DERSAÂDET YAZILARI- 20
Dr. Hasan YILDIZ
“Dünya Allah’ın tüm canlılar için kurduğu uçsuz bucaksız bir sofradır. Bu sofranın en değerli misafiri de insanoğludur. Her insan bu sofradan kendi çabası, gayreti, nasibi ve kısmeti kadar rızıklanır. İnsanın nasibi neredeyse oradan yer ve içer. Senin nasibin İstanbul’daymış oradan yiyorsun, bizim nasibimiz de doğduğumuz yerdeymiş, burada rızıklanıyoruz. Herkes kendi nasibinin peşinden gider. İnsanın vatanı doğduğu yer değil doyduğu yerdir. Nasipse yine görüşürüz. Şimdi gitme vakti. Siz doyduğunuz yere gitmelisiniz. Biz de şimdilik burada kalıcıyız. Kaderimizde ve kısmetimizde varsa bir sonraki bayramda inşallah tekrar görüşürüz…”
Yukarıdaki cümleler Kurban Bayramı tatilini geçirdiğim baba ocağından, çalıştığım şehre dönüş için vedalaştığım muhterem babamın vedalaşma anında dilinden dökülen cümleler. Gözleri yaşlı ve titrek bir sesle bize teselli vermeye çalışırken aslında kendisini teselli etmeye çalışıyordu bu sözleriyle.
Türkler, asırlar boyu anayurtları olan Orta Asya’da hüküm sürmüş ve Yüce Yaratıcının kendilerine sunduğu bereketli sofradan rızıklanmışlardır. Kuraklık ve salgın hastalık gibi tabii afetlerin yol açtığı kıtlık ve zorlu hayat şartları onları yeni arayışlara sevk etmiş, bir nevi rızık peşine düşerek başlayan ve asırlar süren tarihsel yolculuğun sonunda; 1071 yılında Anadolu’nun kapısını aralamışlardır. Nihayet kendilerine Anadolu’nun bereketli sofrasında yer bulmuşlardır. O gün bu gündür Anadolu coğrafyası bu topraklara yerleşen Türk milletine bereketli bir sofra olmuştur.
Harpler ve Göçler
“93 Harbi” adıyla anılan Osmanlı-Rus Harbi, Balkan Harpleri ve Birinci Dünya Harbi sonucunda münbit topraklara sahip Kafkasların, Balkanların ve diğer coğrafyaların kaybıyla yaşanan büyük göçlerin keyifli ve konforlu bir seyahat amacıyla yapıldığı söylenemez. 93 Harbi sonucunda imzalanan anlaşma gereği Rusya’ya bırakılan Kafkasya’da ve Batum’da yaşayan Müslüman ahalinin asırlardır atalarının yurt edindiği toprakları terk etmeleri de öyle kolayca alınan bir karar değildi.
Muhacirlerin yaşadığı ızdırabı bir nebze de olsa hissettirmesi amacıyla bir anekdotu hatırlatmakta fayda görmekteyim. Amasya’da görev yaptığım bir ilkokulun müdürü Batum göçmeni bir ailenin çocuğuydu. Büyük dedesinin de içinde bulunduğu ailesinin Batum’dan Türkiye’ye göç hikayesindeki şu ayrıntıyı üzgün bir şekilde anlattığını hiç unutamam. Yirmili yaşlardaki büyük dedesinin ailesi Türkiye’ye göç etmeye karar verince hazırlıklar yapılır, götürülebilecek yükte hafif, pahada ağır eşyalar belirlenir ve taşıyıcı hayvanlara yüklenir. Yaşlılar ve çocuklar ise kağnı arabalarına yerleştirilirler.
Köyden ayrılma vakti geldiğinde geride kalanlarla hüzünlü bir vedalaşma sahnesi yaşanır. Başka aileler de göç yoluna dizilmiştir. Okul müdürümüzün dedesinin 18-19 yaşlarındaki küçük erkek kardeşi Mehmet de göç kafilesi arasında yer almaktadır. Anlatıldığına göre Mehmet’in kendi elleriyle beslediği genç bir boğası varmış. Köydeki tüm günleri boğasının bakımını yapmakla ve onu beslemekle geçirirmiş. Mehmet’in boğasına karşı aşırı bir sevgisi; boğanın da Mehmet’e olan bağlılığı ve itaati herkes tarafından bilinirmiş.
Kafile, Mehmetlerin bahçesinin yakınından geçerken ansızın bahçede otlayan boğanın böğürmesi duyulur. Boğasının sesini duyan Mehmet hıçkırıklara boğulur ve elleriyle yüzünü kapatarak sesin geldiği taraftaki çalılık alana doğru koşar ve çalılar arasında gözden kaybolur. Ağabeyi ve diğer yaşlılar Mehmet’in ardından seslenirlerse de Mehmet’ten cevap alamazlar. Yapılacak bir şey yoktur. Göç yoluna revan olunur. Herkes kendi nasibinin olduğu yere yönelmiştir.
Almanya’ya Göç
Göçler sadece harpler ya da tabii afetler nedeniyle gerçekleşmez, ekonomik gerekçelerin yol açtığı ciddi göçlerin yaşandığı bilinmektedir. Altmışlı yılların başında ülkemizden Almanya’ya başlayan göç dalgası tamamen ekonomik gerekçelerle yaşanmıştı. 2022 yılı itibarıyla Avrupa Birliği ülkelerinde yaşayan 2 milyona yakın Türk nüfusun dörtte üçü Almanya’da yaşamaktadır. Ekonomik gerekçelerle Avrupa’ya çalışmaya giden Türklerin de keyifli ve konforlu bir gezi gerçekleştirmek amacıyla yurt dışına gittikleri söylenemez. Onlar da nasiplerinin peşine düşmüş, yeryüzü sofrasının bir başka kenarına yanaşmışlardır.
Nasıl ki tamamen ekonomik sebeplerle yurt dışına göç eden Türklerin vatanseverliğini kimsenin sorgulamaya hakkı yoksa, Almanların Türklere yönelik olarak “niçin kendi ülkenizde kalmadınız, niçin kendi ülkenizin gelişmesi, kalkınması ve ilerlemesi için çalışmadınız, üretmediniz de buralara kadar geldiniz, siz vatanınızı sevmiyor musunuz?” diye sorgulamalarının da normal karşılanması mümkün değildir.
Suriyeli Mülteciler
On bir yıl önce Suriye’de baş gösteren kaos ve ardından yaşanan savaş nedeniyle ülkelerini terke mecbur kalan insanların gerekçelerinin keyfi olduğunu söylemek büyük bir haksızlık olur. Savaştan önce kendi ata topraklarında yaşayan insanların zorunlu bir sebeple mülteci olmayı ve bilmedikleri bir ülkede yaşamayı kabullenmelerini vatan sevgileri için ölçüt kılmak akıl ve vicdanla telif edilemez.
Nasıl ki 93 Harbi ve Balkan harpleri nedeniyle Anadolu’ya göç eden milyonlarca muhacirin beş asırlık ata yurtlarını terke mecbur kalmaları nedeniyle vatan sevgilerini tartışmaya açmadığımız gibi Suriyeli mültecileri de “Niye topraklarınızı korumadınız, niçin savaşarak ölmediniz?” diye sorgulamaya hakkımız olamaz.
21’inci asrın ilk çeyreğinin son yıllarını yaşadığımız bir dönemde, on yedi yaşındaki Suriyeli bir mülteci çocuğun “Ben bir insanım!” çığlığını atmasına sebep olacak kadar linç kültürüne bulaşmış modern görünümlü insanların varlığı mahcubiyetimizi artırmalı, insanlığımızı yeniden gözden geçirmemize vesile olmalıdır.
Sofra da O’nun, ikrâm da… Vesselâm…