Türkiye’de bazı meseleleri gündem etmek, sorunsallaştırmak, eleştirel bir okumanın zeminine dönüştürmek çok zor. Hele hele eğitim-öğretim alanı gibi ideolojik-politik aidiyet fark etmeksizin tüm kesimler tarafından fetişleştirilmiş ise alan, iş daha da zorlaşıyor. Bu zorluk veya alan fetişizmi her türlü eleştirellikten ve memnuniyetsizlikten muaf şekilde işliyor zannedilmesin. Karşımızda daha karmaşık bir süreç var. Hem yoğun bir eleştirelliğin, tartışmanın, memnuniyetsizliğin mevzusu gibi görülüyor alan ama hem de bütün bunların yanında neredeyse paradigmatik hiçbir değişiklik geçirmeden varlığını tahkim ederek yol almaya devam ediyor, edebiliyor. Tıpkı bir reform söylencesine boğulduğumuz halde statükonun altın çağlarını yaşamasına devam etmesi gibi.
Peki bu nasıl oluyor? Nasıl oluyor da eleştiriyi, tartışmayı, memnuniyetsizliği paratoner gibi çekip sistem için etkisiz hale getiren bu durumu yaşıyoruz, yaşayabiliyoruz? Burada iki tür eleştirellikten, konuşmadan bahsetmemiz gerekiyor. Birincisi ontolojik diğeri de ehlileştirilmiş eleştiri. Birisi yürürlüktekinin varlığını sorun ederken diğeri yürürlükte olanın eksikliklerini, aksaklıklarını sistemin yerleşik düzenini muhafaza ederek sorgulamaya çalışır. Hal böyle olunca birincisi ciddi bir değişimi, dönüşümü ima ederken ikincisi mevcut olanın devamını, tah-kimini önceler daha doğrusu bunu karşılama işlevi görür. Bu açıdan baktığımızda bizim eleşti-relliğimiz, tartışmamız ve memnuniyetsizliğimiz sistemi hedef almaktan ziyade sistemin çıktı-larına odaklanır, onları sorun eder. Örneğin akademik başarımız neden düşük diye sorar. Çö-zümü de yöntemde, teknikte, materyalde, öğretmen niteliğinde vs. arar. Modern eğitim tarihi-mizin serencamı kabaca bu örnekte somutlaşır. Diğer tarafta başarısızlık söyleminin kendisini de sorunsallaştıran ontolojik bir eleştirellik de olabilir daha doğrusu olmalıdır. Bu tarz bir eleş-tirellik sistemin varlığını, işleyişini, kodifikasyonunu vs. hedef aldığı için gerçek anlamda bir yüzleşme ve çözüm imkanını barındırır. Aksi taktirde ehlileştirilmiş eleştiri, sistem içi ve siste-min varlığını gözeten niteliği ile zaten mevcudun teknik-tali boyutlarına abartılı bir dille has-redildiği için statükoya çalışıp bizleri gerçek alternatiflerden, arayışlardan mahrum bırakır.
Bunların yanında bir de kamusal işleyiş ve kamusal dil arasında yaşadığımız ayrışmadan kay-naklanan keyfe kederlik eklenince ipin ucu büsbütün kaçıyor. Burada artık sistem için en ölüm-cül tespitler bile inanılması güç bir rahatlıkla, hiçbir maliyet oluşturmayan kayıtsızlıkla iletişim ağında yer bulabiliyor.
Kamusal işleyiş ve kamusal dil karşımıza zor ve çetrefilli bir durum çıkarıyor. Nedir bu ve bunu nasıl izah edeceğiz? “Yırtılmışlık” olarak nitelendirdiğim bu husus her biri birbirinden kötü olan iki durum çıkarıyor. Birincisi kısaca bildiğiyle amel etmeme olarak değerlendirebileceğim husus. Yani mevzunun, meselenin ne olduğunu biliyorsunuz ancak ancak mevzunun, meselenin gereklerini karşılayacak bir eylemliliğe girişmekten, bireysel, sosyal veya politik sebebi ne olursa olsun, imtina ediyorsunuz. Bu izaha muhtaç bir durum. Zira konuşma ve eylem arasında bir bağ, bir bağlantı yoksa, her biri birbirinden bağımsız işleyen tabiri caizse ayrı evrenler ise o zaman alanla ilgili konuşmanın da, bir şeyler yapıyor olmanın da anlamı yok demektir.
İkincisi ise daha da vahimi ne konuştuğumuzdan, ne yaptığımızdan büsbütün habersiz olmak anlamına gelir ki açık konuşmak gerekirse Türkiye’nin durumunun bu olduğu anlaşılmaktadır. Yani tarihsel olarak aktarıla gelen bir eğitim-öğretim pratiği var ve bu her türlü dış müdahaleyi püskürtebilecek sertlikte bir kurumsal varlığa dönüşmüş durumda. Bu kurumsal varlığın devamını pürüzsüz şekilde sağlayan şey ise eğitim-öğretim konuşmasının yürürlüktekinin paradigmasına halel getirmeyecek bir alanda ve yüzeysellikte yapılıyor olmasıdır. Bu öyle bir ahval yaratıyor ki kitlesel eğitimin en katı ve hoyrat olanını sürdürürken kitleselliğin eğitimin doğasına aykırı olduğu tespitini de eşzamanlı olarak yapabiliyorsunuz. Bir tarafta zorunlu, kitlesel bir yapıyı tahkim edersiniz aynı zamanda bu tahkimatın içinde kitlesel, zorunlu eğitimi yermek için yazılmış kitabı Talim Terbiye Kurulu’nun önerisi olarak “bütün” öğretmenlerin sene başında okumasını resmi yazıyla zorunlu kılabilirsiniz. Bu işleyişi ontolojik bir okumanın muhatabı kılamadığımız için atalarımızdan gördüğümüz aynıyla yapıp istediğimiz gibi de konuşabiliyoruz. Ne konuştuğuna, ne yaptığına dair bir farkındalığınız yoksa, konuştuğunuz ve yaptığınız şeyin neye karşılık geldiğinin şuurunda değilseniz şüphesiz kitleselliği tahkim edip bireyselliğin faziletlerini anlatabilirsiniz. Türkiye’de eğitim mevzusu malesef bu “yırtılmışlık” içerisinde birbirine değmeyen bir söz ve eylem pratiği olarak nasıl gelmişse öyle gitmeye devam ediyor.