eğitim,öğretim,terbiye,talim,Meb,Üniversite,öğrenci,öğretmen,muallim,öğretim üyesi,maarif,aile,
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Ankara
Karla Karışık Yağmurlu
4°C
Ankara
4°C
Karla Karışık Yağmurlu
Cuma Açık
3°C
Cumartesi Çok Bulutlu
6°C
Pazar Yağmurlu
5°C
Pazartesi Az Bulutlu
4°C

Ethem Baran: “Öykülerimde sessiz, arada kalmış, varlığı yokluğu belli olmayan karakterler vardır; ben onları göstermeye çalışıyorum.”

Söyleşi: Leyla Yıldız

– Kendinizi bize kısaca tanıtır mısınız? Ethem Baran kimdir? Yazma serüveniniz ne zaman ve nasıl başladı?

– 1962 yılında Yozgat’ta doğdum. İlk ve orta öğrenimini Yozgat’ta tamamladıktan sonra 1983’te Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Eğitim Yönetimi ve Planlaması Bölümü’nden mezun oldum. Otuz üç yıl devlet memurluğu yaptıktan sonra 2017 yılında emekliye ayrıldım.

Yazı hayatım ortaokulda başladı. O gün bugündür yazıp çizmeye devam ediyorum. Uzun yıllar resimle de uğraştım. Resim sergilerine katıldım. Dergilerde desenlerim yayınlandı. Dergi kapakları, kitap kapakları, afişler… Son yıllarda, edebiyat daha ağır bastığı için resme artık yeteri kadar zaman ayıramıyorum. İlk çizdiğim resimler, ben lise ikideyken Hisar dergisinde yayınlanmaya başladı. O zaman için Türkiye’nin Varlık’tan sonra en uzun ömürlü dergisiydi. Daha sonra öykülerim de aynı dergide yayınlandı ve diğer dergilere geçtim. Yirmi dokuz yaşındayken- 1991’de- ilk kitabım “Sonrası Ayrılık” yayınlandı.  O gün bugündür yazmaya ve yayınlamaya devam ediyorum.

– Babanızın azîz hâtırasına ithaf ettiğiniz bir giriş var:

“Gine yazıyon mu? (Babam)

“He baba yazıyom” (Ben)

“İyi, yaz” (Babam)

Bir öyküde şöyle diyorsunuz: “Herkes, kendince hayatta kalabilmek için gerekli silahları bulmuş ya da bu, onlara baştan verilmiş. Benim sadece kitaplarım var.”

 “Yazmak ya da kitaplar” size verilmiş silahlar mıdır? Niçin?

– O sözü “Güzelliğini Gördükçe Ağlayasım Geliyor” kitabında öyküye de adını veren karakter Furkan söylüyor. Elbette aynı zamanda benim de düşüncelerimi yansıtıyor. Aklım erdi ereli kitapların, yazının, harflerin arasındayım. Kendime orada harflerin arasında, kelimelerin arasında bir dünya kurdum. Dünyam o oldu. O dünyada olmaktan da hoşnudum. Bunun çok önemli olduğunu düşünüyorum. Yani bir insanın kelimeleri, sözcükleri, harfleri kuşanmış olması; onunla kendisini güçlü hissetmesinin yaşadığı hayata karşı direncini artırdığını biliyorum. Ben de onun içinde olduğum için kendimi şanslı sayıyorum.

O ithafta okuduğunuz şey gerçektir. Benim babamın- rahmetlinin- okuma yazması yoktu. Benim yazdığımı biliyordu, kitaplarımı görüyordu ama hiçbirini okumamıştı. Okumuyordu. Gördüğünde de şey demişti, “Gene yazıyon mu?” “He baba yazıyorum.” “İyi iyi yaz.” dedi. Yazmamdan dolayı mutluydu. Bunun önemli bir şey olduğunu, kendince iyi bir şey olduğunu biliyordu. O her ne kadar okuyamasa da okuyan insanlara saygısı büyüktü. Allah rahmet eylesin.

– Sizin için “taşrayı evrensel boyutta işleyen yazar” deniyor. Siz “Taşrayı yazdığımı bilmeden taşrayı yazmışım.” diyorsunuz. Taşra size neyi ifade ediyor?

– Taşra kavramı, son dönemlerde çok tartışılan bir kavram oldu. Özellikle sinema alanında daha çok gündeme getirildi, tartışılıyor. Edebiyatımızda da uzun bir zamandır taşra konusu gündemde değildi. Bu tartışmanın açılmasında da benim yazdıklarımın da birazcık da olsa etkisi olduğunu düşünüyorum.

Taşrayı yazmamla ilgili saptama, çoğunlukla bir küçümsemeyi de beraberinde getiriyordu ne yazık ki… Benim amacım bir “taşra” kavramı gündeme getirmek, orda yazı çalışması sürdürmek değil; benim derdim insanı anlatmak. Ama seçtiğim insanlar, benim kurduğum hayâlî kasaba ve oradaki mahalle bir taşra mahallesi, kasabası. Tabii taşranın ne olduğu günümüzde iyiden iyiye tartışılmaya başlandı ve tartışılması da gerekiyor. Çünkü günümüzde teknolojinin geldiği bu durumdan sonra içinde bulunduğumuz şu hali düşündüğümüzde nerenin taşra, nerenin merkez olduğunun bir önemi kalmadı. Bunlar artık birbirine girdiler.

Ben Ankara’da yaşadığım halde İstanbul’un gözüyle bakıldığında taşra olarak görünüyorum. Esasında ya her yer taşra ya da taşra diye bir yer yok. Mademki illâ bir sınıflama ya da tanımlama yapacağız; mekân olarak baktığımızda büyük şehirlerin, metropollerin dışında küçük ölçekte kalan, daha sakin hayatların yaşandığı yerleri “taşra” olarak kabul edeceksek eğer… Evet, mekân olarak oraları seçmiş olabilirim ama insan nerede yaşıyorsa yaşasın, hangi çağda yaşıyorsa yaşasın değişmez nitelikleri var.

Edebiyatın, sanatın ilgilenmesi gereken alanlar da bunlar. Yani insan ruhuna eğilmeniz gerekiyor. Bu insanın nerede yaşadığının çok da önemi yok. Arka planın taşra ya da metropol olması, banliyö veya gecekondu olması çok da önemli değil. Çünkü dıştan bakıldığında farklı yaşantılar gibi görünse de içeride yaşananlar, mekândan bağımsız olarak gerçekleşiyor.

-Kitaplarınızın isimleri adeta bir dünya barındırıyor: “Sonrası Ayrılık”, “Kurutulmuş Gül Mevsimi”, “Dönüşsüz Yolculuklar Kitabı”, “Unuttuğum Bütün Akşamlar”, “Bozkırın Uzak Bahçeleri”, “Evlerimiz Poyraza Bakar”, “Bulut Bulut Üstüne”, “Döngel Dünya”, “Yarım”, “Emanet Gölgeler Defteri”, “Güzelliğini Gördükçe Ağlayasım Geliyor” ve son olarak “Köhne”.

Çok titiz çalıştığınızı biliyoruz. Bu isimlere nasıl ulaşıyorsunuz?

– Yazdığım her satıra önem verdiğim gibi elbette başta öykü isimleri olmak üzere kitap isimlerine de özen gösteriyorum. Öykünün daha ilk cümlesi okuyucuya çok şey vadeder ya da kulağına çok şey fısıldar. Öykü adlarını seçerken gösterdiğim özeni, kitap adlarına geçtiğimizde daha da derinleştiriyorum.

Ben yazarken yazar arkadaşlarıma da gönderirim. Onlar da bana gönderirler.  Öyle bir ortak paylaşımımız vardır. İsim konusunda onlara da danışırım. “Benim aklımda şu şu isimler var, sizin öneriniz var mı?” diye… Bazı isimlerde arkadaşlarımın önerisini değerlendirmişimdir.

Özellikle öykü adlarının birçoğunda türkü adlarından yola çıkmışımdır. “Döngel Dünya”da “Yabandan Gel Yabandan” adlı bir öyküm var, o bir türkü adıdır. “Bulut Bulut Üstüne” zaten bir türkü adıdır. Son kitap “Köhne” de neredeyse yine bir türkü sözünden yola çıkacaktı. Artık abartmayayım diye “Köhne” oldu. Köhne, editörün önerisiydi. Benim önerilerim arasında vardı ama o da seçim yaparken onu ön plana çıkardı.

Son öykü kitabım “Güzelliğini Gördükçe Ağlayasım Geliyor”un patenti tamamen sevgili editörüm Duygu Çayırcıoğlu’na ait. Öykülerin birisinde geçen sözdü o ve benim hiç aklımda olmayan bir isimdi. Editörüm bunu önerince ben “Tamam çok güzel ama uzun değil mi, akılda kalmaz, okuyucuyu zorlamaz mı?” dedim. O da öyle olmayacağını, okuyucunun böyle uzun isimleri de çok sevdiğini söyleyip beni ikna edince kitabın kapağına o ismi çıkardık.

Emanet Gölgeler Defteri’nde şöyle diyorsunuz: “Yazınca, yazdıkça güzelleşeceğini düşünüyordum yaşamın. Yazılan yaşam güzelleşiyordu, güzellik kazanıyordu.” Yazmak hayatı güzelleştiriyor mu yoksa kurgulanan hayat mı güzel olan?

Yazar olmaktan önce hepimiz birer “okur”uz. Bütün yazan insanlar için geçerli olmalı bu. Yazmaktan önce okumak çok güzel. Tabii kurmaca okumaktan söz ediyorum. Bütün bunlar; hayatımız daha güzelleşsin, bulunduğumuz yerden başka bir yere gidelim, ruhumuz havalansın, renklensin, hava alsın, açılsın, kendine gelsin diye yaptığımız bir şey. Hem ruh olarak hem de zihin olarak elbette. Sanatla uğraştığımızda hem çok şey öğreniriz hem de kendimizi çok iyi hissederiz.

Sanat dediğimiz kavram insanın kendisini doğaya eklemesidir. Doğada eksik olanı biz sanatla tamamlarız. Yeniden biçimlendiririz, dönüştürürüz, değiştiririz. Orada ipler kendi elimizdedir. Sanatçılar olarak orada kendi oyunumuzu kendimiz kurarız. Oyun kurmak da güzel bir şeydir. Yani iplerin başkalarının elinde olduğu bir hayattansa sizin elinize geçtiği bir hayatı tercih etmek daha güzeldir, diye düşünüyorum. O yüzden yazının içerisinde kalmak, yazıyla hayatı güzelleştirmek her ne kadar acı da olsa, oradaki acı bile gerçek hayattan farklıdır.

Ben şuna inanırım. Yaşadığımız hayatta birçok şeyin cevabını bulamayız. Ama kurmaca hayat kafamızdaki bütün soruların cevaplandığı, karşılığını bulduğu bir hayattır. O yüzden de iyidir.

-Bir röportajınızda “Türkülerde öyle sözler vardır ki, her satırına bir öykü yazasım gelir. Her cümlesinde bir ömür saklanır.” diyorsunuz. “Gözleri fettan güzel” türküsü “Düşleri Fettan Güzel” şeklinde bir hikâyeye dönüşmüş. “Babam Terzi Ben Çocuk” gibi bazı öykülerinizde türküler yer alıyor. Neden türküler? Türkülerle gönül bağınız ne zaman ve nasıl kuruldu?

Bu herhalde çocukluktan kulağımızın nasıl dolduğuyla, nasıl bir çevrede, ortamda büyüdüğümüzle ilgili bir şey galiba. Bir de hayatımızla birebir örtüşen tarafları var. Yani benim yetişme yıllarımda içinde bulunduğum ortam, türkülerle haşır neşirdi. Bizim düğünlerimizi “abdallar” çalardı. Düğünde çalmak” değil de “düğün çalmak” derlerdi. “Köhne”de de bahsettim. Abdallar, Yozgat’ta yoğunlukla yaşıyorlardı. Neşet Ertaş ve babası Muharrem Ertaş, bir süre Yozgat’a yakın bir köyde bulunuyorlar. Neşet Ertaş ve babasının düğün çaldığı dönemleri babamdan dinlemiştim. Böyle bir çevrede büyüyünce…

Bizim çevremizde yabancı müzik dinlenmezdi. Klasik müzik zaten bilinmezdi. Televizyon geldikten sonra TRT’de duyduk ama alışkın olduğumuz ya da bilgisine sahip olduğumuz bir şey değildi. Caz da benim çok severek dinlediğim bir tür. Müzik yelpazem çok geniştir. Ama türkünün yeri benim yaşantımda ayrı.

Yazarken yazdığım konuya yakın, o konunun içerisinde beni yaşatacak müzikleri bulmaya çalışıyorum. Bozkırda geçen bir hikâyeyi, bir romanı yazıyorken bir uzun havanın, bir mayanın, bozlağın benim o atmosferi yaratmamda çok etkili olduğunu biliyorum. Çocukluktan getirdiğim tınılar var. Bedri Rahmi’nin “Ne zaman bir köy türküsü duysam/ Şâirliğimden utanırım.” dediği gibi öyle anlamlı, öyle derin, insanı kavrayan, bize çok şey söyleyen sözler var ki, “Her türkü sözüne bir öykü yazasım gelir.” derken boşuna söylemiyorum. Tabii yapma türküler değil kastettiğim, özgün türküler. Meselâ “Köhne”de geçen “Yeşil Ayna” Yozgat’ın meşhur türküsüdür. “Sen sefa geldin” diye nakaratı var. O bile çok şey söyler.

-Bu türküleri derliyor musunuz yoksa hayatınızın içinde mi var?

-Hayatımda vardır bunlar. Bilgisayarımda vardır. Dinlerken yazdığım konuya uygun müzikler açarım. Bazen de sevdiğim bir türkü, o anda bana bir şey çağrıştırdıysa “filan yerde filan sahnede değerlendiririm” diye o türkünün notunu alırım.

– Hangi yöreye ait türküleri seversiniz? Neşet Ertaş haricinde kimleri dinlersiniz?

-Ege türkülerini de Doğu Anadolu ve Eğin türkülerini de çok severim. Orta Anadolu türkülerini de… Türkü söyleyen herkesi dinliyorum. Bozmadan kafasını gözünü yarmadan söyleyen bütün türkücüler başımın tacıdır.

-Valery, “Fikir elmanın içindeki besin gibi olmalıdır.” der. “Yabandan Gel Yabandan” hikâyesinde şöyle bir ifade geçiyor: “İlyas, dilini yitirirse yuvasını da yitireceğinden korkuyordu.” Bu cümle, beni Heidegger’in “Dil varlığın evidir.” felsefî tespitine götürdü. Bu tür felsefî fikirleri, Valery’nin dediği gibi hikâyelerinizin içinde eritiyor musunuz?

– Orasını okuyucuya bırakmak lazım ama ben “kör gözüm parmağına” tarzında felsefe yapmıyorum. Bir Dostoyevski değilim sonuçta. Dostoyevski söyleyince oluyor da ben söyleyince olmaz gibi geliyor. Ben haddimi bilirim o anlamda. Elbette ki bir edebiyat eseri felsefeden âzâde değildir; felsefî düşünceye yaslanmak, oradan el almak zorundadır. 

Yazarın da söylemek istediği bir ana cümle vardır elbette. Onu bir yerlere saklar. Okuyucu onu bulduğunda zaten bundan keyif alır. Onu okuyucuya bırakmak gerekir. Evet, dil düşüncenin evidir. O anlamda ben de yazdığım her satırda dilimizi genişletmeye, esnetmeye, onun alanının etkisini artırmaya çalışıyorum. Gücüm yettiğince, aklım erdiğince.

-Hikâyelerinizde okuyucuyu ayrıntıların içinde gezdiriyorsunuz. Bu, ipin ucunu kaçırma tehlikesi oluşturmuyor mu? Okuyucu çağrışımların peşine düşebilir.

-Oluşturur evet. Yani yazının, kelimelerin şehveti diyelim ona. Bazen öyle olur ki hakikaten kaptırır gidersiniz. Ama yazıyı bitirdikten sonra, öykü ya da romanı ya da bölümü, paragrafı bitirdikten sonra üzerinde çalışmak diye bir şey var. Acele etmeden, metni biraz soğuttuktan sonra tekrar eğilip bakarsa yazar, nerede coştuğunu, nerede durduğunu görebilir.

Bazen olur ki durmanız gereken yeri bilmeyebilirsiniz. Kurduğunuz cümleler sizi alıp bir yere götürebilir, coşabilirsiniz. Ya da karakterinizi konuşturuyorken gereğinden fazla gevezelik ettirebilirsiniz filan. Bütün bunları ince ince ölçüp biçmek lâzım. O yüzden işte acele etmemek gerekir, diyorum. Metni soğuttuktan sonra, metne dışardan üçüncü bir göz gibi, bir başkasının metnini okuyormuş gibi bakmayı öğrenmek de bir yazarlık tecrübesidir, diye düşünüyorum. Öyle olunca o riskleri bertaraf edersiniz. Özellikle öyküde…

Ben aynı şeyleri roman için de düşünüyorum. Bazıları “romana ne koysanız olur” derler. Sonuçta bu torba değil ki… Koyduğunuz şeyler bir çıkıntı yapıyorsa çıkıntı vardır orada. Fazlaysa fazladır. Ama öyküde tabii ki romana göre terazi daha hassastır. Bir şey fazlaysa fazladır. Ya da katkısı yoksa, çıkardığınızda bir şey eksilmiyorsa onu oraya koymanın bir anlamı yoktur. Fazla söz aptala söylenir. En kısa haliyle anlatabildiğiniz bir şey için lafı uzatmaya, okuru yormaya gerek yok, metni yormaya da…

Ayrıntı metni zenginleştiren en önemli unsurlardandır. Ayrıntı olmadan metnin inandırıcılığını sağlamak zordur. Ayrıntıları kullanıyorken kelimelerin, cümlelerin rüzgârına kapılıp gitmemek lazım.

– “Adımı söylesem kim tanır? Okuyan olmuş mudur yazdıklarımı? ”Yolda bir arkadaşa rast gelirsem elimdeki dergileri sorar belki… Bir bakar. Bakar mı? Niye iki tane? Çünkü… Çünkü benim yazım çık/Gerek var mı söylemeye? Öğrenseler ne olacak? Ama yazıyorum ben. Okusunlar diye… Gerçekten öyle mi? Okumayacaklarını bal gibi biliyorsun.”

“Bay Wc Sıcak Duş Emanet Alınır” öyküsünde geçen bu iç monolog, yazmaya başladığınız yıllardaki yazarlık heyecanınızı anlatıyor olabilir mi?

-Elbette benim heyecanım var orada ama o hiç bitmeyen bir heyecan. Ve hâlâ genç yazarlarda, atölyedeki öğrencilerimde gördüğüm bir heyecan. Eseri yeni yayınlanmaya başlayan insanların ortak duygusudur o. Ben de o psikolojiden geldim. Yani Yozgat gibi bir yerde gazete bayiine üç tane dergi geliyordu muhtemelen, param ikisine yetiyordu. İçinde adım geçen üç derginin ikisini ben aldıktan sonra eve giderken yolda insanların beni tanıyacakları hissine kapılıyordum. “Dergide eserleri çıkan çocuk işte bu!” diyeceklerini sanıyordum. Biraz daha aklım ermeye başlayınca ne kadar saf olduğumu anladım.

Yazıp çizen insanlar bunu bilirler, o heyecanı paylaşmak istersiniz ama ne yazık ki paylayacağınız kimse hemen hemen yoktur. Yani biz kırk kişiyiz birbirimizi biliriz hesabı. Yazıp çizen insanların sayısı o kadar az ki… Paylaşmak istersiniz ama bir başkası için sizin dergide yazınızın, şiirinizin yayınlanmasının ya da kitabınızın çıkmasının çok fazla önemi yoktur. Hatta “Hâlâ uslanmadın mı, inatla yazmayı sürdürüyor musun?” dercesine “Hâlâ yazıyor musun?” diye sorarlar. Bunu vazgeçilebilecek bir şeymiş gibi görüyorlar. Ben de “Evet uslanmadım, yazmaya devam ediyorum.” diye cevap veriyorum. Bu öyle bir duygu.

O öyküde, karakterin sevdiği yazarın imza törenine gittiği zaman uğradığı hayal kırıklığı da vardı. Orada konuşulan konular ve oradaki kişi sayısının azlığı gibi… O öyküde edebiyat dünyasında yaşanılan yalnızlığı anlatmaya çalıştım.

– “Sayfaları hızla çevirirken yüreğin duracak sanki. Bu duyguyu kimseye anlatamazsın. Kendine bile. İşte orada nasıl da güzel duruyor adın, kâğıdın üzerinde. Yazının başlığı… Sen koydun o başlığı. Diğer nüshayı da alıyorum hemen. Parasını günler önceden hazırladım. İşte dışardasın. Elinde dergiler… Aman düşmesin sıkı yapış… Dikkat et kıvrılmasın sayfalar… Koltuğunun altına alsan…. Düşebilir…”

Burada da yazma heyecanı, o kadar güzel anlatılıyor ki “bu sizsiniz” dedirtiyor. Yazar, yazdıklarında kendini gizlemeli mi?

-Bu tabii ne yazdığınız ve nasıl yazdığınızla doğrudan ilişkili bir şey ama ben yazarken hangi konuyu hangi karakteri anlatıyorsam anlatayım onu anlamaya, onunla empati kurmaya, onun zihnine girmeye çalışırım. Onun gibi düşünmeye, onun gibi konuşmaya çalışırım. O karakter ne konuşur, ne düşünür, ne hisseder, dünyaya bakışı nedir gibi pek çok duygu gelip geçer. Onların içerisinde dolaşırım. Onları didik didik etmeye çalışırım. Böyle olunca yazılan aynı zamanda yaşanmış oluyor.

Yani zaten yaşadığınız bir şeyi de birebir aktaramazsınız. Kurmaca metinlerde dönüştürmek diye bir şey var. Birebir yaşadığınız bir şeyi, kâğıt üzerine aktarırken, kalemin ucundayken değişmeye ve dönüşmeye başlar o. Çünkü orada başka bir akıl da devreye girer. Oradaki kelimeler size başka bir şey söyler. Birlikte el ele başka bir yere doğru gidersiniz. Hatta böyle olunca da anlattığınız şey gerçek yaşamdan kaynaklanıyor da olsa tamamen hayâlî de olsa artık sizin zihninizden geçtiği için size aittir o. Orada anlatılan, orada konuşan yazarın kendisidir.

Yazarın kendisini birebir ortaya koyması metne girmesi başka bir şeydir. Meselâ “Zira”da, “Bir Ansiklopedisi Maddesi Olarak Bizim Köy” üst başlığı altında birbirine bağlı üç öykü yazmıştım. Orada yazar Ethem Baran’dan söz eden köylüler vardı. En sonunda açıklama yapan yazar Ethem Baran vardı meselâ. O başka bir şey. Oradaki de ben değildim. Oradaki yazar Ethem Baran bile kurmacaydı. Yazarın yazdığı metnin içerisinde yer alması, tamamen kendi anlatım tarzıyla, tekniğiyle ilgili bir şey. Anlatıcı olarak kimi seçtiğiyle alakalıdır.

-Eserlerinizi ne kadar arayla veriyorsunuz? Her yıl bir kitabınız çıkabiliyor mu?

– Hayır, öyle bir şey yok. Ben hep de söylerim arkadaşlarıma; “Bir yere yetişmiyoruz.” Hiç acelem yok. Ama şu anda ömrüm olursa yazmak istediğim birçok kitap düşüncesi var. Yazabilir miyim, bilemiyorum ama acele etmemem gerektiğinin bilincindeyim. Okurun da her sene bir kitap çıkarsın diye beklentisi olduğunu sanmıyorum.

Önemli olan içinize sinen, bir öncekini aşacak, okura bir şey söyleyecek, akılda kalacak; edebiyat tarihine -olabilirse eğer- bir noktalık, bir virgüllük katkıda bulunabilecek şeyler yapmak. Meselâ en son kitap “Köhne”nin ilk başlangıcı 2015 yılıdır. İlk notlarımı o zaman almıştım. O zamandan beri pek çok not var, pek çok yazı var ama ne zaman biteceklerini ben de bilmiyorum. Hemen başlayıp bitirdiğim metin çok azdır. Bu, tamamen zihnin işleyişi ve yazarlık anlayışıyla ilgili bir şey.

Yakından tanıdığım bazı arkadaşlar, bir oturuşta yazıp kalkabiliyorlar. Bende öyle değil. Yırtıp atmam ama yazdıklarımın üzerinden geçe geçe, bitire bitire giderim. Bitmeyenler vardır, bir kenarda durur. Üzerinden birkaç sene geçer sonra tekrar dönerim. “Köhne” 2015’te başlanmış bir romandı. Araya “Döngel Dünya” girdi, araya “Güzelliğini Gördükçe Ağlayasım Geliyor” girdi. Ve son iki senelik yoğun bir çalışmayla çıktı. O tarihlerde açtığım defterler, tuttuğum notlar var; bunlar biter mi bitmez mi, bilemiyorum. Ama bir kitabın tamamlanması birkaç seneye yayılıyor.

Ben kendime öyle bir hedef belirlemem. Şu zamana bitirmem gerekiyor diye bir çalışma anlayışım yok. Tadını çıkara çıkara yazıyorum bir anlamda. Bittiği anda, içime sindiğinde “Tamam artık bitmiştir.” dediğimde okuyucunun karşısına çıkar.

-Kalıcı eserler, üzerinde uzun süre çalışılıp emek verilmiş eserler midir?

-Öyle genel bir kural koyamayız. Çok kısa sürede yazılmış şaheserler de vardır. Yani bir aylık, iki aylık sürede bitirilmiş eserler vardır. Yanlış hatırlamıyorsam Dostoyevski, “Kumarbaz”ı yirmi üç-yirmi dört günde filan yazmış. Bir ay bile sürmemiş. Tabii onlar dâhi. Goethe’nin “Genç Werther’in Acıları” da öyledir. Çok kısa sürede, galiba on yedi günde yazılmış. Stendhal, “Parma Manastırı”nı elli altı günde yazmış.

Kısa sürede yazan yazarlar var ama tabii geneli daha uzun zamana yayılıyor. Bence zamanla bağlantılı bir şey değil bu. Yazar çok kısa sürede yazmış olabilir ya da çok uzun yıllara yaymış olabilir. Bu, kitabı değerlendirirken öne çıkarabileceğimiz bir ölçüt gibi gelmiyor bana.

-Hangi eserinizle hangi ödülleri aldınız?

– 3 tane ödülüm var. İkinci kitabım “Kurutulmuş Gül Mevsimi”1994 yılında Türkiye Yazarlar Birliği, üçüncü kitabım “Dönüşsüz Yolculuklar Kitabı” 2005’te Yunus Nadi Öykü Ödülünü aldı. “Döngel Dünya” da 2020’de Sait Faik Hikâye Armağanı’nı aldı. Ödül almak için yazmıyoruz, önemli olan eserin kalıcı olması, okuyucusunu bulması…

– “Üzerine basılan yaprakların çıkardığı “çıtırtı” sesi… Bu sese çıtırtı demek doğru olur mu?” ifadeleri hem Nisa hem Furkan hikâyesinde geçiyor. Dili oldukça pürüzsüz, akıcı ve işlek kullanan bir yazarsınız. Yazarken dil bağlamında nelere dikkat ediyorsunuz? Biraz dil hassasiyetinizden bahseder misiniz?

– Güzel bir soru, teşekkür ederim Hocam. Bir okur olarak da beni bir kitaba bağlayan, çeken şey başta dildir. Elbette karakter işlenmesi, karakterin dönüşümü, olay örgüsü, atmosferi vs. birçok unsur söz konusudur; metnin bize ne söylediği filan ama daha ilk cümleden başlayarak yazarın bize ne vaat ettiğini anlarız. Yani nasıl bir dile sahip olduğunu.

Dili iyi kullanan, farklı kullanan yazarlar her zaman dikkatimi çekmiştir benim. O yüzden çeviri eserlerde iyi çevirmen ararız, iyi çevirmenin peşine düşeriz. Bazı çeviri eserlerin arka kapağında, o yazarın kendi ülkesinde şiirsel bir dille tanındığını vs. okuruz ama ne yazık ki çeviriye aynısı yansımadığı için okurken o eser bize yavan gelir.

Son zamanlarda, bizim edebiyatımızda da dil hassasiyeti azaldı gibi geliyor bana. Birçok yazar sadece derdini anlatmakla yetiniyor. Yani neredeyse telgraf yazar gibi yalnızca derdi anlatmaya dayalı bir dil- telgrafçı dili- yaygınlaşmaya başladı. Bunun sadelik olduğu, kolay anlaşılma amacı güttüğü gibi birtakım tezler ortaya sürülüyor.

Ben yazarken de okurken de dil zevkine bakarım. Yazarken kurduğum cümleye çok önem veriyorum. Nasıl bir şâir, her dizesine özen gösteriyorsa ben de her cümlenin ve o cümlelerin oluşturduğu paragrafların özenle kurulmuş olmasını önemsiyorum.

Cümleyi seviyorum. Cümlenin sadece doğru olması değil, ki zaten doğru olmak zorundadır, estetik olması gibi bir kaygım da vardır benim. Bu yüzden cümle kurarken o cümlenin benden bir ses, bir tını taşımasını istiyorum. Yani “Bu cümleyi Ethem Baran kurmuştur, bu Ethem Baran cümlesi.” denilmesini istiyorum. Üslûp sahibi olmak o anlamda önemli. Yoksa çok düz bir şekilde de anlatabilirsiniz derdinizi.

Son zamanlarda birbirine benzeyen anlatım şekilleri ne yazık ki yaygınlaşmaya başladı. Kimin yazdığını ayıramıyorsunuz. O üslûp özellikleri ortadan kalkıyor o anlamda. Yazarın sesi dediğimiz şeyin cümleler içerisinden okura kendisini göstermesi gerekir. Bu da dile gösterdiğimiz özenle, cümleye verdiğimiz emekle ilgili bir şey. Ben yazarın emeğinin cümlede görülmesi gerektiğini düşünüyorum. En azından ben emek veriyorum cümlelerime. Hatta derim ki bir kitapta altı çizilecek cümleler ne kadar çoksa, ben o kitabı o kadar çok seviyorum. Bunu kurmaca eserler için söylüyorum. Zaten diğer eserleri -ders çalışır gibi- altını çizerek okursunuz ama kurmaca eserleri de -öyküleri, şiirleri hatta romanları- altını çizerek okuyorsanız sizi o yazara çeken bir şey vardır, yazarla bir bağ kurulmuş demektir. Ben o tür metinleri ve yazarları seviyorum.

-Ne yazsanız okutuyorsunuz. Ne anlattığınızdan ziyade nasıl anlattığınız öne çıkıyor.

Ne anlattığınız da önemlidir aslında. Bir romanda, bir öyküde bir şey de anlatmak zorundasınız. Okuyucunun eline bir şey bırakmak zorundasınız. Ama onu kendi üslûbunuzca anlatmanın da yeri ayrı.

– Radarcı Raci öyküsünde “Baktıkça çoğalan, çoğaldıkça birbirine benzeyen, benzedikçe aynı sesle konuşan, konuştukça yaşadıkları hayatı kirleten sayısız insan.” şeklinde farklı bir teknikle anlatım tarzı var. Dil işçiliği size kimden miras?

– Herhalde okuduğum ya da sevdiğim bütün yazarlardan mirastır, diye düşünüyorum. Yeni yazmaya başladığım ilk yıllardan itibaren hep üslûp meselesine kafa yormuşumdur. Farklı cümle kurmak, cümlenin bir yerinde bir farklılık yapmak… Yani anlatım tarzının bana özgü olması için bazen anlatacağım hikâyenin, olay örgüsünün hızına kapıldıktan ve aklımdakileri oraya döktükten sonra şöyle derim:

“Sen buraya aklındakileri döktün, şimdi üzerinde çalışmaya sıra geldi. Cümle cümle gidelim. Bu cümleyi başka türlü nasıl kurabilirdin? Başka kaç türlü yazılabilirdi bu cümle?” Ferit Edgü’nün de öyle bir kitabı vardır. Onun gibi cümleler üzerinde tek tek çalışırım. Böyle olduğunda her defasında farklı bir cümle, farklı bir anlatım tarzı karşıma çıkar. Onlardan birisinde karar kılıp sonraki cümleye doğru yol alırım.

– “Yabandan Gel Yabandan” hikâyesinin tamamında ve “Köhne” romanının giriş tasvirlerinde Yaşar Kemal’in sesi duyuluyor. Yaşar Kemal size nasıl bir yol açtı?

-Yaşar Kemal benim dönüp dönüp okuduğum, büyük hayranı olduğum yazarlardan birisi. Çok severek okuduğum bir yazarımız. Meselâ pandemi döneminde hepimizin rûh hâli bozuldu, biliyorsunuz. Ne yapacağımı şaşırdım, hangi kitabı alsam bırakıyorum, okuyamıyorum. Bana tat vermiyor. Uzun yıllar önce okuduğum “İnce Memed” romanı geldi aklıma. Bir daha okuyayım, dedim. “Demirciler Çarşısı Cinayeti”ni, “Akça Sazın Ağları”nı okurum zaman zaman. “İnce Memed”i çok uzun zamandır okumamıştım, tekrar okuyayım dedim. Ve elimden bırakamadım. Nasıl yazdığına şaşırdım kaldım, yani o nasıl bir tempodur, nasıl bir anlatımdır… Çok yalındır, oradaki anlatım diğer kitaplarınkine benzemez. Bu romanda yazarın üslûbu yeni yeni uç veriyordur, ona rağmen nasıl bir roman atmosferi yaratmış, bir kez daha hayran kaldım. Çok çok sevdiğim bir yazardır. Beni beslemiştir.

-Çakır dikeni tasvirini yanlış hatırlamıyorsam altı sayfa anlatıyordu.

Keşke on altı sayfa anlatsaydı, dediğim olur benim. Geçen de konuştuk. Öğrencilerime keven bitkisini bilir misiniz, dedim. Bilenler oldu, bilmeyenler oldu. Dedim ki Yaşar Kemal’i bulup okuyun. Kevenin baharda çiçek açmasını, öyle bir anlatır ki gidip orada yaşayasınız gelir. Tabîatı derinlemesine yeniden yaratır. Öyle yaratıcı bir yazardır. Yaşasaydı ve daha çok yazsaydı keşke.

-Eserlerinizde yöresel söyleyiş, deyim, atasözü, küfür ve sokak jargonuna rastlıyoruz. “Nuh nebiden kalma, “kışın yaşa, yazın taşa oturma”, “Allah yürü ya kulum demiş.”, “İt taşlayıp geziyoruz.”, “zaman sizin köpeğiniz olsun.”; “doğrucu Davut”, “yat zıbar”, “allem etti kallem etti”, “kör itin öldüğü yer”, “gavur tohumu”, “yaylanın ipiltisi”, “çul kilim”, “zilgir”, “yemeni”, “döve”, “küşümleme”, “zurba zurba”, “cıncık”, “çördük”, “pırtı”, “kıtlama çay”, “işlengi”, “göbeller” gibi…

Bu söyleyişlerin birçoğu günümüzde kullanımdan düşmüş gibi. Öykülerinizdeki dil zenginliği, karakterleri kendi gerçekliği içinde verme çabasının sonucu mu?

-Şöyle söyleyeyim bu kullandığım kelimelerin tamamını okuyucu sözlükte bulabilir. Çocukluğumda kulağımda kalmış, aklıma gelen, yetişme yıllarımda kendi çevremde konuştuğumuz ve içinde yaşadığımız dilin söyleyiş ve kelimeleridir bunlar. Bizim hayatımızda hâlâ var, benim yakın çevremde, aile çevremde hâlâ kullanılıyor. Anadolu’nun çoğu yerinde insanlar, bu kelimeleri kullanarak hayatlarını sürdürüyorlar. Bu, bizim kültürümüzde olan bir şey.

Belki büyük şehirlerde genç kuşaklar arasında bu kelimelerin bir kısmı kullanımdan düşmüş olabilir ama bir zamanlar bu kelimeler vardı. Ülkemizin birçok yerinde insanlar bunları kullanarak bir hayat yaşıyorlar. Bunların edebiyata da yansıması gerektiğini düşünüyorum. Sözlükte de yer alan bu kelimeler, edebi eserlerde de yer alsın. Sadece sözlükte kalmasın, bu kelimelerin yaşanırlığı devam etsin. Tabiî hayat biçimleri de değiştiği için bu söyleyiş biçimleri, günümüzde yaşanılan hayatta yer bulamayabilir. Ama ben anlattığım döneme, yere, atmosfere doğrudan bağlı olarak bu kelimeleri kullanıyorum.

Bu kelimeleri kullanmanın karakteri sahici kılma, gerçekçi kılma konusunda önemli olduğunu biliyorum. Anlatılan karakter nasıl bir kültür yapısından geliyorsa onu uzadıya anlatmak yerine bir diyalog, bir konuşmasıyla onun nasıl bir karakter olduğunu, nasıl bir aile yapısından, nasıl bir sosyal çevreden geldiğini verebilirsiniz. Uzun uzun anlatmaya gerek yoktur. Bir cümlesiyle, bir konuşma biçimiyle kendisini ele verir karakter. Öyküde buna ihtiyaç var. Öykü uzun uzun açıklamalara girişilen bir alan değil.

Bürokratik bir çevrede, entelektüel insanların arasında geçen bir hikâyeyi anlatırken onların o şekilde konuşmayacakları muhakkak. Ama toplantı bittikten sonra nasıl konuştuklarını çok iyi biliyorum. Benim kullandığım kelimeler, argolar, küfürler birden hayatın bir parçası olmaya devam ediyor.

– Hikâyelerinizde bozkırın insanlarını anlatıyorsunuz. “Bozkırın Uzak Bahçeleri” adlı öykü kitabınız da var. Bozkırda sizi büyüleyen nedir? “Dünyanın gürültüsünden kaçıp bozkırın insanlarına mı sığınıyorsunuz?”

-Tam olarak öyle diyemeyiz biraz da haddim olmayarak şöyle bir şey yapmaya çalıştım: Yaşar Kemal’in bir Çukurova’sı var, Faulkner’ın Yoknapatawpha’sı var, Onat Kutlar’ın Antep coğrafyası var, bunun gibi ben de Orta Anadolu’da, bozkırda kendime coğrafî alan açmaya çalıştım. Orada adı olmayan, hayâlî bir kasabada geçen hikâyeleri anlatmaya çalışıyorum.

Ankara’ya geldiğimizde de Ankara’nın gene dış çeperini oluşturan gecekondu, sosyo- ekonomik düzey olarak fakir fukaranın yaşadığı bölgeleri, o insanların şimdiye kadar çok da anlatılmamış, edebiyata çok dâhil edilmemiş, ya da bir zamanlar dâhil edilmesine rağmen son zamanlarda görmezden gelinen yaşantılarını, hikâyelerini kendi edebiyatıma dâhil etmeye çalışıyorum.

Bozkır çok şaşırtıcıdır, çok yalın, çok sâdeymiş gibi, sıradanmış gibi görünmesine rağmen derinlerinde çok hikâye, çok sır saklar. Bereketlidir o anlamda.

-Niçin kuşların ve gariplerin etrafında dönüp duruyorsunuz?

-Kuşlar, özellikle de güvercinler benim yazı hayatımın önemli simgelerindendir. Gençlik yıllarımda güvercin beslediğim için öyle bir sevgim hâlâ vardır. Yani kedi beslemek gibi, köpek beslemek gibi bir şeydir aslında kuşbazlık, güvercin beslemek… Bunu yazmayı da seviyorum. Kuşların dünyasını öyküye aktarmayı da seviyorum. Onun kanat seslerinin sayfalar arasında dolaşması da hoşuma gidiyor.

Onun dışında garibanlar, yoksullar derken, ben ülkemizdeki en büyük sorunun yoksulluk sorunu olduğunu düşünüyorum. Hatta farkında olunmayan, sorgulanmayan yoksulluk olduğunu düşünüyorum. Onu da yazmaya çalışıyorum. Pek çok insanın hikâyesi anlatılıyor. Orada geri planda kalan insanların, günlük hayatta da görülmeyen, kıyıda köşede kalmış yerlerin ve insanların edebiyatta yeterince yer almadığını kendimce gözlemliyorum. Ve kalemimin gücünün yettiğince de o alanda bir şeyler yapmaya çalışıyorum.

-Furkan hikâyesinde ana karakter “Ben insanlığı kurtarmanın peşindeyim.” diyor. Bu ifade bana Raskolnikov’u hatırlattı. Dostoyevski ya da başka yazarların size ilham ettiği öyküler var mı?

– Ben bu yaşıma geldim, aklım erdi ereli okuyorum. Her gün okudukça yeni bir şey öğreniyorum. Her okuduğum yazardan yeni bir şey öğreniyorum. Hem klasik yazarlardan hem yeni yazarlardan hem genç yazarlardan hem de öğrencilerimden her gün yeni bir şey öğreniyorum. Bu da beni mutlu ediyor. Tabiî ki sevmediğim, okuyamadığım, okurken bıraktığım yazarlar da var. Sevdiğim yazarlar ve eserleri olduğu gibi onlardan da mutlaka etkileniyorumdur. Mutlaka bende bir şey kalıyordur. Borges’in dediği gibi insan, daha önceki okuduklarının toplamıdır, etkileniyordur, onlardan bir şey kalıyordur. Kalmaması mümkün değil. Boşuna okumuyoruz onca şeyi.

Ama meselâ Dostoyevski’nin beni çok etkileyen yazarlardan biri olduğunu düşünmüyorum. Ben daha çok Tolstoy’u, Çehov’u, Hemingway’i Faulkner’ı, özellikle de Marquez’i çok severim. Ama roman olarak derseniz, illâ tek bir kitap derseniz “Don Kişot” derim, onu tek geçerim.

– “Babam Terzi Ben Çocuk” hikâyesinde babanızın terzi olduğunu düşündüm. İnsanı öyküye hapseden inanılmaz ayrıntılar var. Hakikaten babanız terzi miydi?

-Değildi, ben dikiş filan da bilmem. Bir metni yazıyorken araştırırım. “Evlerimiz Poyraza Bakar”da gemi yapan bir adam vardı. Evinin yanında tekne yapıyordu. Tekne yapımına ilişkin, motor bilgisine ilişkin bir sürü araştırma yaptım.   

“Döngel Dünya” kitabımda “Kar Yanığı” öyküsünde kışın yolları kontrol eden bir demiryolu işçisi vardı, onunla ilgili çok araştırma yaptım. Bilmediğim, doğrudan gözlemlemediğim, hakkın da bilgi sahibi olmadığım konularda araştırmalar yapıyorum. Terzilikle ilgili de sordum, soruşturdum, kitaplar okudum, araştırma yaptım. Birtakım kavramlara rastladım.

Şimdilerde her şey hazır alınıyor ama bizim gençlik zamanımızda elbise diktirmek diye bir şey vardı. Terzihânelere gidip prova vermek, sırada beklemek, ölçü alınması gibi gözlemler zihnimde hâlâ kalmıştır. Oradan yola çıkarak elbise diktirmeye giden bir müşteri bakışı vardır bende. Bir terzinin kullandığı terminolojiyi de orada ufak tefek anlatmaya çalıştım.

– “Oysa onu, her gün alışveriş yaptığı markettekiler, gazete, ekmek, sigara aldığı evinin yakınındaki büfeci, hatta yıllardır tıraş olduğu berberi bile tanımıyordu. Berberin ona bir kez bile adıyla hitap ettiğini duymamıştı.” Burada olduğu gibi “Güzelliğini Gördükçe Ağlayasım Geliyor”un sonundaki “İthaf”ta da aynı şeylerden serzenişte bulunuyorsunuz. Bunlardan muztarip olan Ethem Baran’ın kendisi midir?

-Elbette benim. Ben de öyle düşünüyor, öyle hissediyorum. Meselâ sizin telefonunuzda adı olan, onun telefonunda da sizin adınız vardır, kayıtlıdır. Ararsınız size isminizle hitap etmez. Siz kendinizi açıklamak zorunda kalırsınız, “Ben filancayım.” diye. Halbuki onun telefonunda sizin adınız çıkmıştır. “Buyurun Yıldız Hanım” demez. Yazıyor aslında orada. Bu görmezden gelmek, tanıdığı halde tanımıyormuş gibi davranmak, kale alınmamak, ilk defa görüyormuş gibi bir tavır içerisine girmek, bunlar beni rahatsız ediyor. Bunları eleştiriyorum orada esasında. Bu, durum tespitidir aynı zamanda.

-Ne tür insanları öykülerinize karakter olarak seçiyorsunuz?

-Bazı insanlar vardır, varlığı çok bellidir. Girdiği ortamda kendisini belli eder. Bir de görülmeyen, arada kalmış, sessiz karakterler vardır. Diyelim ki siz öğretmensiniz… Öğretmenler odasında sesi gür çıkan iki kişi vardır, herkes onları duyuyor, işitiyordur ama başka bir öğretmen de kıyıda köşede oturup çayını içiyordur ya da önündeki kitabına, planına, programına bakıyordur. Onun orada varlığı yokluğu belli değildir. Ben bunları göstermeye çalışıyorum. Hikâyesi anlatılacak de onlardır. Diğerleri kendilerini anlatıyordur. Bizim anlatmamıza gerek yoktur.

-Hikâyelerinizde lastikçi, berber, şoför, radarcı gibi meslek gruplarını daha çok işliyorsunuz, dikkatimi çekti. Yüksek bürokratlar pek yok.

Onları anlattığım öykülerim de var, eski kitaplarımda. Bir alana dalınca hikâye başka bir hikâyeyi de doğuruyor. Diyelim ki bir lastikçiyi anlatıyorsunuz oraya lastik tamir ettirmeye gelen kamyon şoförü de da sizin ilgi alanınıza giriyor. Bu kez onun hikâyesini anlatayım, diyorsunuz.  Onun nasıl bir hayat hikâyesi olabilir? Onun akrabalarının nasıl bir hayat hikâyesi var, derken yelpaze genişliyor ve önceliği onlar ele geçiriyor. Yoksa bir öykü doğduğunda mekân olarak başka bir yer olabilir. Karakterlerin dünyası başka bir şey olabilir. Şu ana kadar yazdıklarım içerinde birbirine benzer meslek gruplarının hikâyeleri ön plana çıktı.

-Furkan hikâyesinde; bileklerinde jilet izi olan, gençliğini, çocukluğunu babasının bitirdiğini düşünen, babasına öfkeli bir genç var. Nisa hikâyesinde; “Babam benim için gitmiş görünen ama aslında yarım bir resimdir.” diyor Nisa. Su tesisatçısı, işsiz bir babanın evde yarattığı atmosfer çocuk gözüyle anlatılıyor bu hikâyede.

Babanızla iyi bir çocukluk geçirdiniz, diye biliyorum. Sizin böyle bir sorununuz olmadığı halde niçin baba kompleksini işliyorsunuz? Oedipus kompleksi, size Freud’dan mı mülhem? Yoksa gerçekte gördüğünüz baba vak’alarını mı öyküye dönüştürüyorsunuz?

-Evet güzel bir soru oldu Hocam, sağ olun. Dediğiniz gibi benim kişisel yaşantımda böyle bir şey yok. Tam tersi. İlk kitaplarımda bu konulara çok girmemişimdir. Ya da güzel örneklerini vermişimdir; baba oğul, baba çocuk örneklerini. Ama edebiyatın ezelî konusudur baba meselesi. Büyük bir yaradır, insanların yaşantısında.

Psikolojik danışmanlık yaptığım yıllardan biriktirdiğim şeylerdi bunlar. Yani görüşmeye gelen öğrencilerimin, kız erkek fark etmeden, ortak sorunlarının en başta geleni aileyle özellikle babayla ilgili yaşanılan sıkıntılardı. Kendi yakın çevremizde de aile içindeki bu tür dramatik yaşantıları çok net bir şekilde gözlemliyoruz. Bunlara yakından tanık oluyoruz. Furkan ve Nisa öykülerinde her iki karakterde de benzer şeyler yaşanıyordu. Meselâ karı koca ayrıldıkları halde aynı evi paylaşmaya devam ediyorlar. Böyle çok öğrencim vardı. “Anne baba ayrı mı?” diyorsun. Diyor ki “yani”… “Nasıl yani?” diye soruyorsun. “Aslında ayrılar.” diyor. “Sen kimin yanında kalıyorsun?” diye sorunca: “Babam gidecek yeri olmadığı için gitmedi, yine evde.” diyor. Aslında ayrılmışlar. Böyle şeyler yaşanıyor, hem de çok var.

Ekonomik sıkıntıların insanlara getirdiği bir çaresizlik de var bu hikâyelerde. Bunun dışında zaten özellikle babaların çocuklarıyla ilişkilerinde yaşanan çok ciddi sorunlar var. Demek benim onları işleme zamanım gelmiş ya da çok fazla şey birikmiş olmalı ki son dönem yazdıklarıma sızdı.

-Hamingway ve Sagopa Kajmer’i aynı hikâyede buluşturmak… Nasıl oldu bu?

-Orada şöyle oldu. Furkan’ı anlattığım dönemde, o dönem gençliğinin hangi müziği ve hangi sanatçıları dinlediğini, hangi bilgisayar oyunu oynadıklarını araştırdım. Yani o yılların popüler müziği ve popüler bilgisayar oyunlarını araştırdığımda, Furkan’da anlattığım bilgisayar oyunu ve orada adı geçen sanatçı öne çıktı. Sagopa Kajmer adını duydum ama benim müzik alanımda, benim dinlediğim listede yer alan bir şarkıcı değildi. Ne yazık ki o tür şarkılar benim ilgi alanıma girmiyor. Ama tabiî ki dinleyenlerine saygı duyuyor ve onları anlamaya çalışıyorum.

O zamanlar Sagopa’nın şarkı sözlerini de araştırdım. Çalıp söylediği müzikleri dinlemeye çalıştım. Hatta o bilgisayar oyununu ben de oynamaya, mantığını kavramaya çalıştım. Birkaç cümleyle de öyküde ondan söz ettim. Karakteri iyi işleyebilmek için bunlara ihtiyaç vardı. Hatta genç bir okurum bana ulaştı, Sagopa’dan bahsettiğim için çok mutlu olduğunu söyledi. Beni de onun dinleyicisi zannediyormuş. Özür dileyerek onun dinleyicisi olmadığımı söylemek zorunda kaldım.

-Sagopa dinleyenler Ceza’yı da dinliyor.

-Onu da araştırdım. Konuşan birini gördüm. O müzikleri sevenler kusura bakmasınlar, müzik diye benim kafamdakiyle bir araya gelmiyor. Bir şey söylemiyor bana bu tür müzikler. Dinleyenler seviyorlar. Dinleyenlere saygı duyuyorum elbette.

-Hikâyeyi yazmadan önce anlattığınız bilgisayar oyununu oynamanız… Bu, hikâyenizi natüralizme yaklaştırıyor mu? Böyle bir çabanız var mı?

-Meselâ “Bulut Bulut Üstüne”de “Ata Binmiş Ali Ağa’yı Tahmis” diye bir öyküm vardır. Orada bir bozkır adamının bozkırda yetişen bitkileri sayması gerekiyordu. Bir paragraflık bir şeydi bu. Ben köy çocuğu değilim, o yüzden bu konuda fazla bir şey bilmem. Hangi tohum ne zaman atılır, ne zaman çıkar vs. onları da çok bilmem. Tabiî yine araştırmam gerekiyordu. Bozkırda da şu mevsimde şu bitkiler yetişir diye üç cümle kurabilmek için iki ciltlik botanik kitabı okudum. Şayet o bilgiye sahip değilseniz ya o ayrıntıdan vaz geçip orayı boş bırakıp geçeceksiniz ya da öyle bir ayrıntı kullanmak istiyorsanız o bilgiye sahip olmanız gerekiyor.  Onu da çok iyi biliyormuş gibi, kırk yıllık onun ustasıymışsınız gibi metne yedirmeniz gerekiyor. Öyküde böyle şeylere ihtiyaç var.

-O halde müthiş bir emek var.

-Elbette emek olmadan olmuyor zaten. Ama bazı öyküler de kendiliğinden gelir. Sorular, bildiğiniz yerden gelirse; çok rahat yazabilirsiniz. Bazı şeyler tamamen hayâl gücüne de dayalı olabilir, tamamen sizin kurguladığınız, uydurduğunuz bir şey de olabilir. Ama bütün bunları yapıyorken mevcut tecrübeleriniz, bilgi birikiminiz, bütün okumalarınız ele ele verip sizinle iş birliği yapar.

– “Babam Terzi Ben Çocuk” öyküsünde “Bir insan susunca sesi içinde dolaşmaya başlıyordu.” diyorsunuz. “Döngel Dünya”da ise “İçinde dolaşıp duran ne çok konuşma vardı.” diyorsunuz. Öyküler içinizde dolaşıp duran konuşmalar mıdır?

-Sadece konuşmalar değil neredeyse harfler diyeceğim, kelimeler… Çünkü yazacağınız konu ya da konular kafanızın içinde sizinle yaşar. Kendimden anlatayım, yeni başladığım roman da kafamda benimle dolaşıyor. Başladığım yarıda kalmış öyküler var. Yazmayı düşündüğüm öyküler var. Bütün bunların hepsiyle birlikte yaşıyoruz biz. Bunlar bazen birbirine çarpıyor, karışıyor bazen kendilerine ayrı bir yer işgal ediyorlar.

Zaman zaman kâğıda dökülüyor bu öyküler, zaman zaman sadece kafamda kalıyor. Ama seslerle birlikte dolaşıyoruz, karakterlerle birlikte dolaşıyoruz. Anlatacağımız hikâyeyle birlikte dolaşıyoruz. Kurmaca dünya ile gerçek dünya arasında sürdürülen ortak bir yaşantı var.

-Kuşlar hikâyesi “Kuşlar yasına gider.” cümlesiyle bitiyor. Hasan Ali Toptaş’ın beğenilen hikâyesine âtıf var. Metinlerarasılık bilinçli bir tercih mi? “Foto Şeyda”da metinlerarasılık var. Sizin öykülerinizi postmodern öykü bağlamında değerlendirebilir miyiz?

-Metinlerarasılık, üstkurmaca ve postmodernizm benim de ilgi alanımda. Ben hem kendi metinlerim arasında hem başka yazarların metinleri arasında dolaşmayı seviyorum. Bunu yaptığım öykülerim de var. Kendi karakterlerim de zaman zaman öyküden öyküye kitaptan kitaba okuyucunun karşısına çıkabiliyor. Ondan önce meselâ yanlış hatırlamıyorsam “Bulut Bulut Üstüne” kitabındaydı, “Ankara Hatları Vapuru” diye bir öyküm vardır. Orada da gene demin sözünü ettiğimiz yazara bir âtıf vardı. Onun romanını yazarken yaşadığı sıkıntıyı öyküleştirmiştim ben. Onun öyküsüydü.

“Kuşlar yasına gider” meselesi ise, yine Hasan Ali Toptaş’ın bir okuruyla yaşadığı birbirlerine soru sorup cevap vermesine atıftır. Bir kâğıda yazarak yapıyorlar, gerçek bir olaya dayalıdır. Orada onun kitabının adını geçirerek ona da bir selam vermiş oldum.

– “Gözleri Dolana Dolana” öyküsünde “Bizim Ethem’e dedim ki…” diye bir cümle geçiyor. Kendi adınıza yer vermeniz de postmodern öyküye mi dairdir?

-O sözünü ettiğiniz öyküdeki Ethem şeyden… O öyküyü dikkatli okuyanlar hatırlar. Orada içinde “h” olduğu halde, yutulan isimler vardı. Suphi gibi Nükhet gibi yazarken var olan ama konuşurken yutulan h’lerin olduğu isimler geçiyordu. Ferhat yerine “Ferat” denilmesi gibi. Onları yazarken yine bir isme ihtiyaç oldu. Derken aklıma kendi adım geldi. O yüzden Ethem’e yer verdim.

-Öyküleriniz klasik vak’a hikâyelerinden çok uzak. Durum yani kesit öyküleri yazıyorsunuz. Öykülerinizde sözünü ettiğiniz Kafka, Çehov, Hamingway, Faulkner dışında kimleri rol model alıyorsunuz?

Ethem Baran genç yazarlara ne önerir ve Türk Edebiyatındaki genç öykücülerden kimleri tavsiye eder?

-Tabiî çok beğendiğim çok yazar var hem dünya edebiyatından hem de bizim edebiyatımızdan.

Gençlere özellikle tavsiyem, hangi alanda kalem oynatmayı düşünüyorlarsa öykü, roman, şiir, deneme vs. öncelikle o alanın önde gelen, yol gösteren, sınır taşı diyebileceğimiz, kilometre taşı diyebileceğimiz, şimdiye kadarki o yolu oluşturmuş, döşemiş yazarların tamamından haberdar olmak ve tamamını okumak zorundalar. Yazmak ya da sevmek zorunda değiliz ama okumak zorundayız.

Ama öyküden konuşacaksak hem Dünya Edebiyatında hem Türk Edebiyatında öykü denilince akla kimler geliyorsa, onlardan başlayarak günümüzde yazanlara gelinceye kadarki yazarları okumak zorundayız. Zaten öncekileri yani bu yolu aşmış, bu yolu sağlamlaştırmış yazarları bitirmiş, onları çoktan cebimize koymuş olmak zorundayız.

Sonra günümüzde, kabaca diyeyim, biz kimlerle aynı sahada top koşturuyoruz, bunu bilmek durumundayız. Başka kimler öykü yazıyor, hangi dergide kimler yazıyor, neler yazıyor, hangi kitaplar çıktı, hangilerine ödül verildi, hangileri dikkat çekti, hangileri çekmedi, hangilerinin değeri bilinmedi, ne varsa yani çıkan bütün kitapları gücümüzün yettiğince, elimizden geldiğince, zamanımız ve imkânlarımız elverdiğince takip etmemiz gerekir.

Bizim edebiyatımızdan söz gelimi çok sevdiğim, başucu yazarlarımdan Tanpınar’dan başlamak üzere Sait Faik olmazsa olmazdır. Öykü yazan birinin Sait Faik’i hatmetmesi gerekir, bütün külliyâtını… Esendal da öyledir. Füruzan, Tomris Uyar, Selim İleri, Onat Kutlar, Adalet Ağaoğlu, Cemil Kavukçu, Faruk Duman gibi…

Yine çok genç, daha birinci veya ikinci kitabını çıkarmış çok genç yazarlarımız var. Bunlardan birisi Esra Kâhya’dır. Çok iyi bir kalemdir.  Yine Özgür Çırak var, Polat Özlüoğlu var. Aklıma gelenler… İsim saymak çok doğru değil çünkü o arada hatırlamadıklarımız üzülebiliyor. Sema Bayar var yine. Birgül Yangın Aslanoğlu Hocamız var. Çok güzel kitabı çıktı onun da. Çok isim var. Günümüzde de daha yeni kitap çıkarmış isimler var. Yine benim öğrencilerimden Gamze Efe, Zekiye Yaldız var… Çok isim var tabiî. Yeni başlayan, yazmaya hevesli olan genç kalemlerin bunları takip etmesi kendi yararına olur, diye düşünüyorum.

-Feramuz, Şadiye, Afiye, Nurdane, Abuzettin Zırtıloğlu, Battal Ağa, Numan, Hüsamettin Kesbiçer, Selver, Bulduk Usta… Bu isimleri siz mi buluyorsunuz yoksa bu isimler mi sizi buluyor?

-Son romanım Köhne’deki Feramuz ismini ben tâ üniversite öğrenciliğimde duymuştum. Feramuz bizim fakültenin çalışanıydı. Daha önce öyle bir isim hiç duymamıştım. Sonra da duymadım. Çok dikkat çekici bir isimdi. O zaman bunu zihnime yazdım, ben bunu bir yerde kullanırım diye. O öyle zamanını bekleyen bir isimdi.

Öykü ya da roman yazmaya başladığımda, karakterler de belirmeye başlayınca onlara vereceğim isimleri düşünürüm. Okuyucu daha isminden nasıl bir karakter olduğunu hissetmeli. İsmi verdiğiniz karakterden, okur zaten karşısında nasıl bir tip olduğunu az çok zihninde canlandırır. Bunun için o karaktere o ismin yakışması lâzım.

Tam tersi bir şey olursa, öyle şaşırtan bir isim olursa onu, başka bir şeye dikkat çekmek için koymuşsunuzdur. Abartılı bir örnek olacak ama diyelim ki 60’lı 70’li yıllarda geçen bir hikâye ya da roman yazıyorsunuz. O yıllarda Orta Anadolu’nun bir köyünde Ajda ismini duymazsınız meselâ. O ismi nerden bulmuştur, çevrede olan bir şey değil, geçmişinde olan bir şey değil. Mutlaka bir yerden duymuştur da o ismi koymuştur, diye düşünürsünüz. Eğer birisi çocuğuna öyle bir isim koyduysa o zaman orada anlatılacak başka bir hikâye vardır. Onun da anlatılması gerekir.

-Köhne romanınızı yazmadan önce bir etüt çalışmanız oldu mu? Bize son romanınızdan bahseder misiniz? Bu romanda okuyucunun ilgisini ne çeker?

-İlk başta okuyucunun gözünü korkutmasın, onu söyleyeyim. Çünkü romanın başlangıcında, ilk bölümde çok fazla karakter var. Bazı arkadaşlar Marquez’in “Yüzyıllık Yalnızlık” romanına benzettiler. Oradaki gibi çok karakter olduğunu söylediler. Ben de diyorum ki Balzac’ta da çok karakter vardır. Balzac’ın bütün eserlerindeki karakterleri bir araya toplarsanız bir kasaba dolusu insan yapar, denilir.

Her birisinin böyle kısa kısa geçen hikâyeleri var ama okuyucunun o anlamda gözü korkmasın, onlar daha sonra birbirine bağlanıyor, karakter sayısı giderek azalıyor, asıl hikâye okuyucunun önüne çıkıyor.

Bir anlamda “Köhne” bir kadın romanı oldu. Kumru ve Selver karakteri var. Selver karakteri daha baskın. Onun dönüşümü anlatılıyor bir anlamda. Ona paralel olarak giden başka bir hikâyede de Cevcet adlı başka bir karakter var.

Romanın ana izlekleri, bir yanda oğlunu arayan bir anne var, diğer tarafta annesinin peşine düşmüş bir oğul var. Bunlar hem birbiriyle zaman zaman çarpışan hem birebirinden ayrılan; kimi zaman aynı mekânda, kimi zaman farklı mekânlarda akıp giden hikâyeler. Ve hepsi romanın ilk cümlesinde geçen Feramuz adlı karakterin hikâyesiyle, kaderiyle doğrudan bağlantılı geniş bir hikayedir, öyle söyleyeyim.

Bu bölümde sizin yorumunuzu verip “Nasıl?” diye soracağım. Bir iki cümle ile cevaplarsanız sevinirim:

– “Bazı cümleler sert adımlarla gelir, bazılarıysa ayakucuna basarak…” Nasıl?

-Bazı cümleler hakikaten kolay gelir, bazılarını bulmak derinden çıkarmak yazarı zorlar.

“Ancak deliler ve yazarlar görmek istediklerini görürler.” Nasıl?

-Yazarlık akıl kârı bir iş değildir. Yazarlara akıllı insanlar olarak bakmayın.

– “Görünmeyen şeyler dururken görünenin peşine düşürsen onun arkasında kalırsın.” Nasıl?

-Sanatın amacı da budur zaten. Görüneni taklit etmek değil yeni bir şey yaratmak.

-Bir Tanpınar cümlesini yüz metreden görsem tanırım. Yaşar Kemal daha ağzını açmadan sesini duyarım. Nasıl?

– Onların rüzgârı gelir önce bana.

– “O, kelimelerini çocukluk evinde toplamış, biriktirmiş yıllar yılı.” Nasıl?

-Yazarlığa giden yol.

– “Daha ilk cümleden okuru yakalamak, onun ilgisini çekmek ve hikâyenize onu inandırmak zorundasınız.” Nasıl?

-Evet yani, yazarlığın ilk sırlarındandır bu; okura nasıl bir dünya vaat ettiğinizin… Çünkü okurla yazar bir anlaşma imzalarlar. Birlikte yürüyecek miyiz, bu hikâyenin içinde birlikte yol alacak mıyız? Daha ilk maddeden bu belli olur. İlk maddede bu sözleşmeyi imzalatırsanız birlikte çok güzel yol alırsınız.

– Size bir sözcük vereceğim. Bu sözcüğün sizde uyandırdığı çağrışımı tek kelimeyle ifade eder misiniz?

-Güvercin?

-Sevgi

-Tren?

-Hayâl

-Baba?

 -Özlem

-Yaşar Kemal?

-Doğa

-Tutunamayan?

-Kaderimiz

-Anton Çehov?

-Sözün büyüsü

-Gecekondu?

-Geçmiş

-Neşet Ertaş?

-Çocukluk

-Kasaba?

-Yalnızlık

-Hayâl?

 -Vazgeçilmezim

-Yaşamak?

-Güzel.

– Ethem Bey, çok keyifli bir sohbet oldu, ben çok faydalandım. Teşekkür ederim.

-Ben teşekkür ederim, güzel sorularınız ve derin tahlilleriniz için…

Yazarın Diğer Yazıları
Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.