Bir sitem değil bir selam ve duadır “aşk olsun.”
Niceliğin niteliğe henüz hükmetmediği ve insanın kardeşiyle kendini eş gördüğü dönemlerde gönül ehlinin gönülden yaptıkları bir derin duadır “aşk olsun.”
Bilginin salt bilinmesi gereken bir nesne konumuna düşmediği ve bilgelik yurduna açılan bir kapı kabul edildiği devirlerde, bilgece verilen bir samimi selamdır “aşk olsun.”
İslam’ın selamı da bizatihi bir dua değil midir?
Allah’ın selamı üzerine olsun. Seni, Allah korusun.
Bir zamanlar yola düşerken Allah’a ayarlı gönüller ve diller “Allah’a ısmarladık” der, yola düşene “Allah’a emanet ol” denir, acısı olana “Allah sabırlar versin” denirdi. Hak’tan hayır ve selamet dilemek hayatın esası sayılır, hayır Hak’tan bilinir, selamlar Hak hatırlanarak verilirdi.
Hakkın huzurunda olma bilinci olan “ihsan” azalınca, incelik de azaldı gönülde ve dilde. İhsan ahlakının zarif sözleri sinelere sırlandı.
Gönüller aşktan ve hüzünden uzak düşünce oldu bütün bunların hepsi.
Halbuki bir zamanlar diller ve kelimler göğe ve gönle daha yakındı.
Bir Mevlevî dergâhında dervişler meclislerine misafir olan “ihvan” dedikleri meşrepte kardeşleriyle selamlaştıktan ve onlara “hoş geldin” dedikten sonra, bir de derviş selamı verir ve derviş selamı alırdı.
“Aşk olsun…”
“Aşkın cemâl olsun…”
“Cemâlin nûr olsun…”
“Nûrun alâ nûr olsun”
Selamı ilk veren dervişin duası şöyledir:
“Ey bu dergâhın ve dünyanın misafiri olan dost! Kendinin ve eşyanın hakikatini anlamak istersen eğer, bilesin ki bu âlem bir aşkın tecellisidir. Yer yüzü yâr yüzüdür. Senin de bu aşka düşmen için, için-dışın, ekmeğin-aşın, huyun-suyun hasılı her şeyinde aşk olsun.”
Bu duayı alan kişi altta kalır mı hiç?
“Senin de ey bu handa hancı olan dost! Senin de aşkın güzel olsun ve yalnız yeryüzünde kalmasın. Bütün güzelliklerin kaynağı ve aslı Cemâl olan Allah senin aşkın olsun…”
Güzele daha güzeli ile cevap vermek esas olduğunu bilen ev sahibi devam eder:
“Senin de cemalin yani yüzün nûr olsun. Işıkların parlattığı bir aydınlık değil, yerlerin ve göklerin nuru, nurun kaynağı olan Allah’tan yansıyan aydınlık yüzünü yeryüzünde de mahşerde de nurlandırsın. Huzura yüzü kara olarak çıkanlardan eylemesin.” (Al-i İmran, 106)
Son noktayı misafir koyar selam ve duaya:
“Allah’ın nuru üstüne nûr olsun (Nûr,35). Onun nuru içimizi ve dışımızı, özümüzü, sözümü ve yüzümü aydınlatsın… O nur öyle olsun ve o kadar olsun ki başka bir şey olmasın.”
İşte böyle imiş bir zamanlar dervişlerin deryalar kadar derin selamı.
Hatta yemek yiyene ve su içine de “Aşk olsun” denir, o da “Eyvallâh” diye mukabelede bulunurmuş.
Yahut “temennâ” edermiş dervişler:
Bir dosta selam verilirken el kalbe konur önce “kalbimdesin” denirmiş. Selam kalpten verilirmiş. Sonra ağza gider el “ve bilesin ki dilimdesin” denirmiş işaretle. Nihayet el başa konur ve “başımın üstündedir yerin ve aklımda olduğunu bilmeni isterim her dem” denirmiş bir derin tebessümle…
Hasılı hayatın merkezinde insan, insanın dilinde ve gönlünde sevgi ve aşk varmış bir zamanlar ve bunun içindir ki selam “aşk olsun” imiş.
…
Dervişler bilir ki bilgi bulduran, aşk oldurandır. Aşk’sız olmaz. Fuzûlî’nin dediği gibi:
Aşk imiş her ne var âlemde
İlim bir kîl u kâl imiş ancak…
“Aşk olsun” diyen dervişlerin bu selam ve duası aslında kâinatın tesbihi, zikri ve dilidir. Ancak onu herkes duyamaz. (İsra,44).
Mesela gülün rengini, kokusunu, güzelliğini, yeşil yapraklarını, geceler boyu başında boynu bükük şekilde açmasını bekleyen bülbülü bir kenara bırakarak, açan bir tomurcuğa kulak verirseniz eğer, şöyle dediğini duyarsınız: “Aşk olsun!”
Aşk, sessizliğin sesini dinleme dersidir saatlerce sessizce. Gökyüzü genişliğinde bir derslikte dinlenen bu dersin bütün kelimeleri kalple dinlenir, duyulur ve hissedilir. Bir uzak köyün yamacında, bir su kenarında büyümüş kocaman bir Kanada kavağının beyaz kabuklarını bıçakla kazıyarak sevdiğinin adını yazan gencin arkasına bakarak uzaklaşırken oradan, ağacın yanında bıraktığı kalbini dinleyebilirseniz eğer, şöyle dediğini duyarsınız: “Aşk olsun…”
Birbirini sonsuza kadar yaşayasıya seven iki aşıktan biri öldüğünde diğeri de mezarının yanında bir mezar kazar gözleriyle kendine. Karşısında muhatap kalmadığı veya muhabbet bittiği için değil, aksine muhabbetin tek kişiyle çekilemeyecek kadar artması nedeniyle… Geride kalan aşığın kalbini dinlerseniz eğer, şöyle dediğini duyarsınız: Ölüm yalnızlığın diğer adıdır. Aşkın bir adı da ölmemektir. “Aşk olsun…”
Bir televizyon dizisinin karşısına dizilmiş kırlangıçlar gibi sahte ve sanal aşk hikayelerini izleyen insanların gördükleri rüyadan uyanıp, yaşlı bir dedenin ve yanı başında mahcup bakışlarla onu izleyen ninenin yüzündeki yılların fedakarlıklarını anlatan derin anlamlı izleri ve birbirine bakan mahcup gözleri okuyabilirseniz eğer, şöyle yazdığını görürsünüz sessiz ve utangaç kelimelerle: “Aşk olsun…”
Bakmayın şimdilerde her köşe başında sevgiden söz etmelerine ve aşkı dillerinden düşürmemelerine insanların. Onlar sevgi ve aşklarını değil, sevgiye ve aşka açlıklarını ve muhtaçlıklarını feryat ediyorlar üstelik arlanmadan.
Eksiklerini anlatıyorlar bir çığlık halinde. Aşka açlıklarını…
Şayet sevebilselerdi gerçekten yahut aşktan yana yüreklerinde bir yer ve yangın olsaydı, dillerine düşmezdi aşk. Çünkü aşk, mahremidir âşık ve maşukun.
Aşk dilleri lâl eder. Gözleri kör. Aşık kendinde kalmaz ki aşktan yana söz söylesin. Aşık maşukunu bakarak “ben” dediğinde aşk vardır. Mecnûn’a adını sorduklarına “Leyla” demesi bundandır.
Aşk varsa aşık yoktur. Aşk ikiyi bir eyler. Hasılı iki ve ikilik bir olduğunda, kalbe kulağınızı dayarsanız eğer, şöyle attığını duyarsınız: “Aşk olsun.”
Selamın sesli harflerinin bile kalmadığı ve -slm- diye yazıldığı bir devirde ne kadar da muhtacız selamın ve sözün zarafetine. Güzelliğe ve aşka…
Bir Mevlevîye “Nasılsınız?” denildiğinde “aşk u niyâz ederiz” diye cevap vermesine…
Ne diyelim, şimdilerde heva ve hevesler duyguların üzerini örttü. Duygu ki, dosta ve sevdiğine baktığında bile doyan kalbin hissidir.
Ne diyelim. “Aşk olsun.”
Zira aşk olmadan meşk olmaz…
Aşığa Bağdat sorulmaz…
Yeter ki aşk olsun…
Kaleminize yüreğinize, dervişlerin aşkına sağlık olsun.