Şöyle birkaç dakika durup, kenara çekilip hayattan, etrafımıza bir göz gezdirmeye ne dersiniz? Sizleri bilmem ama ben çevreme baktığımda o kadar çok insan görüyorum ki ellerinde başkalarının günah defterleri ile dolaşan. Sürekli not alıyorlar ve şu adam şu günahı işledi, kızım böyle yaptı, gelinim şöyle yaptı, oğlum şuna dikkat etmedi, eşim yanlış yaptı, komşum zaten külliyen günahkâr, arkadaşım şurada hata etti, memurum şöyle, amirim böyle diye hesap kesme telaşında herkes. Toplum olarak adeta başkalarının hata ve günahlarını sayıp bir kenara yazma, ilk fırsatta da ayıp ve kusurlarını yüzüne vurma ve yargılamadan cehenneme gönderme aceleciliğine mahkûm olmuş gibi bir görüntü arz etmekteyiz. Halbuki Hz. Mevlâna diyor ki “Herkesi kendine eşit gör, her kim olursa olsun bir insanı küçümsemek akılsızlık, çok büyük görmek de korkaklıktır”.
Birilerini her fırsatta aşağılayan, birçoğunu hor ve hakir gören, insanları günah ve hatalarına mahkûm etmeyi, kusurlarını yakalarına yapıştırıp dolaştırmayı marifet addeden narsist bir ruh hali hâkim aslında bambaşka rüzgârların esmesi gereken gönül iklimlerimize maalesef. Kimse sormuyor “Arkadaş, biz Allah’ın (cc) zabıt kâtibi miyiz?” diye, kimse başkalarını bir kenara bırakıp da kendini hesaba çekmiyor. Kimse araştırmıyor, Nebevî tavır neydi diye. Bizim rehberimiz olan Zat (sav) etrafındakilere “siz dinsizsiniz, siz günahkârsınız” diye yaklaşıp, onları bulundukları karanlıklara mahkûm etme yolunu seçseydi (şu anda birçoğumuzun yaptığı gibi), sizce bu kadar insan hidayete erer miydi, O’nu ve yolunu takip eder miydi? “İyiliği emredip, kötülükten sakındırmanın” yolu bizim takip ettiğimiz yol ve üslup olmamalı diye düşünüyorum.
Eskilerin çok sevdiğim bir sözü vardır, derler ki “insanları meth ederken zemm payı, zemmederken meth payı bırakmak gerek” diye. Yani överken yerme, yererken de övme payı bırakılmalı. Her türlü arzu, ihtiras ve heveslerle dolu yaratılan, bünyesinde fıtrî olarak his, hareket, gazap ve şehvet ihtiva eden biz kullar için elbette mutlak siyah ve mutlak beyaz diye bir şey olamaz. Sahi herkesin eksiğini arayanlara bir bakalım, ne kadar mükemmel ahlâki vasıflara ve olgunluğa sahipler de diğerlerini beğenmiyorlar. Bizi yaratan ve bizi en iyi bilen Rabbimiz; “Kadınlara, oğullara,
ekinlere, yığınla biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma ve güzel atlara karşı ihtiraskârane sevgi insanlar için bezenip süslenmiştir, bunlar dünya hayatının geçici birer faidesidir, ancak dönüp varılacak yerin (cennetin) güzelliği Rabbinizin katındadır” buyurup bizi bu kadar güzel tanımlarken ve en güzele, güzel ahlak sahibi kullar olarak ulaşmamızı murat ederken, biz fıtratımızın hilafına tavır ve davranışlarla neden kendi gözümüzdeki merteği görmeyiz de hep başkalarının gözündeki çöpe sarılma, birilerinin gözünde çöp arama telâşına düşeriz anlaşılır gibi değil gerçekten. En ufak bir hatada, en küçük bir günahta yargısız infazlarla insanlardan yüz çevirip, olabildiğince de deşifre ederek, afişe ederek duyurmaya çalışmak mı olmalı tavrımız? Bizim peygamberimiz değil miydi “merhamet etmeyene merhamet edilmez” diyen, “mümin, mümin hakkında gece gibi olmalıdır” diyen, gecenin her şeyi kaplayıp gizlediği gibi müminler de birbirlerinin hatalarını, kusurlarını gizlemeli, ortaya çıkarıp yaymamalı öğüdünü veren?
Kutsal kitabımızda “birbirinizin gizli hallerini araştırmayın” buyrulmuyor muydu? “Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütle çağır” buyrulmuyor muydu? Sahi “zorlaştırmayıp kolaylaştırmamız, müjdeleyip, nefret ettirmememiz” emredilmiyor muydu bizlere? Allah (cc) aşkına kim iyi kim kötü, kimin iyi kimin kötü olduğunu kim biliyor? İşin sırrına vakıf olanlar, gönül sultanları boşuna mı “her gördüğünü Hızır bil, her geceyi Kadir bil, eller yahşi biz yaman, eller buğday biz saman” diyorlar, bir düşünelim isterseniz.
Ne oldu da bu hale geldik, getirildik. Kalplerimiz neden bu kadar karardı, gönüllerimiz neden bu kadar katılaştı. Biz kimiz de kendimizin hata ve günahlarla, eksiklik, hırs ve zaaflarla dolu hallerimize bakmadan, başkalarını kınar, her fırsatta ezmeye çalışır olduk. Allah’ın (cc) her türlü hal ve hareketi kaydetmeye memur melekleri var ve onlar zaten vazifelerini eksiksiz ve kusursuz bir şekilde an be an yerine getiriyorlar. Onlardan başka kimseye de böyle bir vazife tevdi edilmiş değil. O halde herkes kendi işini yapmalı ve rahmetli dedemin de dediği gibi “Kul, kulluğunu bilecek ve kulluk şuuruyla hareket edecek” düsturunu rehber edinmeliyiz kanaatimce. Öyleyse, ne dersiniz başkalarının hesabını yapmaktansa yeniden kendimize dönmeye, hatalarımızı azaltarak yeniden razı olunanlardan olmaya çalışmaya, yeniden kul gibi kul olmayı denemeye…