Doğu toplumlarında görülen devletçilikle batı toplumlarında görülen devletçilik, zihniyet olarak birbirinden hayli farklı olmuştur. Doğu zihniyetindeki devletçilikte kültürün öngördüğü bir sosyal hayat varken, Batı zihniyetindeki devletçilikte jakoben bir mühendislik hep var olmuştur. Mesela, 19.yüzyılda, Osmanlı’da devletçi bir zihniyet vardı ve bu toplumda onlarca kültür bir arada yaşıyordu. Aynı yüzyılda Fransa’da da devletçilik vardı ama bu devletçilikte başka kültürlerin yaşaması kısıtlıydı. Bu durum neredeyse günümüzde bile geçerlidir. Mesela Afrika ülkelerinin çoğunda devletçilik hâkim olmakla birlikte toplum yaşamında kültürel çeşitlilik belirgindir. Buna karşın devletçiliği terk ettiğini söyleyen herhangi bir Avrupa ülkesinde kültürel çeşitlilikten bahsetmek hayli zordur. Ne var ki Batı işin lafını, doğu ise gerçeğini yaşatmaktadır. Hoşgörüsüzlüğün batıda sorun olması ve aşılması gereken bir engel olarak dile getirilmesi boşuna değil.
Bizim toplumumuzun günlük hayatında, Osmanlı’dan kalma bir yaşam tarzı olarak, kültürel bir çeşitlilik hâlâ var. Buna karşın devletin anlayışında, Fransa’nın etkisiyle, kültürel bir teklik de hâlâ var. Bize sonradan getirilen bu batı tipi devletçiliğin en bariz göstergelerinden biri kültürel dayatmacılık, ikincisi ise yönetimde merkeziyetçiliktir.
Ülkemizde YÖK ve MEB başta olmak üzere devletin genel yapısına da yerleşmiş olan bu merkezi yönetimden bir türlü vazgeçilemiyor. Bir Fransız dayatması olan mevcut merkezi yönetim anlayışı bizim gelişmemizin önüne konulmuş en büyük engel oysa.
Mesela MEB, Türkiye’de kültürümüzü temel alan bir eğitim yapamayışımızın en büyük engeli olmaya devam ediyor. Neredeyse tek amacı kendi özgün eğitim anlayışımızın oluşmaması olan MEB, geçici uygulamalarla insanımızın heba olmasına neden olmakta; kültürümüzü temel almayan eğitim yaptırarak insanımızın kendine gelmesine mâni olmaktadır. Bu durum, devletin merkeziyetçi anlayışının ve kendi kültürünü temel almayışının eğitime yansıması nedeniyledir. Yine bu merkeziyetçilik nedeniyle bugün öğretmen dediğimiz kişiler, bürokratik işlerden eğitime hatta öğretime vakit bulamıyorlar. MEB, en tepeden bir karar veriyor ve aşağıda bunun uygulanmasını istiyor. Bu da öğretmeni/ müdürü kırtasiyecilikle uğraşmak durumunda bırakıyor.
Benzer durum YÖK için de geçerlidir. YÖK’ün üniversiteler üzerindeki yetki ve sorumlulukları azaltılsa, yani üniversiteler gerçek anlamda özerk olsa, bu kurumlar ciddi bir biçimde gelişmeye başlayacak. Ama YÖK, gardiyanlık rolüyle, üniversiteleri dizayn etmeye öteden beri kendini adamış durumda. 12 Eylül askeri darbecilerin YÖK’ü kurma nedeni de buydu zaten. İşin daha garibi, akademiyanın buna alışmış olması ve buna özgü bir ahlak geliştirmiş olması. Bugün üniversiteler sıradan bir final / bütünleme sınavlarını yüz yüze mi yoksa çevrim içi mi yapacaklarına karar veremiyorlar, YÖK’ten izin /görüş yazısı bekliyorlar ve YÖK de buna izin veriyor (!). Akademiyanın bu edilgenliği, üniversiteler için ciddi bir sorundur.
Mesela YÖK, 2022’den itibaren ön lisans ve lisans programlarını tercihte 150 ve 180 olan TYT ve AYT baraj puanları uygulamasını kaldırıyor ve bu hiç tartışılamıyor bile. İşin içine politik tarafgirlik de girince bir iki cılız ses dışında ses de gelmiyor. Oysa YÖK’ün aldığı bu kararın popülizmi artırması, üniversitenin sıradanlaşması, işsizliği gizlemesi (ötelemesi) ve politik yararı dışında hiçbir açıklaması yok. Baştan sona yanlış bir uygulama olduğu aşikâr. Bu karar, merkezi yönetim anlayışının olağan yanlışlarından birisi sadece.
Hülâsa, bizim behemehâl milli eğitimde ve üniversitelerde yönetim olarak adem-i merkeziyetçi bir anlayışı başlatmamız kaçınılmazdır. Üniversiteleri sınıflamamız ve özerkleştirmemiz ilmi ve idarî bir mecburiyet halini almıştır. Eğitimdeki sorunların çoğunun nedeni olan zorunlu eğitimi kaldırmamız kaçınılmazdır ve üniversiteyi popülizmin tahakkümünden kurtarmamız kaçınılmazdır.