eğitim,öğretim,terbiye,talim,Meb,Üniversite,öğrenci,öğretmen,muallim,öğretim üyesi,maarif,aile,
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Ankara
Hafif Yağmurlu
15°C
Ankara
15°C
Hafif Yağmurlu
Pazartesi Açık
15°C
Salı Az Bulutlu
18°C
Çarşamba Parçalı Bulutlu
18°C
Perşembe Az Bulutlu
20°C

Cemaatleşen Tarikatlar

Günümüz Türkiye’sinde “Dinî cemaatler” ifadesi genel olarak kullanılırken içeriğinde cemaat ve tarikatın birbirinin müradifi iki kelime gibi algılanması, tarikata cemaat, cemaate tarikat denilmesi ciddi bir kavramsal hataya sebep olmaktadır. Kavramsal hatalar zamanla sosyal gerçeklere dönüşebilmekte ve buradan hareketle mevcut yapılara bakarak tarihi müesseseler alabildiğine yıpratılmaktadır.

Öncelikle “Tarikat”nedir, “Cemaat” nedir bu kavramları kısaca açıklayalım. Tarikat Hicrî üçüncü milâdî dokuzuncu yüzyılda yaşamış Cüneyd-i Bağdâdî ile kurumsallaşmaya başlamış, ilkeleri, silsileleri, kavramları ve seyr-i sülûk süreçleri olarak doktriner bazda varlığını ortaya koymuştur. Elimizdeki en eski Fıkıh Usûlü eseri İmam Şafiî’ye ait olan er-Risâle olmakla birlikte Usûl-i Fıkhın temelleri nasıl Hz. Peygamber tarafından atılmışsa tasavvufun temelleri de yine Hz. Peygambere kadar uzanır. Erbabınca malumdur ki tarikatta iki ana yol vardır (Bu arada tarikatın sözlük anlamı yol/yollar demektir). Bu yolların birincisi Bekrî Tarîk; ikincisi Alevî Tarîktır. Bekrî tarik Hz. Peygamberin Sevr Mağarasında Hz. Ebû Bekr’e aktardığı mana âleminin sırlarıyla başlar. Hz. Ebû Bekir de bu emaneti Hz. Selmân-ı Fârisî’ye aktarmış ve bugüne kadar bilgi olarak ulaşmıştır. Yine bir gün Efendimizin Hz. Ali’yi çağırıp “Ya Alî sana öyle sırlar emanet edeceğim ki…” diye başlayan süreç Alevî Tarikin başlangıcını oluşturmuştur.

Amacım tasavvuf ve tarikatların tarihini anlatmak değildir. Bu başlı başına Anabilim Dallarının işidir ancak güncele gelebilmek için tarihi arka plandan kısaca da olsa söz etmek gerekir.

İslâm’ın da İslâmî bilginin de kaynağı Kur’ân-ı Kerîm ve Hz. Peygamberdir (sözleri, davranışları ve tasvipleri). Bu iki kaynaktan dinî/şer’î ilimler doğmuştur. Bunların genel adı FIKIH’tır. Fıkhın itikadi alanı düzenleyen kısmına Fıkh-ı Ekber denir. Bu ilme daha sonra İlmü’t-Tevhîd ve’s-Sıfât, Usûlü’d-Dîn, Akaid ve nihayet Kelâm adı verilmiştir. Fıkhın İslâmî davranışları düzenleyen kısmına Fıkhu’z-Zahir adı verilir. Bugün “Fıkıh” denilince anlaşılan da şer’î ilimlerin bu yönüdür.

Fıkhın üçüncü kısmı ise ahlâk, adâb ve şahsiyeti konu edinen kısmıdır ki buna da Fıkhu’l-Bâtın adı verilir. İşte Tasavvuf ve dolayısıyla tarikatlar burada yer alır.

Çok bilindik beylik bir laf vardır ve buram buram cehalet kokar: “Hz. Peygamber zamanında mezhep mi vardı, tarikat mı vardı?” diye.

Hz. Peygamber aleyhisselâm önce imanın ve müslümanca yaşayışın temellerini atmış, Medîne-i Münevvere’ye hicretle birlikte topluma; Hudeybiye anlaşmasından sonra da devlete ulaşmıştır. Vefat ettiğinde artık ortada fıkhın (her anlamında) oluşturduğu bir toplumu (Cemiyeti) geride bırakmıştı. “Ashabım yıldızlar gibidir, hangisinin peşine düşerseniz doğru yere çıkarsınız” buyurmuş, veda hutbesinde “Sünnetime ve benden sonra Hulefâ-i Râşidîn’in sünnetine sımsıkı yapışın” demek suretiyle istikâmeti belirlemiş, hatta bazı rivayetlerde “benden sonra 30 yıl” kaydıyla hilafete ömür biçmiştir. Son olarak “En hayırlı toplum, içinde yaşadığım toplumdur, sonra onları görüp takip edenler sonra da onları görenler” demek suretiyle ideal İslâm toplumunun hem numunesini göstermiş hem de tahmini ömrüne işaret etmiştir. Bizim Asr-ı Saadet, Tâbiîn ve Tebe-i Tâbiîn dediğimiz İslam toplumu bunlardır. Sonra?

Sonra ilmin, irfanın, ahlâkın kaynağından uzaklaştıkça toplumdaki kalite düşmüş, fesat baş göstermiş buna rağmen fesada, dünyevileşmeye karşı direnen, kalitesini muhafaza eden kimseler toplum içinde seçkin şahsiyetlere, cazibe merkezlerine dönüşmüştür. İşte bu dönem, mezhepleşmenin, tarikatların başladığı dönemdir. Hicrî 110 yılında vefat eden Tâbiînin en önemli isimlerinden Hasan el-Basrî bir gün cemaate şöyle seslenmişti: “Ben Rasûlüllah’ın ashabını gördüm. Onların alınları ve dizleri çok namaz kılmaktan keçilerin ayakları gibi yıpranmıştı. Şayet siz onları görseydiniz bunlar deli derdiniz. Onlar da sizi görseydi müslüman olduğunuza asla inanmaz, bunların hepsi kâfir derdi”. Yani Efendimizden sonra geçen yüzyıllık süreçte müslüman toplumundaki erozyonun boyutunu anlamakta bu tespitler yeterlidir diye düşünüyorum.

İşte Basra’da Hasan el-Basrî çıkıyor, Hasan el-Basrî’ye kendini hayran bırakan Râbiatü’l-Adevî çıkıyor, Kufe’de İbrahim en-Nehaî çıkıyor, sonra Ebû Hanife çıkıyor, Süfyân-ı Sevrî çıkıyor; Medîne-i Münevvere’de Said b. el-Müseyyib çıkıyor akabinde Mâlik b. Enes geliyor, Bağdat’ta Ma’rûf el-Kerhî, Serî es-Sakatî çıkıyor, Mısır’da Zünnûn el-Mısrî çıkıyor…Böylece İslâm şehirlerinde kalitelerini ortaya koyan şahsiyetler mezhep kurucuları, tarikat şahları / pirleri haline geliyor. Yani herkesin müctehid olduğu toplumda tabii ki mezhep olmaz, herkesin evliya olduğu toplumda tarikatın olmaması gibi. İslâmî ilimlerin tarihi gelişimi, ekolleşme süreçleri vs. bu yazının konusu olmadığı için atlıyorum.

Müslümanlar tarih boyunca birçok devlet kurdu. “Müslüman devlet” tanımlamasını hak etmek için, kurulan devletlerde İslâmî esaslar hukukun, siyasetin, adaletin ve eğitimin temelini oluşturdu. Toplumun manevî şahsiyetini inşa etmek ve ayakta tutmak için üç müessese kuruldu. Medrese, Mescid, Tekke. Medresede İslâm öğreniliyor, Mescidde safta yaşanıyor, Tekke’de ruha gıda takviyesi yapılarak kâmil insanın yetişmesine katkı sağlanıyordu. Bu müesseselere devamlılık zorunlu idi. Herkes eğitimden geçiyordu. Asker de zanaat erbabı da mutlaka bu ilim ve irfan yuvalarına devam etmek zorundaydı. Başka türlü ne toplum ne de devlet ayakta kalırdı.

Osmanlı özelinde -Sanayi Devrimi ve batı karşısında ağır yenilgiler alıncaya kadar- kamusal ve özel hayat dini esaslarca belirleniyordu. Bütün bu süreçlerde toplum (cemiyet) müslüman olduğu için o toplumlarda tarikatlar vardı ve toplum müslüman toplumu kimliğini kaybedinceye kadar bu durum böyle devam etti. Müslüman toplumun belirgin özelliklerinden birini aktarayım. Çocukken hocamızdan duymuştum, daha sonraki yıllarda da bizzat kitapta gördüm (Hidaye Şerhi el-Binâye’de). Mahalle mescidine o mahallede oturan erkeklerin istisnasız tamamı giderdi. Mahalle sakinlerinden birisi vakit namazlarından birinde iftitah tekbirine yetişemezse -dikkat ediniz, birinci rekâta değil, iftitah tekbirine- namazdan sonra bütün cemaat o şahsın evine taziyeye giderdi. Âdeta o evden cenaze çıkmış gibi iftitah tekbirine yetişememek derin bir üzüntü sebebiydi. Hiçbir erkek sokakta başı açık gezmezdi. Yine dikkat buyurun, kadın değil erkek. Sokakta bir erkeğin başı açık gezmesi şahsiyet (mürûet)sizlik göstergesiydi ve bu adamın mahkemede şahitliği geçerli değildi. Şimdilerde hikâye gibi dinlediğimiz ve çoğuna “nasıl olsa sahih değildir” yaftası yapıştırdığımız hadis-i şerifleri baş tacı eden müslümanlar ahlâk abidesi toplumlar oluşturmuştu.

Unutmamak gerekir ki, İslâm Devleti müslümanca yaşamanın sebebi değil sonucudur. Müslümanlar şayet bir devlete kavuşmuş ise o devletin halkı İslam’ın kolayca yaşanması, devlet tarafından denetlenmesi, kamusal alanda İslam’a aykırı hiçbir söz, davranış ya da yapılanmaya izin verilmemesi belli bir zaman sonra müslümanlarda rehavete sebep olabilmekte, devletle gelen servet samimi duyguları bulandırabilmektedir. Allah’ın müslümanlara vaadi İslâm için yapılacak mücadeleye endekslidir. Dünyevileşme ve sosyal refahın konfora dönüşmesi için verilen bir destek değildir. Huneyn Savaşının safahatında Cenâb-ı Hak âyetlerle bu hususun altını çizmiştir.

Nitekim Osman Gazi “Davamız kuru bir cihangirlik davası değil, Îlâ-yı Kelimetullahtır” derken, Sultan Fatih: “İmtisâlü Câhidü fillah olubdur niyyetüm, âlemi İslâmın mücerred gayretidür gayretüm” demekte; Yavuz Sultan Selîm Han da: “Biz bunca meşakkate alkış uğruna katlanmadık, hâlis niyetimiz rızâyı ilâhîdir” demektedir.

Dediğimiz gibi gayretler, cihatlar, şehadetler, hakkı üstün tutma mücadelesi gün geldi devlete dönüştü. Sonra servete sonra şöhrete sonra şehvete sonra zillete sonra esarete dönüştü…Osmanlı yenilmeye başladı. İlâ-i Kelimetullah için çıkılan seferler yerini servet-i sâmân için düzenlenen seferlere dönüşünce dünyevîleşme başladı. İdealler değişti, rol modeller değişti. Konfora olan düşkünlük zamanla giderlerin gelirlere galebe çalmasına sebep oldu. Medreseler âlim, tekkeler veli yetiştiremez oldu. Camilere rağbet yerini kapitalizmin mabetlerine bırakmaya başladı.  Zamanla devletin aslî unsurlarında dini esaslar yer bulamaz oldu, yetmedi suç oldu. Evlerin dizaynından, kıyafetlerin kesimine, sokakların adabından şehirlerin yapılanmasına kadar sosyal hayatın ve zihin dünyasının kimyası da coğrafyası da bozuldu. Derken 3 Mart 1924 tarihinde çıkan kanunla, İslâm toplumuna dinamizm veren üç aslî kurumdan ikisi yani medrese ve tekkeler kapatıldı. Camiler ise itibarsızlaştırılarak cemaati üzerinde baskılar oluşturuldu. Bu köklü değişimin sosyokültürel etkileri dinin cemiyetten çekilmesine sebep oldu. 1929 tarihine gelindiğinde din eğitimi tamamen kaldırıldı. Devlet halkı dini yönden bilgilendirme görevini bıraktığı için bu boşluğu ehil olan ve olmayan kimseler doldurmaya başladı. İslâm diye öğrettiklerinin ne kadar gerçek İslâm ne kadar kişisel görüş olduğunu ayırt edecek mekanizmalar artık yoktu. Medreseler Anadolu’nun ücra köşelerinde gizli saklı yaşam savaşı verirken tekkelerin kahir ekseriyeti tabela tarikatlarına dönüştü ve illegal olarak gizli gizli var olma mücadelesi verdi.

Burada şu soruyu sormak gerekir: Kanunen yasaklandığı için mi tarikatlar bitme noktasına geldi yoksa zaten bitme noktasına gelmişti de kanun işin tuzu biberi mi oldu? Kanaatimizce ikinci ihtimal daha doğru. Çünkü, daha önce de dediğimiz gibi tarikatın gerçek fonksiyonunu icra edebilmesi için toplumda İslâm fiilen yaşanmalıdır. İnsan kalitesinin zaten yüksek olduğu toplumda tarikata girenlerin manevî değerlerle techizi, seyr-i sülûkleri kolay oluyor, mahir mürşid-i kâmiller elinde mümtaz şahsiyetler itina ile yetiştiriliyordu. Bursa’da koskoca Osmanlı Kadısı iken, ahkâm-ı şer’iyyeyi tenfîz ile memur iken bile kullukta kaliteyi yakalamak, Aziz Mahmud Hüdâî olabilmek için Üftade kapısında hizmetkârlık gerekiyordu. Taptuk’un kapısında kul olmadan Yunus olunmuyordu. Akşemseddinleri, Eşrefoğlu Rûmîleri, Ömer Sikkînîleri yetiştiren Hacı Bayram Veli olmanın yolu Gavs-ı A’zam Hamîdüddîn Aksarayî’ye (Somuncu Baba) bende olmaktan geçiyordu.

Şeyh Edebali’nin bir damadı Osman Bey iken diğer damadı Tursun Fakih idi. Ulu Caminin açılışında Emir Sultan Somuncu Babaya hutbe okuma ricasında bulunduğunda Camide padişah olarak Yıldırım Bayezid, Şeyhulislâm olarak Molla Fenârî, Cami İmamı olarak Süleyman Çelebi bulunmaktaydı.

Tarikatların gerçek anlamda mürşidliğini yapan zevât-ı kirâm intisablarından önceki yıllarını medreselerde müderris olarak geçirmişlerdi. Çünkü ilmi olmayanın irfanı olmaz. İlimsiz seyr-i sülûk tramplenle yukarı zıplamaya benzer. Ne kadar yükseleceğini zannetse de sonuç yine yere düşmektir.

Mevlânâ’nın babası Bahâuddîn Veled vefat edip yerine oğlu Celâlüddîn Rûmî geçince, babasının halifelerinden Kayseri’de bulunan Seyyid Burhânüddîn Muhakkık-i Tirmizî Konya’ya Mevlânâ’ya hem taziye hem de tebrik ziyaretine gelmiş ve kendisine: “Evlad! Sen şeyh olmakta biraz acele etmişsin. Keşke medreseye girip de biraz Hidâye okusaydın” demiştir. Nitekim Mevlânâ’nın ilerleyen yıllarda hanımına: “Ben babamdan yeterli miktarda beslenebilmiş olsaydım ne Tebrizli Şems’e ne Endülüslü İbn Arabî’ye muhtaç olurdum” dediği nakledilmektedir. Aynı hassasiyetin bir başka tezahürü olsa gerektir İmam Rabbânî: “Tasavvufa dalıp da fıkıhtan behresi olmayan kimsenin varacağı yer zındıklıktır” demektedir.

Dolayısıyla sağlam bir teslimiyet ve ihlas iyi bir mürid olmayı sağlayabilir belki ama mürşidlik için ilim şarttır.

Durumu fıkhî mezhepler zaviyesinden anlatmaya çalışalım. Günümüzde Hanefî mezhebi var mı? Var. Yaşıyor mu? Evet. Pekiyi Hanefî müctehid var mı? Buna kolayca “evet” demek pek mümkün görünmüyor. Mesela Dârulfünûn Usûl-i Fıkıh muallimi, Ankara hükümetinin 6. Adliye Vekili Mehmed Seyyid Bey’e göre son müctehid İbnü’l-Hümâm’dır ki miladî 1457’de (861) vefat etmiştir. Herkesçe bilinen İbn Âbidîn bile Fukaha Tabakasının 7. Sınıfı olan Mukallid-i Mahz’a ancak dahil olabilmiş, İmam Suyûtî de kendi kulvarının sonuncu müstevasında adını zikredebilmişti.

Sözün özü “Kaht-ı Ricâl” yani adam kıtlığı İslâm devletlerinin çöküşünün en önemli sebeplerinden biridir. Ne eskisi gibi devlet adamı yetişmekte ne müctehid, ne pîr ya da mürşid-i kâmil. Güya ilerleyen dünya, yeni bir Ebû Hanîfe yetiştiremediği gibi, Sinan gibi bir mimar, Lokman gibi veya İbn Sîna gibi bir hekim de yetiştiremez olmuştur.

Şah Nakışbend Muhammed Bahâuddîn-i Buharî bir dönem Seyyid Emir Külâl’i gücendirmişti de gönlünü alabilmek için bir gece sabaha kadar kapısının eşine yatmıştı. Sonraki yıllarda hazret “Her sabah evimden çıkarken eşiğe baktım acaba beni gücendirenler arasından da eşiğe yatan olacak mı ki diye heyhât” diyordu. Yani kalite düşüklüğü daha o zamanlarda hissedilmeye başlamıştı.

Nakşî-Hâlidî tarîkın Mustafa İsmet Efendi tekkesi postnişinlerinden Ahıskalı Haydar Efendi (Kuddise Sırruh) Meşihat-i İslâmiyye’de çalışan 600 Osmanlı âliminden ancak 6 tanesinin namaz kıldığından söz etmekteydi.

Bütün bu gerçekler ortaya koymaktadır ki tekkeler zaten aslî görevlerini icra edecek gücü yitirmişti. Öyle olmasaydı kanun sosyal realiteye direnemez, ister istemez yeni bir düzenleme yoluna giderek halka karşı hukuk dayatmasında bulunamazdı. Öte yandan kanuna rağmen o gün için yaşayan tarikatlardan bazıları içine kapandı, göz önünden çekildi ve âdeta oksijen tüpüne bağlı yaşayan hastalar gibi hayatta kalma savaşı verdi. Dergahların son postnişinleri arkalarında bıraktıkları seçkin müritlerine sadece Hizmet hilafeti verdi ama birkaçı dışında hiçbirisi İrşâd Hilafeti vermedi. Yani yerlerine şeyh bırakmadılar sadece mevcut birikimi yeni nesillere aktaracak halifeler bıraktılar. Bu halifelerde de kendi yerlerine halife bırakmaları söz konusu değildir. Yaşayan son şeyhin belirlediği halifeler de irtihâl-i dâr-ı bekâ eylediklerinde bu dinî yapı tarikat olmaktan çıkıp cemaate dönüşmektedir. Cemaatlerin elbette bir, yerine göre birkaç lideri olabilir çünkü cemaat liderlerini adından da anlaşılacağı gibi cemaatler seçer. Oysa şeyhleri bir önceki şeyh bildirirdi.

Günümüz Türkiye’sinde İslâm cemiyet hayatından çekilmiş ve cemaatlerde yaşama imkanı bulabilmiştir. Cemaatler İslâmı öğretme görevini üstlenmek zorunda kalmış, Hz. Peygamberden beri korunarak gelen İslâm emanetini koruma, öğretme, yaşama ve yaşatma görevi cemaatlere kalmıştır. Tarikatın aslî görevini yeniden icra edebilmesi için İslam’ın yeniden cemaati aşıp cemiyete hakim olması gerekmektedir. Bugün Abdülkâdir Geylânî hazretleri kabrinden kalkıp gelse onun da ilk yapacağı imanı kurtarıp, helali haramı öğretmek olacaktır. Bunda yadırganacak, garipsenecek bir durum yoktur. Acı ama gerçek budur. Elbette kendilerini aynı zamanda tarikat olarak nitelendiren yapıların müntesipleri günlük tarikat derslerini yapmaya devam edecek, râbıtalarına, murakabelerine ara vermeyecektir. Zira ayna zedelendi diye aynanın arkasındaki de zedelenmiş demek değildir. Rızkı getiren ölse de Rezzâk-ı Âlem’in ölmediği gibi. Hanefî müctehid yok diye Hanefîlik öldü diyemeyeceğimiz gibi. O kıyamete kadar devam edecektir. Belki tek fark, mutad dersleri bitirdiği halde manen bir arpa boyu yol alamayanlar çoğunluğu teşkil edecektir. Zira, bir seneye varmadan “sonunda vardığımız yere başında ulaştık (indirâcü’n-nihâye fi’l-bidâye)” diyen İmam Rabbânî de yok, ulaştıracak Hâce Bâkibillah da. Hâlid-i Bağdâdî de yok, Abdullah Dihlevî de… Çünkü usta kaptan kılavuzlar artık yoktur. Vesselâm.

Prof. Dr. Ahmet ÜNSAL

Yazarın Diğer Yazıları
Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.