DERSAÂDET YAZILARI-1
Dr. Hasan YILDIZ
Tarih, övgü ve yergide aşırıya kaçan genellemelere yatkın toplulukların acıklı hikâyeleriyle doludur. II. Meşrutiyet dönemi, bir yönüyle övgüde ve yergide aşırı uçlarda dolaşan iki yaklaşımın çarpıştığı ve bu yüzden koca imparatorluğun tasfiye edildiği bir dönem olarak tarihteki yerini almıştır.
Bu dönemin önemli ve kıymetli tecrübeleri ise bilinçli bir şekilde göz ardı edilmiş ya da yok sayılmıştır. Yakın tarihimiz, İttihat ve Terakki Fırkası ile Hürriyet ve İtilaf Fırkasının, konu devletin ve milletin bekası olsa dahi kendi fikirlerini merkeze alarak karşı tarafın fikir ve düşüncelerini toptan reddetmeleri ve farklı düşüncelere hayat hakkı tanımamaları nedeniyle maruz kalınan felaketler silsilesinin örnekleriyle hatırlanır. Husûmete varan rekabet nedeniyle İstanbul’un işgal yıllarında bile bu fikir ve fırka ayrılıklarının önü alınamamış, işgal kuvvetlerinin İstanbul’da gerçekleştirdiği onur kırıcı fiiller muhalif fırka mensupları tarafından gizli ya da aşikâr sevinçle karşılanmıştır. Toplumsal birlik ve beraberliğin önündeki en büyük engeli oluşturan bu yaklaşım, devletin ve milletin göreceği en ufak bir zararın hükümeti yıpratacağı ve dolayısıyla muhalefetin elini güçlendireceği düşünce ve beklentisinden kaynaklanmaktaydı.
Cemal KUTAY’ın Siyasi Sürgünler Adası: Malta isimli eserinin önsözünde ifade edildiği üzere II. Meşrutiyet dönemi, siyasi etkenlerin ağırlığıyla kalın bir perdeyle örtülmüş ve meçhullükler içerisinde kalmış bir dönemdir. Halbuki tarih, bedeli ağır da olsa ibret alınacak nice kıymetli tecrübeleri bir emanet olarak koynuna alıyor ve gelecek nesillerin sahip çıkmasını bekliyordu. Ancak öyle olmadı, geçmişle bağ koparıldı; başta Rumeli olmak üzere asırlarca vatan edinilmiş toprakların esaretiyle sonuçlanan ağır ve acı tecrübelerden ders alınmadı. Bu tecrübelerin hatırlanması dahi istenmedi. Acemilikler, acelecilikler ve olgunlaşmamış fikirlerle çıkılan yolda bedeli çok ağır facialarla karşılaşılması mukadder oldu. Tarihte yaşanan bu acı tecrübelerin görmezden gelinmesinin, yeni ve ağır tecrübelerle karşılaşılmasına sebep olacağı da açıktı. Nitekim öyle de oldu.
II. Meşrutiyet’in ilk yıllarında, Şûrâ Sûresi’nin “Onlar, işlerini birbirlerine danışarak yaparlar” hükmünün ilke olarak benimsendiği ve bu ilkeye bağlılık her vesileyle dile getirildiği halde sergilenen tavrın bu hükümden fersah fersah uzakta olduğu müşâhede edilmekteydi. İstişârenin merkeze alındığı bir topluluk için, öncelikle tarihte yaşanmış tecrübelerden yararlanılması ve bu tecrübelerin yeni istişârelere dayanak kılınması gereklidir. Ortaya çıkan bir sorunun çözümünde geçmiş tecrübelerin gözden geçirilerek değerlendirilmesi bir nevi bu tecrübelere danışmak anlamına gelecektir. Çözüme sıfır noktasından başlamak yerine yaşanan tecrübeler üzerinden daha hızlı ve daha sağlıklı değerlendirmelere ulaşılması akıllıca bir yaklaşımdır.
Siyasette, askeriyede, ekonomide, eğitimde ve kısaca devletin tüm birimlerinde “devlette devamlılık esastır” ilkesi gereğince geçmiş tecrübelerden ve teâmül hale gelmiş uygulamaların sonuçlarından yararlanmak en mantıklı yoldur. Nedensellik ilişkisi bağlamında, yaşanan tecrübelerden ilkeler ve sonuçlar çıkarılması, aynı tecrübeleri yeniden deneyimlemenin yol açacağı zaman kaybını ve aynı zamanda beşerî ve mâlî kaynak israfını önleyebilecektir.
II. Meşrutiyet döneminde hayata geçirilmiş olan pek çok proje gibi din eğitimi projelerinden Dârülhilâfetilaliyye Medresesi de, tarihin karanlık sayfalarına ötelenerek heder edilmiş kıymetli bir tecrübe olarak arşiv köşelerinin tozlu evrakı arasında kadirşinas araştırmacılarını beklemektedir.
Osmanlı medreselerinin hikayesine çok kısa değinilecek olursa; Osmanlı’da ilk medrese 1330 senesinde Orhan Gazi tarafından İznik’te tesis edilmiş, Orhaniye Medresesi adıyla anılan bu medresenin ardından, II. Mehmet’in (Fatih) 1451 senesinde ikinci kez tahta çıkışına kadar geçen yaklaşık 120 yıllık sürede Osmanlı coğrafyasında toplam 84 medrese açılmıştı. İmparatorluğun fetihlerle genişlemesine yeni medreselerin açılışı eşlik etmiş; böylece coğrafi açıdan büyüme ile doğru orantılı olarak da medrese sayısında artış kaydedilmiştir.
Osmanlı medreselerinde sistemli bir eğitim II. Mehmet’in İstanbul’u fethetmesinden sonra başlar. Sahn-ı Seman adı verilen medresenin resmî açılışına tüm devlet erkânı ile birlikte katılan Sultan Fatih’in, saltanat kıyafeti yerine ilim ehline ait kıyafetle merasime katılması, onun ilme verdiği değeri göstermekteydi. Osmanlı padişahlarının ilme verdikleri yüksek düzeydeki önem nedeniyle başta İstanbul olmak üzere imparatorluk coğrafyasında inşa edilen medreseler, batılı tarih araştırmacılarından Madeline C. Zilfi’nin belirttiği üzere “İstanbul’u İslâm’ın üretken gücünün bir şahidi haline getirmişti.”
En parlak dönemine Sultan Fatih zamanında ulaşan Osmanlı medreseleri Kânûnî zamanında zirveyi görmüştü. 1557 senesinde inşa edilen ve Süleymâniye Câmii etrafını bir hâle gibi çevreleyen Süleymaniye Medreseleri, başta tıp ve matematik ilimleri olmak üzere pek çok ilmin okutulduğu bir merkeze dönüşmüştü. Kanuni döneminin İstanbul’u ise, ilim merkezi bir dünya şehri olmuştu. Nitekim tüm ihtişam ve azametiyle hâlen ayakta duran Sahn-ı Seman ve Süleymaniye Medreseleri, ilim ve irfanın yüce abideleri olarak o parlak dönemlere dair pek çok şey söylemeye devam etmektedir.
Öte yandan imparatorluk coğrafyasının, Kânûnî döneminde en geniş sınırlarına ulaşarak güç ve kuvvetin zirve noktasını görmesi, zirveden dönüşü kaçınılmaz hale getirmişti. Medreseler de bu durumdan payını almış, özellikle Tanzimat’la birlikte tüm Osmanlı coğrafyasında hızla yaygınlaşan Batı tarzı mekteplerin halk tarafından rağbet görmesi ve diğer birtakım etkenler nedeniyle medreselerin kendi kaderleriyle baş başa bırakıldıkları bir süreç başlamıştı. II. Meşrutiyet dönemi ise Osmanlı medreselerinin yoğun ıslahat girişimlerine sahne olduğu ve hayata tutunmaya çalıştığı zorlu bir dönem olmuştur. Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun yayımlandığı 3 Mart 1924 tarihine gelindiğinde 594 yıllık tecrübeyi ardında bırakan Osmanlı medreseleri tarih sahnesinden ayrılmak zorunda kalmıştır.
Netice itibarıyla Osmanlı medreselerinin geride bıraktığı altı asırlık eğitim mirasından haberdar olmak ve gerektiğinde bu mirasın engin tecrübelerinden yararlanmak günümüz din eğitimi araştırmacılarına ve uygulayıcılarına önemli katkılar sunacaktır. Bu yazı dizimizde bu kıymetli tecrübenin II. Meşrutiyet dönemine denk gelen ıslahat düzenlemeleri ele alınacak özellikle modernize edilen son Osmanlı medresesi Dârülhilâfetilaliyye Medresesi’nin kurumsal tarihi irdelenecektir. Adı geçen medresenin dünya çapında olağanüstü siyasî ve askerî olayların yaşandığı çalkantılı bir dönemde kurulması ve ardından Cumhuriyet dönemine intikal etmesi nedeniyle ömrü kısa olmuş, ancak ortaya konulan medrese modelinin dönem itibarıyla ileri düzey düzenlemeleri ihtiva etmesi nedeniyle dikkat çekici mahiyette olduğu görülmüştür. Örneğin medreselerde uygulamaya konulan ilk tevhid-i tedrisat denemesi dikkat çeken önemli düzenlemelerden sadece biridir.
Bu tecrübeye ilişkin değerlendirmeye yer vereceğimiz bir sonraki yazıda buluşmak dileğiyle…