Dünyamızdaki doğal enerji kaynakları ya da bunların işletilmesi, geçen yüzyılın olduğu gibi 21. yüzyılın da en önemli güç simgesi ve bunlara hükmetmek de en önemli savaş nedeni olmuş ve gelecek yıllarda da olacaktır. Hali hazırda bu kaynakların yeryüzündeki dağılımına göz atıldığında bunların çok önemli bir bölümü İslâm ülkeleri coğrafyalarında yer almaktadır. Dünya nüfusunun yaklaşık 7.5 milyar olduğu düşünüldüğünde bu nüfusun yaklaşık dörtte birinin yaşadığı topraklarda enerji kaynaklarının neredeyse yarısı bulunmakta, belki de bundan dolayı dünyadaki zulüm ve savaşların da %90’ı yine aynı coğrafyalarda vuku bulmaktadır. Şimdi bunu bir kenara yazalım.
Bundan yaklaşık 14 asır evvel tek bir Allah’a (cc) ve O’nun Resulüne (sav) iman eden ve sadece adaletli bir düzen için bir araya gelen küçük bir topluluk vardı. Sayıları çok az, imanları ise dev gibiydi, öyle ki bırakın yeryüzünü, âlemleri kuşatıyor ve hatta daha da ötesine taşıyordu. Bu insanlar sadece mallarını, mülklerini, analarını, babalarını, kardeşlerini değil evlâtlarını dahi feda ederek, canlarını fedaya razı olarak çıkmışlardı bu kutlu yolculuğa. Onlar zorlu imtihanlardan geçtiler, açlık, yoksulluk, dışlanma, boykot, zulüm, işkence yetmiyormuş gibi bir de yurtlarını terk etmek zorunda bırakıldılar. Diğer yandan karanlığın zalim bekçileri aklın alabileceği her şeyi vaat ediyorlardı bu bir avuç fakir ve kölenin önderi olan Zat’a (sav). İstediği kadar altın, gümüş, mal, mülk ve hatta Mekke’nin emirliğini teklif ediyor, “Gel” diyorlardı, “İstersen başımıza geç, yeter ki bizi şu zavallı, aciz yoksul ve kölelerle bir ve eşit tutma”. İşin sırrı o gün de tam bu noktadaydı, bugünde tam aynı yerde düğümleniyor. Bu talebe cevap ötelerin ötesinden geliyordu sanki;“Allah’a yemin olsun ki, güneşi sağ elime, ayı da sol elime koysalar bile ben bu davadan vazgeçmem. Allah beni bu yolda ya galip getirir ya da bu işte canımı veririm”. İman ettiğimiz dinin mübelliğinin (sav) bu sözlerini, kutsal bildiğimiz tüm değerlerin dünyevî güç ve zenginlik elde etmek için ayaklar altına alındığı şu acınası günlerde bir kez daha anlamaya çalışıp “Biz kimin ümmetiyiz sahiden?” diye kendimize yeniden sormak gerekiyor sanırım.
Tabii ki o günün Müslümanları için de devran hep aynı sürmedi, gün geldi Medine’de güçlenen Müslümanlar kendi devletlerini kurdular ve orada iktidarla, Bedir harbinde de zaferle tanıştılar. İslâm ordusunun ikinci büyük savaşında ise daha savaş bitmemişken ve savaşın öncesinde Resulullah (sav) “Ne olursa olsun asla burayı terk etmeyin” buyurmuşken, aslında zaferle birlikte zaten adaletli bir şekilde dağıtılacak olan birkaç parça ganimet için; tepeye yerleştirilen okçulardan pek çoğu emre uymayarak yerlerini terk etmiş ve mutlak bir zafer hezimete ve onlarca sahabinin şehit olduğu bir yenilgiye dönüşmüştü. Bu durum bir anda ne kadar da tanıdık geldi hepimize değil mi?
Şimdi tekrar başa dönersek, yüzyıllar boyunca ne bu savaş bitti, ne de savaşanlar değişti. Sadece zaman zaman tepedeki okçuların adı ve tarifi değişti sanki. Bu sebeptendir ki acı, keder, kan ve gözyaşı hâkim oldu yeryüzüne. Halbuki emir net ve açıktı “Sizinle savaşanlarla Allah yolunda savaşın”. “Allah yolunda” diye hassaten uyarıyordu Rabb (cc), yani para için, güç için, her ne yolla olursa olsun zafer için, zenginlik için, hükmetmek için değil. Allah’ın (cc) yüce adını her yere ulaştırmak, O’nun adaletli nizamını yeryüzüne hâkim kılmak, böylece insanlığı gerçek huzur ve kurtuluşa davet etmek ve kavuşturmak için.
Maalesef bu ümmetin fertleri de, bu fertlerden müteşekkil birçok topluluk ve teşkilatları da bu değerlerden çok ama çok uzaklaştı. Kiminin derdi boşalan her bir koltuğa; kendilerinden bir adam yerleştirebilmek için hak, adalet ve hakkaniyeti hesaba katmadan, ehliyet ve liyakat aramaksızın, âdeta “başarıya giden yolda her şey mubahtır” anlayışı ve tamamen “Makyevelist” bir zihniyetle ve anlaşılmaz bir iştiha ile saldırmak iken, kiminin derdi ise az olsun bizim olsun, şurada biraz da biz nemalanalım, zenginleşelim, makam ve güç elde edelim diye uğraşmak oldu. Gidilen, tutulan yol inançlarımıza, değerlerimize, Efendimiz’in (sav) öğreti ve usullerine uygun mu, “Yahu biz bir yere gidiyoruz da acaba doğru yolda, doğru adımlarla, doğru adamlarla mı gidiyoruz?” diye soran ve sorgulayan da pek göze çarpmıyor maalesef.
Yeryüzünde bunca acı, açlık, yoksulluk varken, bunların çoğu da İslâm topraklarında vuku buluyorken, “Hak ve Batıl” arasındaki savaş tüm şiddeti ve acımasızlığıyla devam ediyorken, Müslümanların kanı ve gözyaşı her gün oluk oluk akıyor, yaralı sinelerden yükselen “Ahlar” Arş-ı Âlâ’yı sarsıyorken, sadece ülkemizdeki inananların değil, tüm Müslümanların hatta tüm insanlığın hali ve istikbali ile ilgili ezelde takdir edilen tarihî mesuliyetler omuzlarımızdayken, neden geçici dünya makamları ve hevesleri peşinde koşarak asıl büyük fotoğrafı kaçırıyor, aslî görevlerimizi unutuyor da daha bitmemiş ve belki de bitmeyecek bir savaşın parıltılı üç beş ganimeti uğrunda “tepedeki yerlerimizi” terk ediyoruz. Unutmayalım ki engel olamadığımız her bir hırs ve hevesimiz, binlerce Müslüman’ın kanıyla sulanan bu topraklarda hem bugünün gözü yaşlı goncalarını soldurmakta, solduranlara yardımcı olmakta, hem de istikbalin gül bahçelerine, gül medeniyetine engel olmakta. Değerli kardeşlerim, bir an durup düşünelim, hiç değer mi?
Şimdi sorulması gereken soru şu; biz Allah’a (cc), Resulü’ne (sav) ve ahiret gününe gerçekten iman eden Müslümanlar olarak, her türlü kutsalı ve insanı acımasızca öğüten, kan kusan bu değirmenin çarklarına su taşımaya, sosyalizm, komünizm, faşizm, kapitalizm gibi Rahmetli Cemil Meriç’in de eşsiz tabiri ile “İdraklerimize giydirilen deli gömlekleri olan izm’lerin” zavallı köleleri ve aktörleri olmaya devam mı edeceğiz, yoksa Rabbimizin emrettiği gibi “Aramızdaki ayrılıkları giderip, kardeş olup, toptan Allah’ın ipine sarılarak” hem kendimizin hem de tüm insanlığın kurtuluşu için kutsal bir yolculuğa yelken mi açacağız? Cevap belli olduğuna göre artık ufak hesaplar yapmaktan vazgeçip, hak, adalet, hakkaniyet, ehliyet, emniyet ve liyakate önem vererek hak yolunda doğru adamlarla ve doğru adımlarla yürümeye gerek yok mu sizce de? Zira yorgun omuzlarımızın yarınların da acılarını, yarınların yetimlerinin de ahlarını taşıyabilecek güçte olduğunu sanmıyorum.