(Leyla Yıldız “Başlangıç” Soruşturması kapsamında soruları cevapladı.)
– Kendinizi kısaca tanıtır mısınız?
– Okumayı, gezmeyi, yeni yerler görmeyi, hareket halinde olmayı seven biriyim. Sanat, mîmârî, felsefe, psikoloji ve sosyoloji vb. dallara ilgi duyuyorum. Geleneksel sanatlar hep dikkatimi çekmiştir.
Atatürk Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünden mezun oldum. Derslerimize Orhan Okay, Efrasyap Gemalmaz, Haluk İpekten, Saim Sakaoğlu, Turgut Karabey gibi çok kıymetli hocalar girdi. Okuma çizgimizi ve edebiyat zevkimiz onlarla inşâ edildi. Fakat kelimelerle tanışmam lisede Hami Akbaba Hoca’nın ders işleme tekniği ile oldu.
Çeşitli liselerde Edebiyat öğretmenliği yaptım. 2010 yılından itibaren Sakarya Cemil Meriç Sosyal Bilimler Lisesinde Türk Dili ve Edebiyatı, Osmanlı Türkçesi gibi derslere girdim. 2020 yılında “Nevzat Tarhan/İhtilâlden İkbâle Var Olmanın Retoriği” adlı iki ciltlik biyografi kitabım yayımlandı. Çeşitli platformlarda yazılar yazmaya devam ediyorum. Aslen Erzurumluyum. Sakarya’da yaşıyorum. Evli ve üç çocuk annesiyim.
İnsan hayatındaki her kırılma noktası bir başlangıçtır. Tabiî dokusu güçlü, toprağı mümbit Sakarya’ya gelmek bir başlangıçtır benim için. Çünkü Erzurum’un kültürel zenginliğini, folklorunu ve tarihini fark etmemi sağladı ve nasıl bir kültür havzasında yetişip büyüdüğümü idrak ettim.
– İlkokula gitmeden resimli kitaplara kendimce mânâlar vererek bakıyordum. Bu kitaplar hem benim hayâl dünyamı zenginleştirdi hem de okumaya karşı bir heves uyandırdı. Her çocuk gibi okumaya ben de Heidi, Pinokyo, Kül Kedisi, Robinson Crusoe gibi çocuk klasikleriyle başladım. Edebî bir eserle tanışmam ilkokul beşinci sınıfta, rasgele elime geçen, başlangıç sayfaları eksik Hüseyin Nihal Atsız’ın “Ruh Adam” romanı ile oldu. Romanın hem konusu hem de anlatımı beni te’sîri altında bırakmıştı. Lisede Peyami Safa, Yakup Kadri, Ahmet Hâşim, Yahya Kemal ile tanışmıştım. Yunus Divanı’ndan, Fuzûlî’den bu yıllarda şiir ezberlediğimi, Âkif’in Safahat’ını iştiyakla okuduğumu hatırlıyorum. Fakat Fuzûlî, Bâkî, Gâlîb’le asıl tanışmam Turgut Karabey Hoca ile oldu. Tanpınar, Sait Faik, Peyami Safa gibi yazarları, analitik okuma alışkanlığını merhum Orhan Okay Hoca’dan edindim, diyebilirim.
– Edebiyat veya sanat yolculuğunuzda sizi etkileyen yazarlar, sanatçılar ya da eserler nelerdir?
– Okumak iptilası olduğum bir şey. Okuma perspektifimi çok geniş tutuyorum. Meraklarım beni edebiyattan felsefeye, oradan psikolojiye, tasavvufa, zaman zaman sosyolojiye götürüyor. Dolayısıyla birkaç kişiden söz etmem mümkün değil. Yahya Kemal’in ve Tanpınar’ın estetiğini, Cemil Meriç’in düşünüş tarzını, Dostoyevski’nin ve Zweig’ın ruhsal çözümlemelerini, Garaudy’nin sosyolojik tespitlerini, Nietzsche’nin put kırıcılığını, Rilke’nin söz dizimini, İsmet Özel’in isyanını, Dıranas’ın lirizmini, Nurettin Topçu’nun karmaşığı basite indirgemesini, İbn Arabî’nin “hayâl” âlemini, Jung’un öğretilerini, Corbin ve Chittick’in tasavvufu izahını, Sezai Karakoç’un imge dünyasını, Aytmatov’un geleneğin diriltici gücünü seviyorum.
– İlk eserinizi yazmaya nasıl başladınız?
– Müdavimi olduğum bir programın ilham ettiği bir eser oldu. Sık sık “Öldürmeyen darbeler beni güçlendirir.” diyen bir profesör dikkatimi çekmişti. Araştırmış, hakkında birkaç cümlenin dışında bir şey bulamamıştım. Kim olduğuna dair basına yansıyan bilgi yoktu henüz. Yazma fikri bu programla doğdu. Yani diyebilirim ki merakım araştırmaya, araştırmalar da kitaba dönüştü. Bir derginin özel sayısı için yazdığım yazı uzayınca dergiye vermekten vaz geçip esere dönüştürmeye karar verdim.
– Kitabı özetleyen bir cümle… İhtilâlden İkbâle Var Olmanın Retoriği… Musibet gibi görünen siyasî bir olayın bir insanın hayatının seyrini müspet yönde değiştirdiğini ifade ediyor. Retorik sözcüğünü hem “sanat” hem de “belagat” mânâsını çağrıştıracak biçimde kullandım. İki ciltlik kitap Nevzat Tarhan’ın hayatındaki krizleri fırsata çevirişini ve her düşüşten sonra kalkışını yani var olma mücadelesini anlatıyor.
– Biyografinin ağır aksak ilerleyen gidişatını kırmak için biyografilerde görülen anlatma tekniği yerine iç çözümleme, sahneleme, bilinç akışı gibi modern ve postmodern roman ve hikâyelerde görülen anlatım tekniklerine başvurdum. Biyografiler kronolojik ilerler. Hayat hikâyesine önemli bir olayla başlayıp çocukluk ve gençlik yıllarını, eğitim hayatını, geriye dönüş tekniği ile vermeye çalıştım. Bazı yerlerde çoğulcu bakış açısını kullandım. Metinlerarasılık ve montaj tekniğine yer vererek tekdüzeliği yıkmak istedim. Okuyucuda edebî zevk uyandırma gayesiyle ana ve ara bölümlere giriş cümleleri (epigraf) ile başladım. Diyebilirim ki bu çalışmayla alışık olduğumuz biyografi tarzının sınırlarını biraz genişlettim. Gök kubbenin altında söylenmemiş sözün olmadığı gibi yapılan işlerin de benzerinin olmaması mümkün değil.
– Çoğu yazar ve şâir ilk kitaplarını “acemi eserler” olarak tanımlar. Sizin için “acemilik” nedir? İlk kitabınızda bu tanıma uyduğunu düşündüğünüz noktalar var mı? Bir itiraf alabilir miyiz?
– Şimdi olsa, bunları bunları yapmazdım, dediğimiz şey acemiliktir. Kitabıma dönüp baktığımda “Buna ne lüzum vardı?” dediğim yerler var elbette. Bugün kaleme almış olsam monografik unsurların ayrıntısı üzerinde durmazdım. Hem edebî bir eser olsun hem de bundan sonraki çalışmalara ışık tutsun gibi iki ayrı unsuru aynı potada eritmeye çalışmazdım.
– Metinlerinizi yazarken okuru hissediyor musunuz? Onun varlığını dikkate alıyor musunuz?
– Aslında çok dikkate almam. Kendime anlatıyormuş gibi yazıyorum. Dolayısıyla yazdıklarım meraklı olanların ilgisini çeker, diye düşünüyorum.
– Çağdaş yazarlardan kimleri takip ediyorsunuz? Şu sıralar neler okuyorsunuz?
– İsmet Özel, Hilmi Yavuz, Mustafa Kutlu gibi üstatları parantez içerisine alırsak çağdaş yazarlarla aramın iyi olduğu pek söylenemez. Kadîm eserleri ve klasikleri daha fazla tercih ediyorum. Bununla birlikte iyi olan eserler ilgimi çeker. Benim için “iyi”, içerik değil, çok okunan bir eser olması hiç değil. Benim için iyi, içeriği başarılı ve pürüzsüz bir dille, estetik haz uyandıracak biçimde inşâ edebilme başarısıdır. Bu tarz eserleri okuma listeme alıyorum.
Çağdaşlardan Haydar Ergülen’in şiirlerini, Ethem Baran’ın hikâye tekniğini, Ali Ural’ın denemelerini seviyorum.
Şu aralar hem divan okumaları hem de felsefe okumaları yapıyoruz. Niyâzî Mısrî Divanı merakımı çekiyor. Felsefe okumalarında Fârâbî, Gazâlî, Kindî, İbn Tufeyl’i okuduk. En son Sühreverdî’nin “Kızıl Akıl” adlı eserini okudum. Şimdi Er-Râzî’nin “Tabîbin Ahlâk”ına başladım. Tabi buna paralel olarak arkadaşlarımın yeni çıkan kitaplarını okuyorum şu günlerde.
– Tek bir şâir söyleyemem. Her şâirin en beğendiğim şiirini sorarsanız Asaf Halet’in “Kunela”, Dıranas’ın “Olvido”, Tanpınar’ın “Zaman Kırıntıları”, Rilke’nin “Duino Ağıtları”nda yer alan bazı şiirleri, Sezai Karakoç’un “Sürgün Ülkeler Başkentine”, İsmet Özel’in “Erbain”, Turgut Uyar’ın “Geyikli Gece”… vb.
En beğendiğim yazar Ahmet Hamdi Tanpınar. Dünya Edebiyatından ise Dostoyevski. İsmet Özel’in ve Cemil Meriç’in eleştirel bakışını beğeniyorum.
– Ethem Baran hikâyeciliğinin kalıcı olacağını düşünüyorum.
– Yazmak bir tür kaçış mı yoksa dünyaya karşı bir tepki mi?
– “Edebiyatın dünyasında yaşamak”, bir kaçışı ifade ediyorsa evet kaçış. Sizi rahatsız eden, bir şeyleri sorguladığınızda “bu böyle olmamalı” dediğiniz bir şeyin tasasıyla yazıyorsanız evet tepkidir.
– Yazarken belirli bir tema ya da konu üzerinde mi yoğunlaşırsınız, yoksa anlık bir ruh halinin tezahürü mü? Bir yöntem veya belirli bir yaklaşımınız var mı?
– Yazarken bir tema aramam, tema beni bulur. İllaki bunu yaz, dedirtir. Çoğu kez böyle kendiliğinden gelir. Kimi zaman da okumalarım ya da yoğunlaştığım bir konu beni sesli düşünmeye yöneltir. Bununla birlikte editörlerden gelen talepleri de değerlendiririm. Mevzu ilgi alanımdaysa yazmaktan keyif alırım. Zorlama yazıları pek sevmiyorum. Bu hataya düşmemeye gayret gösteririm. Köşe yazılarında bilhassa gündemimize oturan konuları yazmak kaçınılmazdır. Felsefe gibi bazı disiplinler kapsamında yazmak okur kitlesini daraltsa da yazmaktan keyif alırım.
Akademik dilden hep kaçınmışımdır, bu tür yazılara kendi harf giysilerimi giydirerek yazarım. Herkese hitap etsin kaygısını gütmeden, okuru belli bir entelektüel donanıma sahip ön kabulüyle yazarım. Dikkat ettiğim en mühim iki şey dili pürüzsüz kullanmak, kendi üslûbumu korumak. Tabiî ne kadar başarılı oluyorum, bunu ancak zaman gösterecektir. Eleştiriler benim için çok mühim. O yüzden biten her yazımı iyi bir okur olan eşime okutup varsa eleştirisi yazıya bir de o açıdan bakarım.
Yazmayı anlık bir heves değil de zamana meydan okuyacak nitelikli eserler verme süreci olarak görürüm. Yazdığım yazılar biz öldükten sonra da okunuyorsa yazmak gayesine ulaşmıştır. Niyet ve gayret bizden takdir Allah’tan.
Yazarken okurda zihinsel dönüşüm yaptıran düşünceleri bile edebi bir üslûpla kaleme almayı tercih ediyorum. Köşe yazılarım, kalıp yargıların dışına çıkıp “Bir de şu açıdan bakmalısın.” diyen yazılardır. Gençlerle haşır neşir olduğum için onların duyuş ve düşünüş tarzını çok iyi biliyorum. Bu yüzden çoğu yazımın hedef kitlesi onlardır. Çünkü kültürel ve düşünce mirasımız onlarla kaim olacak.
Yüzlerce meşgale arasından dergi çıkarma gibi bir yola girdikleri için Mimar Sinan Üniversitesi’nin Doku Sanat ve Edebiyat Dergisini çıkaran girişimci genç kadrosunu tebrik ediyorum. “Başlangıç” soruşturmasında benim çalışmama da yer verdikleri ayrıca teşekkürlerimi iletiyorum. Dâim olsun.
D’oku Sanat ve Edebiyat Dergisi