İlim kaynağıyla irtibatını kesmezse hidayete götürür. İlim kendisine yabancılaşır ve kaynağıyla irtibatını kaybederse sapkınlık vesilesi olabilir. İlim ilim için olursa kendisini yaratıcıdan bağımsız sayar ve addeder. İlim Allah için olursa hidayet yollarına rehberlik eder. Merhum Hindistanlı allame Vahidüddin Han daima ilim ile din arasındaki münasebetleri gözlemlemiş ve bu konuyu ilgisinin temeli haline getirmiştir. İlim Karşısında Din kitabı gibi kitapları Bu ilginin bir meyvesi ve ürünüdür. Mısır’da da yine merhum Mustafa Mahmut da aynı yoldan yürümüş ve ilim ile din münasebetlerini sağlıklı bir zemine, alana oturtmak istemiştir. Yoksa ortaçağda din ile felsefenin çatışması tezi gibi modern çağda da ilmi nazariyeler ile din çatışma alanına yuvarlanabilir ve bu alanda da çatışma tezi baskın çıkabilirdi. Nitekim, Abdulhak Adnan Adıvar bu gibi meselelere el atmış ve Tarih Boyunca İlim ve Din kitabını ve benzerlerini kaleme almıştır. Tarih boyunca bazen din bazen de ilim erbabınca yanlış anlaşılmış ve bu yanlış anlamalar ve yorumlar üzerine de ilim ve din arasında bir niza ve çekişme üretilmiştir. Veya tasavvur ve tahayyül edilmiştir. İlimde rüsuh kesp etmiş olanlar yani derinleşenler imani meseleleri tasdike meyyaldirler. Ayette belirtildiği gibi ilimde derinleşenler (râsihûn): “Biz ona inandık, tümü Rabbimizin katındandır” derler. Bediüzzaman gibilerine göre rasihler ehli tahkik ilim erbabıdır. İlimde derinleştikçe tevazu katsayıları artar ve büyüklenme yerine teslimiyeti esas alırlar. İlim ehli iddiaya değil delile tabidir.
Sathi düzeyde ve yüzeyde ehli ilim ile ehli din arasında çatışma ve çekişme olabilir. Lakin derinlere indikçe zıtlaşma veya tezat alanı daralır ve kaybolur. İlim Allah’ın sıfatlarından birisidir. Ondan koptuğunda şirk araçlarından birisi haline gelebilir. Nitekim, günümüzde böyle olmuştur. Geçmişle geleceği harmanlayan ve kuşatan Kehf Suresindeki ‘keşke rabbime kimseyi ortak koşmasaydım’ ayetiyle alakalı olarak Muhammed Kemal Mişkat ayette geçen ve kimseyi Rabbime ortak koşmasaydım ibaresindeki ‘kimse’nin kim olduğunu sorar. Cevabı ilginçtir: İlimdir. İfadesine göre ahir zaman diliminde Batı medeniyeti ilimle Allah’a şirk koşacaktır. Zira ilmi Allah’ın değil tabiatın sıfatı haline getirilecektir. Zaten tarih boyunca tevhitten sapmalar sıfatlara bağımsız anlamlar yüklenmesiyle, verilmesiyle türemiştir. Kadim Yunan’da peygamberlerin meslekleri ilahlara tevdi edilmiştir. İlmin Allah’a şirk vesilesi yapılmasının en önemli misallerinden birisi ‘hayatta en hakiki mürşit ilimdir’ sözü olmalıdır ve bu pozitivizme açık bir sözdür. Alim/ulema mürşit olabilir lakin edilgen olan yani yoruma açık olan bilgi/ilim nasıl rehber olabilir? Burada ‘ Favka külli zi ilmin alim/her ilim sahibinin üzerinde bir alim vardır’ ayeti ve anlamı göz ardı edilmektedir. İlim kendi başına bir varlık olarak telakki edilmektedir. Halbuki ilim, sahibinden ve görüşünden bağımsız olamaz. Burada ilme istiklaliyet tanınmıştır. Bu bir kandırmacadır. Sıfat olmaktan çıkarılmış zat yapılmıştır. Bu alanda panteizm ile tabiatçılık yan yana yürüyor ve duruyor. Nitekim Spinoza Allah’ın sıfatlarını tabiata vermiş ve buradan da panteizm anlayışına yürümüştür. O zaman Allah’ı ihtiyaç kalmamış ve yerine tabiat ve kanunları geçmiştir. Halbuki, tabiata kanunlarını (sünnetullah) vazeden ve koyan bizzat Allah’tır.
Mutezile zatın haricinde sıfat ispatının ‘taaddüdü alihe’ yani çok tanrıcılığa kapı
aralayacağını öngörmüştür. Kadim Yunan ve sair putperest topluluklar da bu böyle olmuştur. Vahdaniyet parçalanmış ve içinden çok tanrıcılık türemiştir. Kur’an’da ilmin hem hidayete götüreceği ve hem de saptıracağına dair muhtelif ayetler serdedilmiştir. Ölçü kaçırıldığında panzehir zehre dönüşebilir. Nitekim Gazali İhya adlı eserinde bu ilimlerin ve anlayışların kıvamına ve kıvamının bozulmasına işaret etmiştir. Karun paraya tapınmasını meşrulaştırırken ‘bana bunlar özel bilgim sayesinde verilmiştir‘ demiş ve şükür yerine nankörlüğü ve istiğnayı seçmiştir. Alak suresinde yüce rabbimiz insan kendini müstağni gördüğünde azıtır buyurmaktadır. ‘Hayatta en hakiki mürşit ilimdir’ ifadesi bu tarz bir istiğna duruşu ve halesidir.
Nitekim Karun gibiler öyle olmuştur. İlim de kaynağından koparıldığında ve ona istiklaliyet verildiğinde azma ve şirk vesilesi olacaktır. İlmin alimden mustakil olmadığını şu hadis beyan etmektedir: Abdullah b. Amr b. El-Âs, Allah Resûlü”nü (sav) şöyle derken işittiğini nakleder: “Kuşkusuz Allah, ilmi kullarının arasından çekip almaz. Bilakis âlimlerin vefatıyla ilmi alır. Sonunda hiç âlim kalmayınca, insanlar cahil kimseleri önder edinirler. Onlara birtakım sorular sorulur, onlar da bilgisizce fetva verirler. Böylelikle hem kendileri sapar hem de (insanları) saptırırlar.” Tabir caizse, ilim alime zimmetlidir. İnsanlar doğrudan ilme müracaat edemiyor bu nedenle de alimlere yöneliyorlar. Bu da sınırlı düzeyde olsa bile taklidi gerekli kılmaktadır. Aksi takdirde insan okumadan alim ve yazmadan katip olabilirdi!
Casiye Suresi 23’üncü ayette tam da bu noktaya temas edilmektedir: Heva ve hevesini tanrı edinen, bilgisi olduğu halde Allah’ın şaşırttığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünü perdelediği kimseyi gördün mü? Bu ayette ‘adallahullahu ala ilmin’ ifadesi geçiyor. İlmiyle sapıtanlar veya saptırılanlar anlamına geliyor. Allah’ın saptırdığı adamın ilmine nekre kipi kullanılarak bir sınır ve nihayet çizilmemiş, konulmamış. Bu da kişi ne kadar ilim sahibi olursan olsun, sapıtma konusunda bir garantisi yok demektir. Hatta eskiler bir kimse için öğrene öğrene cahilleşti demişlerdir. Okuma yazma ümmiliği kaldırır ama cehaleti gidermez. Nitekim, bazı dönemlerde zeka inkişafı olduğu gibi bazı dönemlerde de zeka gerilemesi olmakta ve insanlar zombileşmektedirler. Bilginin yayılması her insanın alim olacağı anlamına gelmez. İslam’ın ilk asırlarında fakih ile kari birbirinden ayrılırdı. Şimdi de insanlar kahir ekseriyette okuma yazma biliyorlar ama arif olamıyorlar. Kendilerini aşamıyorlar. Bilgiyi ilmik ilmik örmeyen, dokumayan ve birbirine bağlayamayanlar alim olamaz. Sadece malumat sahibi olurlar. Bilge değil bilgiç olurlar.