Kimi insanlar bu “yaşama işini” bir düzene sokmayı başarmışlar. Bir yer ve yol bulmuşlar kendilerince hayatta. Bunun için kimi özelliklere, becerilere sahip olmak gerektiğini de öğrenmişler. Beş duyunun yanı sıra başka hasletler de edinmişler. Mesela basiret ve feraset yerine tuhaf bir takip ve planlama duygusu geliştirmişler. Ortamı, havayı takip etmeyi, buna göre planlar yapmayı alışkanlık haline getirmişler. On sene sonra olacağı yeri planlayan, hayatın rüzgârına karşı salvolar geliştirmiş insanlara rastlıyor insan bu hayatta. Çoğu da bu hedeflerini gerçekleştiriyor. O zaman insan anlıyor ki bir insan kafayı takarsa bir şeye, taktığı şeyi elde ediyormuş. Hayatı bu kadar ciddiye alanların esasında ciddiyetten yoksun adamlar olduklarını gördüğünde de, bir şeye kafayı takmamanın, bunun yerine bir köşe aramanın ve o köşede mukim kalmanın en iyisi olduğunu anlıyorsun.
Kimi insanlar hayatın içinde özel bir hayat kurmayı başarmışlar. Bir fanus yaratmışlar. Orada yaşamaktan, bu fanusa girmeye müsaade ettikleriyle yaşamaktan büyük bir haz alıyorlar. Öyle ciddi bir meseleleri yok elbette, zaten olmaması gerekiyor. Nihayetinde fanus. Belli eğlence türleriyle var olmaya, hayatlarını idame ettirmeye çalışıyorlar. Dışarda olan biten nedir diye bir dertler de yok. Doğal olarak bir planları da yok. Hayatın olduğu gibi devam etmesi en büyük amaçları. Böyle bir fanusta yaşayan adamlardan birinin öldüğüne ve ardından geri kalanların bir süre sonra hayata kaldığı yerden başladıklarını şahit olduğunda, insanın duygusunu nasıl böyle demir perdeler arasına sakladığını hayretler içinde seyrediyorsun. Fanusun insanın her birinde özel fanuslar halini aldığını anlıyor insan o zaman. Ayrıca fanusun aslında insanda bir duygu darlığı, belki de yokluğu yarattığını da. Ve elbette fanuslu hayatların neden desteklendiğini de.
Bu hayatta çekilmez dertleri olmayan ama dertlerini çekilmez hale getirebilen kimi insanlar da var. Sürekli kendilerinden bahsediyorlar. Karşıdaki kişinin kim olduğunun bir önemi yok. Herkes onlar için bir dinleme taşından başka bir şey değil. İnsan, bu konuşan taşları gördükçe, Allah’ın ne kadar büyük olduğunu bir kez daha anlıyor. Bunu bile yaratmış Allah diyorsun. Hikmetinden sual edilmez elbette.
Kimi insanlar var bu hayatta rahatlıkları insanı hayrete sokuyor. Nasıl oluyor da hiç kimse yokmuş gibi oturabiliyorlar, konuşabiliyorlar, yaşayabiliyorlar. İnsanların varlığını nasıl da yok sayabiliyorlar. Tamam, bir ergen gibi dünyadaki tüm insanlar beni seyrediyor moduna da girilmemeli ama kimseyi de yok varsayamamalı insan diyorsun kendi kendine. İnsan, bu tür insanların anlamını çok geç anlıyormuş meğerse. Evet, herkesin kendini izlediğini sanan ergenin aslında kendisinin herkesi izlediğini, etrafta kimse yokmuş gibi hareket edenlerin
aslında etrafta herkes beni seyretsin demek istediğini, meselenin aslında bir duyulma ve duyurulma isteğinin tersine çevrilmiş hali olduğunu çok geç anlıyor insan.
Kimi insanlar da varmış bu hayatta sakin, dingin, su bakışlı ve erdemli. Bu insanların sıradan bir hayatlarının olduğunu görünce bir anlam veremiyor insan ilkin. Ardından hayatlarını hayatta harcamadıklarını görünce, anlamın değil mananın değerli olduğu ortaya çıkıyor. Önem denilen şeyin esasında bir aldatmaca olduğunu anlıyor insan. Önemin değil değerin insana ait bir hassasiyet olduğunu görüyor. Nihayet, kocaman bir evrende bir yolcu olduğun ortaya çıkıyor. Önemli adam olmakla hüsrana uğramanın birbirine paralel olduğunu da anlıyor insan. Velhasıl insan, hayat denen emanette, her şeyin aslında oltanın ucundaki bir yem olduğunu anlıyor. Ve gaiplerden gelen sesin esas olduğunu: “Üzülme. Allah bizimle beraberdir.”