Ekmek vardı, birkaç lokmaydı, çeyrekti, yarımdı belki de. Yanına bir de üç beş zeytinle bir bardak da çay bulduk mu, değmeyin keyfimizeydi. Sobaya atılacak birkaç parça odun iyi bir şeydi, şükretmek gerekti, kömür de varsa birkaç kürek aliyyül âlâ idi vaziyet. Eskiyen kazaklarımızın ipleri sökülür, özenle sarılıp, birkaç kazağın ipinden muhteşem görünümlü, el emeğiyle, gönül sıcaklığıyla yeni kazaklar, kaşkoller, çoraplar örülürdü evlerimizde. Boynumuzu, elimizi, ayağımızı, sırtımızı ısıtan, o giyecekler değil, gönülden ellere, oradan iplere taşınan anne sıcaklığı ve şefkatiydi aslında. Ayakkabılar eskirdi, delinirdi, su çeker, ıslanırdı ama olsundu, sobanın altında kururlardı nasıl olsa. Soba demişken, sobanın sıcaklığı etrafında toplanırdı tüm aile bireyleri akşamları, onlar da birbirlerine ilave sıcaklık aktarsınlar, hem sobanın, hem de birbirlerinin yüreğinin sıcaklığında ısınsınlar diye. Evde küçük elektrikli ev aletleri olmadığı için midir nedir, herkes her işin bir ucundan tutar, ortaya ortak ürünler çıkardı. Hem paylaşmayı, hem yardımlaşmayı, hem bir arada olabilmenin hazzını yaşardık, küçücük, bozulmamış, örselenmemiş, fakir ama muhteşem hayatlarımızda. Sobadaki kestanenin çıtırtısı ve kokusu, kuzinedeki patatesin buğusu karışırdı kışları babalarımızın, eğer şanslıysak dedelerimizin anlattığı kahramanlık öykülerine, tarihimize, kültürümüze. Analarımız daha çok sessizce dinlemeyi yeğlerlerdi, ama fırsat bulduklarında onlar da aşka dair, sevdaya, sevdalılara dair anlattıklarıyla beslerlerdi gönül dünyamızı, ruh iklimlerimizi. Babaannelerimizden, dedelerimizden sureleri, ilahileri, örfün, adetin, ahlakın, dinin temellerini, nasıl oturup kalkacağımızı, küçüğe nasıl, büyüğe nasıl davranacağımızı, sevmeyi, sevilmeyi, sabretmeyi, bölüşmeyi, şükretmeyi öğrenirdik. Ufacık şeylere sevinir, hayatın çok küçük hediyeleriyle mutluluktan havalara uçardık.
Bir de komşularımız vardı, sabahları hayırlarlardı günümüzü, kapıda, pencerede görünce hal hatır sorar, göremeyince telaşlanır “bir derdimiz mi var” diye endişelenirlerdi. Kapının önü beraberce süpürülür, çocuklar gönül rahatlığıyla birbirine emanet edilir, mutluluklar ve hüzünler en üst makamda paylaşılır, ölümüze beraber ağlanır, düğünümüzde beraber eğlenilirdi. Söz vardı, ahde vefa vardı, onurlu, haysiyetli, güvenilir, şahsiyetli olmak sıra dışı, prim yapan, fevkalade şeyler değil, zaten herkeste bulunması gereken asgari nitelikler, yani olmazsa olmazlarımızdı. Âlim, okumuş, yüksek tahsil yapmışımız pek yoktu gerçi ama arifimiz pek çoktu o yaşanası zamanlarda. Sınırlar vardı her işimizde ve her ilişkimizde, özünü fıtratımızdan alan, çerçevesini dinin, ahlakın ve örfün belirlediği sınırlar. Tabularımız vardı, kutsallarımız vardı, dolayısıyla değerlerimiz vardı bizi biz yapan, yani dallarımız vardı tutunacak, ağacımız vardı çınar gibi yaslanacak.
Ve bir gün kara bir kutu, kapkara simasıyla belirdi hanelerimizde. Önce iyi bir şey zannettik. Herkes alamadı ama herkes seyretmeye koştu dışarıdaki dünyayı. “Dallas” dizisinde öpüşürken gavurlar, babaannem, yaşmağıyla gözünü kapatırdı. Birden farkına vardık ki meğer ne kadar da çokmuş ihtiyaçlarımız, meğer biz ne kadar basit ve sıradan yaşıyormuşuz. İşte o meşum gün başladı o güne kadar bizim olana şükreden kalplerimizin, olmayana doğru çılgınca koşusu. Ve giderek hızlandı, hızlandı, hızlandı…
O gün bu gündür ne ihtiyaçlarımızın sonu geldi, ne de ayak uydurabildik bu yabancısı olduğumuz hayata tam manasıyla. Sınırsızlık dayatılıyordu özgürlük adına, tabuları yıkmaktan bahsediliyor, bu söylemlerle aslında kutsal bildiğimiz ne varsa ayaklar altına alınıyor, mahrem bildiğimiz ne varsa paylaşıma açılıyordu. Dayatılan bu sınırsızlığın değersizleştirdiği yarım kalmış hayatlarımızı algılamakta zorlanıyor, arasattaki ruhlarımıza da söz geçiremiyorduk. Her birimiz kapitalist sistemin dayattığı sınırsız, sorumsuz, duyarsız, ruhsuz, bilinçsiz, ölçüsüz, idealsiz, her şeye para ile ulaşılabilen, esasında hiçbir şeyin kıymetinin de olmadığı yaşam biçimlerine mahkûm olmuştuk. Herkesin gözü diğerlerinin sahip olduklarındaydı artık. Şükür, ara sıra hatırlanan mistik bir kelime olarak dünyamızda yer etmekte, sabrın ise esamesi dahi okunmamakta maalesef. Umursamadık belki de başta ama azar azar ele geçirildi ruhlarımız, azar azar azaltıldı insanlığımız ve geriye maalesef çok az şey kaldı. Batının zavallı, tüketim çılgınlığına esir edilmiş, ruhları ve akılları köleleştirilmiş, maddi varlık içerisinde manevi darlığa mahkûm insanları gibi hissediyor, duyuyor, görüyor, düşünüyor ve davranıyoruz, yalan mı?
Kendimize bir soralım, biz bu hallerimizle mi Allah’ın (cc) eşref-i mahlûkat olarak yarattığı, yeryüzünde O’nun halifesi olmaya namzet varlıklarız sahi. Sizi bilmem ama ben aynada baktığımda ruhuma, sadece acı acı tebessüm ediyor, yazık oldu, yazık oluyor bu hayatın sahibine diyorum. Bizi bize geri çağıran o mekân ve zaman ötesi çağrıya yeniden kulak verip, kendi ellerimizle anlamsızlaştırdığımız, değersizleştirdiğimiz hayatlarımızı yeniden anlamlı ve yaşanabilir kılmak için son bir kez daha davranmaya, ayağa kalkmayı denemeye ne dersiniz?