Günümüz dünyasının mümeyyiz vasfı kayıtsızlık olarak tanımlanabilir. Hayata ilişkin dikkatten, ciddiyetten, önem hatta anlam atfetmekten yoksun bırakan bir ilişki, bir tarz yürürlükte. Bu ilişki, bu tarz egemen hâle geldiği için farkına varmak, çekince koymak, alternatif bir arayışa girmek zannedildiğinden çok daha güç oluyor. Bunu biraz açmamız gerekiyor. Zira kayıtsız kalmak, hayata ilişkin dikkatten, ciddiyetten, önem ve anlam atfetmekten yoksun olmak her tür ihtimale alan açan bir pürüzsüzlük hâli gibi algılanmasın. Tersine yerleşik kanıları, tevarüs ede gelen gelenekleri, kerameti kendinden menkul ezberleri, klişeleri yarına taşıyan kaskatı bir satükoculuk üzerinden işliyor. Kendisini, kendi varlığını dirençsiz hale getiren bu konumun kanıları, klişeleri, ezberleri sahiplenme ve sürdürme noktasında kararlı olmasının anlamı da burada yatıyor. Bu kararlı görünümün, bu statükocu tavrın alt zemininde konformist bir konumlanış var. Gerçeklikten kopma var, gerçeklikle yüzleşmemede ısrar var.
Kayıtsızlık, bilişsel ve ahlaki anlamda yeterince gelişmemiş aktörlerin içine düştükleri bir kusur şeklinde anlaşılmamalı burada. Bilinçli bir tercihle karşı karşıyayız. Ne istediğini, ne yaptığını, yaptığı şeyin maliyetinin ne olduğunu bilen bir durumdan bahsediyoruz. Sokratik geleneğin “doğru bilgi eşittir doğru eylem” formülasyonunun atıl hale geldiği, bilgi ve eylem, teori ile pratik arasındaki bağın çözüldüğü bir tarihsel-toplumsal vasattayız. Slovaj Zizek bu açıdan bakıldığında “kinik (alaycı) bir çağ”da olduğumuzun altını haklı olarak çiziyor: “Kinik (alaycı) çağımızda, inanmamıza gerek yok. Kimse demokrasiyi veya adaleti ciddiye almıyor, hepimiz bunların yozlaştığının farkındayız ama onları uyguluyoruz – diğer bir deyişle, onlara inanç sergiliyoruz – çünkü biz onlara inanmasak da işlediklerini varsayıyoruz. Din konusunda, artık ‘gerçekten inanmıyoruz’, sadece, ait olduğumuz topluluğun ‘yaşam tarzı’na saygının bir parçası olarak (bazı) dini ritüelleri ve gelenekleri yerine getiriyoruz (söz gelimi, inançlı olmayan Yahudilerin ‘geleneğe saygı’ gereği koşer kurallarına uymadı gibi). “Dine gerçekten inanmıyorum, sadece kültürümün bir parçası” cümlesi, günümüzün karakteristik özelliği olan yerinden olmuş inancın hâkim biçimi gibi görünüyor. “Kültür”, sahiden inanmadan, fazla ciddiye almadan yaptığımız bütün o şeylerin adı. Köktenci inançlıları ‘barbarlar’ veya ‘ilkel’ diye, anti-kültürel, kültüre karşı bir tehdit olarak kapı dışarı etmemizin sebebi de bu – onlar, inançlarını ciddiye almaya cüret ediyorlar.
”Sıradışı bir dönemdeyiz. Anomalinin norm(al) olarak kabul edildiği bir düzlemde doğru söyleyenin dokuz köyden kovalanması, adının meczuba çıkarılıp hayatın marjinine püskürtülmesi vakayı adiyeden. Kendilerini, varlıklarını, yaşadıkları hayatı, inançlarını, ilişkilerini ciddiye alanların kinik çağımızda kapı dışarı edilmesi, ilişki ağımızın görünmeyen kuytu noktalarında markaja alınması kayıtsızlık hâlinin devamı. Aynı hâlin devamı olarak görünmez kılmadan, görmezden gelmeden, suskunluğa, sessizliğe mahkum etmeden de bahsedebiliriz. Yanlış anlaşılmasın. İdeolojik-politik bir blokajdan veya devletin ideolojik ve baskı aygıtlarının işe koşulduğu bir iktidar stratejisinden bahsetmiyorum. Gittikçe zamanın ruhuna dönüşen bir “insanlık hâli” karşımızdaki. O yüzden aidiyetleri, ideolojik-politik konumlanışları farklı kesimlerin mevcudiyeti bu hâl içerisinde sistemik bir karşıtlık anlamına gelmiyor. Tersine yüzeydeki karşıtlıkları içeren daha üst bir merkezin, bütün bu karşıtlıkları içeren ve problemsiz şekilde ileriye taşıyan derin ve bütüncül bir oydaşmanın varlığını gösteriyor.Bu sistematik dünü bugünde yaşattığı gibi problemsiz şekilde yarına da taşıyor. Dolayısıyla yakından bakıldığında bugünden ve yarından mahrum bırakılmak anlamına gelen kayıtsızlığın, kinizmin, yine Zizek’in ifadesiyle fetişist inkârın tasallutunda bir varlık, varoluş yanılsaması içindeyiz. Toplumsal hayatımızın organizasyonu, kamusal dil ve işleyiş, akademik vaziyet, sivil devinim; bu varoluş yanılsamasının sürdürülmesine ayarlanmış şeilde. Bu sahte şekillenme içerisinde bir tür “gerçeğin çölü”nde olduğumuzu haykıran, onu görmeye, yüzleşemeye çağıran girişimler olmuyor değil. Evet, bu tür çabalar, atılımlar oluyor ve bizi ablukaya alıp nefessiz bırakan bu kayıtsızlık hâlin anlaşılması ve aşılması için ümitvar kılıyor. Ulusal basında eğitim üzerine eleştirel yazı ve değerlendirmeleri ile tanıdığımız Ali Aydın’ın yeni çıkan Online Gençler Çevrimdışı Yetişkinler kitabı bu istisnai atılımlardan. Zorunlu-Kitlesel Eğitimin Krizi alt başlığıyla çıkan kitap spesifik olarak eğitimi mevzu ediniyor olsa da esasında eğitimin oturduğu bağlamı yani bizatihi hayatın kendisini merkeze alan, oradaki değişimi, dönüşümü ve alan üzerindeki yansımalarını derin bir vukufiyetle ele alıyor. Alanın ve alanın içinde gömülü olduğu hayatımızın ne tür bir “çaresiz stratejiler” yumağında fetişist inkâra kurban edildiğini, kutuplaşma-kamplaşma-gerilim görünümünün altında kolektif şekilde ne tür bir kayıtsızlıkla korunup kollandığını felsefe ve sosyoloji başta olmak üzere sosyal bilimlerin imkânlarından yararlanarak önümüze seriyor. Ali Aydın mevcut olanı gösteriyor, yürürlükte olanı sorunsallaştırıyor. Onun paradigmasını, mantığını, kurgusunu, açık ve örtük amaçlılığını önümüze seriyor.
Kayıtsızlıkla, kinizmle geçiştirileni ciddiye alıyor, ciddiyetle yüzleşmeye çağırıyor. Çünkü kendisini, hayatını, içinde bulunduğu ilişkiye ciddiye alıyor. Ciddi bir eğitim yapılanması ve faaliyeti olarak sahnelenen oyunun kendisini var eden siyasal, felsefi, ekonomik, teknolojik dayanaklarından nasıl yoksun hale geldiğini, kendisine iliştirilen hedef ve amaçları potansiyel olarak niçin gerçekleştiremeyeceğini ve bu sahte varlığıyla bizi nasıl bu tür arayışlardan yoksun bıraktığını “Nietzsche, Illich, Bauman, Bourdieu, Baudrillard, Postman gibi düşünür, filozof, ve sosyal teorisyenlerin düşünce izleklerini takip ederek kendi gözlem ve yorumlarından” hareketle akıcı bir dille yapıyor. Alan teknik tali yaklaşımların, süre gelen klişelerin etksisinde can çekişiyor. Egemen söylemin alet çantasını kullanarak alternatif bir imkândan bahsetmek ancak sistemin ezberlerini terennüm etmektir. Nitekim Ali Aydın da kitabıyla bu yerleşik düzmecenin yapı sökümüne girişiyor ve bizi kayıtsızlık halinde tutmak dışında bir anlamı olmayan düzeneğin ve işleyişin üzerine projektörleri çeviriyor. Projektör tutulanın görülmesi, gözden kaçırılmaması için kendisini, ilişkisini, hayatını ciddiye alanlar için davette bulunuyor Ali Aydın. Cesaretle ve yetkinlikle. Alternatif bir okuma biçimiyle, taze bir söylem mimarisiyle. Bugünü ve yarını fetişist inkârlarla tüketmemek için davet hepimizden karşılık bekliyor. Davetin kinizme kurban edilmemesini, hak ettiği karşılığı bulmasını umuyorum.