Eğitim sistemimizin en dramatik tablosu üniversitelerde, bunların müfredatında saklıdır. Üniversitelerin özellikle sosyal bilim alanlarında (sosyoloji, psikoloji, işletme, iktisat, ekonomi, eğitim, hukuk vb.) okutulan kitapların paradigması yani bakış açısı, anlama ve anlamlandırma çerçevesi olabildiğince seküler, küresel, kapitalist, neoliberaldir, yani batı referanslarından mülhemdir. Sadece ders kitapları değil, lisansüstünde yapılan yüksek lisans ve doktora tezleri, akademik makaleler ve projeler de aynı bakış açısıyla, yine Batı referanslarıyla yapılmaktadır. Bu, gelişmenin sadece batıda olduğu varsayımıyla çok ilgili değil. Batıya meftunlukla ilgili bir şey daha çok. Mesela kullanılan dilden tutun da yapılan yorumlara kadar, titizlikle aranılan özellik hem seküler hem de tarafsız olmasıdır.
Özellikle tarafsızlık, yeni yetişen akademisyenlere öğretilen ilk araştırma tutumudur. Batılı bilim camiasının “bilimsel araştırma yöntemleri ve etik ilkeleri” adı altında üçüncü dünya ülkelerindeki akademisyenlere öğrettiği çalışma metodu olan tarafsızlıkta, “ben” yahut “biz” gibi ifadelerden kaçınmak, bunun yerine üçüncü tekil şahıs ifadeler kullanmak, kişisel görüşü yansıtmamak vazgeçilmezdir. Bu akademisyenlerin çalışmalarında olabildiğince tarafsız olmasının amacı, İngiltere’de, Fransa’da yahut diğer gelişmiş ülkelerde bulunan epistemik cemaatin, daha doğru ifadeyle sömürgecinin, kafasının karışmasına yol açmamaktır. Eğer üçüncü dünya akademisyeni kendi görüşünü, yazdığı teze ya da makaleye yansıtırsa, epistemik cemaat üyeleri, hangisinin bulgu hangisinin yorum olduğunu bilemezler ve geliştirecekleri (!) bilim alanlarında yanılabilirler. Bu tür hataların (!) yaşanmaması için üçüncü dünya ülkelerindeki akademik dilin, epistemik cemaatin anlayacağı türden olması, yani seküler olması ve batı referanslarıyla oluşması gerekir.
Bu tür araştırmaları, eskiden, kendileri gelip yapıyorlardı. Ama teknoloji geliştikçe kendileri yapmıyor, metot öğrettikleri akademisyenlere yaptırıyorlar artık. Hal böyle olunca istedikleri özellikte yazılmayan tez ya da makale kötü bir tez, kötü bir makaledir. Sosyal bilim alanlarında yazılan özgün makaleleri, onların himayelerinde bulunan ve önemli (etki faktörü yüksek) olarak belirtilen dergilerde yayınlatmak, deveye hendek atlatmakla neredeyse eşdeğerdir. Kendi belirledikleri konularda ise akademik yayın kısmen daha rahat. Mesela ülkemizdeki Kürtlerle, Alevilerle veya kadınların durumuyla ilgili olumsuzluk içeren araştırmaların yayınlanması kısmen daha kolaydır.
Hal böyle olunca, genç akademisyen bu bakış açısına (paradigmaya) ve dile teslim olmakla işe başlar. Akademik yükselmeler de bu genci oralara mecbur ve mahkûm eder. Batılı ve uydu epistemik cemaatin dediği şekilde tez ya da makale yazmadığı müddetçe, kendi ülkesindeki kurumlar ona paye vermez. Bu da genç akademisyeni bir kez daha oraya mecbur eder. En az on yıl boyunca bu cenderenin içinde olmakla, belirtilen ölçütlere göre çalışmalar yapmakla elde edilen paye ise, unvandır. Akademisyen unvanını alır, esas oğlan (!) da onun zihnini. İşin en trajik yanı ise bu akademisyenin bir süre sonra bu paradigmayı ve akademik dili tek doğru olarak algılayıp, onu savunmaya başlamasıdır.
Bizim akademik çalışmaların sadra şifa olmamasının nedeni akademideki bu “apartheid sistemi”n varlığıdır. Bu akademik apartheid sistem, özellikle sosyal bilimler alanındaki akademisyenleri kamuoyu araştırma şirketi çalışanı haline getirmiş; onu tezlerinde ve makalelerinde uyguladığı anketlerin / ölçeklerin sonuçlarını kendisine öğretilen veri yorumlama tekniklerine göre analiz etmekle sınırlandırmıştır. Ondan, en fazla istatistiksel verileri yorumlaması beklendiğinden, konu hakkında özgün fikir oluşturması beklenmez. O bir “kavram kullanıcısı (concept-users)”dır. Konu hakkında bilgisi vardır belki, ama fikri hiç yoktur.
Akademik camiada yer bulan kişilerin içinde bulunduğu bu “asimilados” ruh, kendi kültürel gerçeği karşısında büründüğü ürkek hal, üniversitelerimizin trajik halidir. Çoğumuzun yanılgısı, üniversitelere gelene kadar içinde bulunduğumuz ilköğretim ve ortaöğretimin ciddi bir buhran içinde olduğuna saplanıp kalmaktır. Bu saplanış, eğitimdeki asıl sorunu görmemize mani oluyor. Türkiye’nin temel ve ortaöğretimdeki eğitim sorunundan önce, hatta ondan daha da önemli olanı, ciddi bir üniversite sorununun varlığıdır. Üniversitelerimizin düşünme biçimi (paradigması) batıl(ı) olduğu için eğitim sistemimiz sorunludur demek pekâlâ mümkündür. Bu nedenle Üniversitelerimizin özellikle sosyal bilim alanlarının kültürel bakış açısıyla oluşturulması kaçınılmazdır.