geçiş imkânlarının daha dar ve zor olması, öğrencilerin “gelecek kapılarının kapanacağı” endişesiyle aileleri geri adım atmaya itiyor. Yine toplumun farklı kesimlerinde hissedilen haksız bir mukayese de var: Kolejli gençle meslek liseli genç aynı masaya oturduğunda, çoğu zaman kolejliden yana bir üstünlük atfediliyor. Bu bakış, ailelerin gözünde çocuklarının sosyal hayatta geride kalacağı korkusunu güçlendiriyor.
Oysa meseleye istatistiklerle bakıldığında tablo bu kadar karanlık değil, tam tersi istikamette. Meslekî ve teknik lise mezunlarının iş bulma oranı, genel lise mezunlarının epeyce bir üzerinde. TÜİK 2023 verilerine göre meslek lisesi mezunlarının %67’si mezuniyet sonrası ilk 2 yıl içinde istihdama katılabiliyor. Ayrıca bugün Türkiye’de sanayi ve hizmet sektöründe en çok ihtiyaç duyulan ara eleman açığı 700 binin üzerinde. Yani iş dünyası, aslında meslek lisesi mezunlarını bekliyor. Buna rağmen ailelerin zihnindeki “saygınlık” algısı, bu çıplak gerçeği gölgelemeye devam ediyor.
Meslek liselerinde eğitim yalnızca tornavida, kaynak ya da bilgisayar programı öğretmekle sınırlı değil; aynı zamanda öğrenciyi hayata hazırlamakla da ilgili. Burada en büyük görev aslında kültür dersleri öğretmenlerine düşüyor. Çünkü meslek öğretmenleri genellikle işlerini hakkıyla yapıyor; öğrenciyi mesleğin teknik boyutuna hazırlıyor. Ancak kültür öğretmenleri çoğu kez meslek lisesine, “ikinci sınıf okul” gözüyle bakarak geliyor. Oysa tam tersi, onların en büyük fırsatı burada gizli. Çünkü meslek lisesi öğrencisi, hayatla daha erken yüzleşmiş, üretime daha çabuk katılmış bir gençtir; onun edebiyat, tarih ya da felsefe derslerinde duyduğu söz, belki de en çok onun zihninde yankı bulacaktır.
Ama pratikte, kültür dersleri kimi zaman ihmal ediliyor; “zaten üniversiteye giremeyecekler” önyargısıyla öğretmenlerin motivasyonu düşüyor. Oysa tarih boyunca zanaatkâr kökenli nice büyük düşünür, sanatçı ve yazar çıkmıştır. Örneğin Fransız edebiyatının en önemli kalemlerinden Émile Zola, basım işçiliğinden geçerek yazar olmuştur. İngiltere’de Nobel ödüllü şair Philip Larkin, kütüphanecilikten gelen bir disiplini edebiyata taşımıştır. Bizde de Mehmet Akif Ersoy’un veteriner hekimliği eğitimi almış olması, Cemal Süreya’nın Maliye Bakanlığı’nda müfettişlik yapması, Necip Fazıl’ın bankacılıktan edebiyata ve sanata yönelmesi, Oğuz Atay ve hocası Mustafa İnan’ın mühendis olmaları, daha pek çok isim… meslek ve zanaat tecrübelerinin sanatla buluşabileceğini ziyadesiyle gösterir. Dahası, Türkiye’nin sanayi öncüleri arasında üniversiteye gitmeden kendi atölyesinden dünya markası çıkaran girişimciler vardır. Bugün akademide de mühendislik ya da işçilik kökeninden gelip edebiyat ya da sosyal bilimlerde eser veren akademisyenler mevcuttur.
Kültür öğretmenlerinin meslek liselerindeki en büyük sorumluluğu, öğrencinin teknik becerisini entelektüel bir ufukla desteklemek olmalı. Bir kaynakçının Nietzsche okuması, bir tornacı çırağının Yahya Kemal’in bir şiirini yorumlaması, bir yazılım öğrencisinin Dostoyevski’den ders çıkarması mümkündür.
Öğretmen, meslek lisesi öğrencisinin ufkunu genişletirse, belki de Türkiye’nin en özgün düşünür ve sanatçıları bu okullardan çıkacaktır. Ama bunun için kültür dersleri asla ihmal edilmemeli, tam tersine mesleki eğitimin ruhuna entegre edilmelidir.
Sonuçta, ailelerin meslek liselerini tercih etmeme sebeplerini anlasak da, asıl değişim öğretmenlerin, özellikle de kültür dersleri öğretmenlerinin öğrenciyi nasıl gördüğüyle başlar. Onlar öğrenciyi “kaybolmuş” değil, “yarının ustası” olarak görmeli. Böyle bir bakış, ailelerin kaygılarını da zamanla azaltacak, meslek liselerini yeniden cazip bir seçenek hâline getirecektir.
Önce kısa bir özet: elimizde yüksek NEET (egitimde/işte olmayan genç) oranı, işgücünde kapanmayan nitelik açıkları ve aynı zamanda mesleki eğitimin istihdama hızlı geçiş sağladığını gösteren kanıtlar var. Bu çerçevede öneriler hem sistemik (politik, mevzuat) hem uygulamalı (okul-işyeri ortaklığı, öğretmen, öğrenci refahı) hem de kültürel (saygınlık, aile iletişimi) boyutları eş zamanlı ele almalı. Aşağıda her madde pratik adımlar, örnekler ve mümkün olan yerlerde kaynaklarla desteklenmiş biçimde özetledim. Ciddi bir internet taramasıyla çok daha çeşitli ve detaylı bilgiye ulaşmak mümkün.
Aşağıdaki çözüm öneri ve teklifler hiç uygulanmamış, düşünülmemiş, yapılmamış misaller değil elbette. Bir bütünlük oluşturması hasebiyle bunları özlü ve özgün bir şekilde bir araya getirmeye gayret ettim.
İŞKUR’un işbaşı eğitimleri gibi programlar hâlihazırda eğitim-iş eşleştirme yapıyor; bunların kalite kriterine sahip olması ve öğrenci haklarını garanti etmesi öncelik olmalı.
Toparlayacak olursak; politika kararı tek başına yeterli değil, eş zamanlı olarak sanayi ile güvene dayalı uzun vadeli ortaklıklar, öğretmen ve öğrenci refahına yatırım, aile ve toplum algısını hedef alan iletişim programları ve şeffaf performans verileri birlikte uygulanmalı.
Bu kombinasyon, meslek liselerini “son çare” olmaktan çıkarıp, tercih edilen, saygın ve ekonomik olarak cazip eğitim kanalı hâline getirebilir.
Yusuf Alpaslan ÖZDEMİR
Resmî Veriler ve Raporlar
Türkiye’de Mesleki Eğitim ve Toplumsal Boyutlar
Edebî ve Kültürel Perspektifler