Abdulbaki Değer
Uzun ve sancılı bir tarihsel sürecin içinde yol almaya devam ediyoruz. Bir tür var kalma mücadelesi diyebileceğimiz bu süreç; varoluşsal tehditleri, kayıpları, köklü tercihleri içeren çok uzun bir olağanüstü hâl dönemi aslında. Bu olağanüstü hâlin bizi kaçınılmaz şekilde sürüklediği yer eylem odaklı, pratik/pragmatik girişimler oldu. Hayatın fiili baskısı altında yetiştirilmesi gereken cevaplar var. Bir an önce uygulanması gereken çözümler var. O yüzden bizde zihin sorudan, sorulardan çok cevaplar duymayı istiyor. Olağanüstü hâlin icbar ettiği bu durumun kaçınılmaz bir boyutu var şüphesiz. Önünüzde bir sorun var ve bu fiili duruma ilişkin somut bir tedbir almanız gerekiyor. Modernleşme sürecimizin bir boyutunu bu aciliyet, bu fiili durumun baskısı oluşturuyor. Dolayısıyla hayat akışımızın önüne set çeken gelişmeleri bir tür sel baskınıyla mücadele etme gibi, sürekli bir doğal afet ortamındaymışçasına hareket ederek geçiriyoruz. Kullanışlı aletler, hazır reçeteler, uygulamaya geçirilecek çözümler önemli bu yüzden. Meseleyi, uygun çözümü uzun uzun tartışacak bir ortamdan, bir rahatlıktan yoksunuz.
Bu anlaşılmayacak bir durum değil. Ancak bu afet durumunun, bu uzun olağanüstü hâlin görece gevşediği süreçte bile hayatla kurduğumuz ilişkiyi aynı şekilde sürdürmeye devam ediyoruz. Soru sormak, sorunu etraflıca tespit etmek, olası bir çözüm arayışına girmek yerine hazır ve güzel(!) cevaplarla yol almayı tercih ediyoruz. Uygulamada olan, uygulamaya sokulan pek çok çözümümüz var ancak bu çözümlerin hangi sağduyulu analizden, hangi muhakeme sürecinden, hangi uzun ve derin sorgulamadan neşet ettiği görülmüyor. Tersine asgari mantıksal kurgudan yoksun uygulamalar “bir ileri iki geri” şeklinde değiştirile değiştirile yol almaya devam ediyoruz.
Soru sorma, sorgulama, eleştirel düşünme vs. günümüzün albenili klişeleri elbette. Ancak bunun ders içi etkinlik şeklinde kotarılamayacak hayati bir mesele olduğu, okulun ve okulun içinde yer aldığı toplumsal organizasyonun niteliğiyle doğrudan ilintili olduğu fark edilmiyor. Dolayısıyla ortada soruların olmadığı ancak güzel lafların, paket cevapların olduğu garip bir durumla karşı karşıyayız.
Eğitim nedir? Yürüttüğümüz eğitim-öğretim faaliyeti niçin yürütülmektedir? Niçin bu şekilde yürütülmektedir? Günümüz dünyasının düşünsel-felsefi, teknolojik, siyasi, ekonomik, sosyal-kültürel gerçekliği ne tür bir başkalaşım geçiriyor ve bunun eğitime olası bir yansıması var mı? Varsa nasıl? Uzatılabilir bu sorular ve elbette uzatılmalıdır. Bu sorulara içinden geçtiğimiz olağanüstü hâlin kısırlıkları içinde verilmiş ve verilme ihtimali belli olan cevaplarını/çözümlerini iliştirmek şeklinde bir yol alışın en büyük sorunumuz olduğu görülmelidir. Maalesef meselenin neye karşılık geldiği fark edilmeden çözümlerle, cevaplarla
koşan insanların cirit attığı bir garip ülke durumunda Türkiye. Eğitimin mahiyetinden bihaber insanların alana ilişkin bir takım güzel sözleri iyi niyetle tekrarlamasını etraflı bir eğitim tartışması/konuşması zannetmek gibi bir garabet var.
Kültürel aktarım olarak yürüttüğümüz eğitim faaliyeti ile okulda yürütülen eğitim faaliyeti arasındaki farkın bile farkında olmadığımız bir düzlemde neyi, nasıl konuşacağız? Anlamsız bir geleneği sürdürebiliriz elbette. Ancak bu geleneği sürdürmek için verdiğimiz bedel karşılığında elde ettiğimiz hasılanın ne olduğunun da biraz farkında olmak en azından bir yaşam belirtisi sayılabilir. Dizginsiz, sorumsuz konuşabiliriz şüphesiz. Ancak bu konuşmaların neye karşılık geldiğini, ne tür bir yaşam döngüsüne yol verdiğini de ara yoklamamız bizim akıl-ruh sağlığımız açısından gerekli değil mi?
Zor sorular yerine güzel cevaplarla, şatafatlı çözümlerle yol aldığımız için bir reform çöplüğü ülkemiz. Soru gerçeklikle yüzleşmenin birinci adımıdır. Gerçeklikle yüzleşmeden, o gerçeklik görülmeden bir çözümün bulunması ise akla ziyandır. Evet, güzel cevaplara değil zor sorulara ihtiyacımız var. Eğitimi kurtarmak, maarifi hâl yoluna koymak için önce eğitimin niteliği üzerine düşünme iyi bir başlangıç noktası. Ne dersiniz?