Abdulbaki Değer
Geçenler basına bir haber yansıdı. Bölgesel, küresel gelişmelerin sıcaklığı ve ekonomik göstergelerdeki dalgalanma meseleyi etraflı bir şekilde değerlendirmemize fırsat vermedi maalesef. İstanbul’da bir okul müdürü hakkında yürütülen soruşturma hakkında basına yansıyan e-postayı vakayı adiyeden sayıp geçiştirmek mümkün. Ancak toplumun ne tür gelişmelere tepki gösterdiği, bünyenin ne tür durumları kabul etmemek üzere refleks gösterdiğini görmek için bu tür hadiseler kritik öneme sahip. Kamuoyunun anlık tepkilerle geçiştirdiği mesele açık ki üzerinde durulmayı hak ediyor. Zira üç maymunu oynayacağımız bir hadise değil. Neden öyle bir hadise olmadığına yazının sınırlılıkları içinde değinmeyi zorunlu görüyorum. Önce basına yansıyan e-postadan alıntıyla başlayalım: “……. …… Bey’in idareciliğinin sonlandırılması için elimizden geleni yaptık. Zaten, kendisi Aleviymiş bunu da gizleme gereği duymamış. Camiamıza uygun olmadığı aşikâr. Müdür Yardımcısı ……. …….. Hanım için mecburen aylıktan kesme cezası teklif ettik. Özellikle eşinin ‘hizmet hareketine’ katkılarından biz de haberdarız. Fakat bunu mevcut şartlar nedeniyle çok dillendirmemek lazım. Olası itirazlarda işin bundan sonraki kısmı sizde artık….”
Olayla ilgili MEB de, inceleme soruşturma başlattığını belirtti. İnceleme soruşturmanın ne safhada olduğunu bilmiyorum. Meselenin teknik detaylarına da hakim değilim. Sadece maildeki içerikten hareketle bir değerlendirme yapıyorum. Çünkü yukarıda belirttiğim gibi imaları bile ciddiye alınması gereken bu içerik varlığımızın ve işleyişimizin niteliği açısından görmezden gelinemez bir boyutta. Yer yer altını çizdiğim üzere eğitim-öğretim faaliyetlerimizin de kaderini doğrudan tayin eden bu hadiseleri konuşmadan eğitimi civataya uygun somun mekanikliğine indirgeyen beyhude çabanın ancak gerçeklikten kaçış olarak değerlendirilebileceğini görmemiz gerekiyor.
Bu açıdan baktığımızda “idareciliğin sonlandırılması için elinden gelenin yapıldığı”, ifadesinin, “zaten kendisi Aleviymiş” şeklindeki meşrulaştırıcı gerekçenin dile geldiği bir kamusal yönetim nasılı başına neden başarılı olamayacağımızı gösteriyor. Motivasyonu, yaklaşımı, iş görme biçimimiz buysa, kurumsal işleyişimiz buna göre yapılanmışsa veya bu tür iş ve işlemlerin yürütülmesi için münbit bir zeminimiz, iklimimiz, ilişki ağımız varsa biz eğitimde nasıl başarılı olacağımızı düşünüyoruz? Eğitim-öğretimi hayattan, hayatın işleyişinden, devletin yapılanmasından, devlet-toplum ilişkimizin niteliğinden, sosyal, ekonomik, kültürel gerçekliğimizden sıyırıp teknik, steril bir alana kaydırdığımızda başarılı olacağımızı mı düşünüyoruz? Birilerini iki kere eşit kıldığımız bir yapıyı sorun etmeden, bu tip görünümler açığa çıktığında yüzleşmekten imtina ederek meseleyi öğretmen, öğrenci, müfredat, yöntem, araç-gereç-materyale boğduğumuzda Türkiye’nin yarınlarını doğrudan tayin eden eğitim-öğretim mevzusunun MEB’in uhdesinde okullarda yürütülen teknik bir faaliyete indirgediğimizi fark etmiyor muyuz? Bu yaklaşımın eğitimde başarılı olması, olabilmesi nasıl mümkün olsun? Eğitim-öğretim faaliyetinin neliğinden bihaber bu yaklaşım ait olduğu canlı hayattan, bu hayatın sosyal, ekonomik, siyasal çelişkilerinden, eşitsizliklerinden kopararak adeta gerçeklik karşısında başını kuma gömen bir tavır takındığını ve başarısız kalmaya yazgılı olduğunu fark etmesi nasıl mümkün olsun?
Eğitim-öğretimdeki başarısızlığımız ile idareciliğin belirli kişilerden alınması, meşrulaştırıcı gerekçenin de Alevilik olarak sunulması zaten bırakın modern yönetim anlayışını en temel insani, ahlaki, vicdani ölçütleri devre dışı bırakan bir işleyişin mevcudiyetiyle karşı karşıya olduğumuzu bize göstermekte. Bu mevcudiyet içerisinde bir eğitim-öğretim tartışması yapmak önemli şüphesiz. Ancak yapısal problemleri, kök sebepleri, belirleyici alanı görmezden gelerek tali, etkileri sınırlı veya sembolik ama etkisiz unsurları taşıyarak yapmamak kaydıyla. Aksi taktirde on yıllardır odağını yitirmiş şekilde, yanıltıcı bir sistemin sahte çözümlemelerine kapıp kendimizi de deforme ediyoruz, toplumsal insicamımızı da bozuyoruz, siyasal açıdan da işlemeyen bir sistemi yarınlara taşıyoruz. İstanbul’da şu kimlikten veya bu kimlikten kişinin okul müdürü olmasını problem eden, problem ettiren bir kavrayış problemin kendisidir ve Türkiye’ye kurulan en büyük tuzaktır. Bırakın tuzağa düşmemeyi tuzağa düştüğünün farkında olmadığı gibi tuzaklı halini bir dava anlatısı üzerinden anlatıyor insanlar. Bundan daha acıklı bir hâl ne olabilir, bundan daha kötü başımıza ne gelebilir!