eğitim,öğretim,terbiye,talim,Meb,Üniversite,öğrenci,öğretmen,muallim,öğretim üyesi,maarif,aile,
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak

Yusuf Alpaslan ÖZDEMİR

Öncelikle muallim. Selçuk Üniversitesinde Türk Dili ve Edebiyatı alanında yüksek lisansa devam ediyor. Konya’da yaşıyor. Bir orta öğretim kurumunda Edebiyat Muallimi, yanı sıra çeşitli edebiyat dergilerinde yazıları yayınlanan, yerel bir gazetede düzenli olarak kültür sanat sayfaları hazırlayan bir kul, bir okur-yazar.

    Taşrayı Duyguyla Örmek: İmdat Avşar’ın Hikâyelerinde Tema ve Üslûp Gelişimi

    İmdat Avşar 1967’de Kırşehir’in Kaman ilçesinde doğmuş. İlk hikâye kitabı ‘Çiğdemleri Solan Bozkır’ 2009 yılında ilk baskısını yapmış, yani 42 yaşındayken… Fakat bu bilgiden onun edebiyatla ilgilenmeye geç başladığı sonucu çıkarılmamalı. Çocukluğundan itibaren anne ve babasından dinlediği masal, ağıt ve Dede Korkut, Köroğlu gibi kült eserlerle edebiyatla hemhâl olmuş. İlk hikâye kitabı ‘Çiğdemleri Solan Bozkır’a  Ali Akben takdim yazısını kaleme almış. Akben, Avşar’ın yazdıklarını yayımlamasına vesile olan kişi bu arada.

    Uzunca süre öğretmenlik yaparak Anadolu’nun çeşitli yerlerini yakından tanıma ve gözlemleme fırsatı bulan İmdat Avşar bu avantajı hikâyelerine de yansıtır: Olayları aktaran bir anlatıcı değildir Avşar, okur adeta olaylarla bütünleşir ve kendi yaşıyormuşçasına vakaya ve psikolojik tahlillere şahitlik eder. Konuşmaların yöresel etkiler taşıması sahiciliği ve samimiyeti bir üst mertebeye çıkarır.  

    İmdat Avşar’ın yayınlanan hikâye kitapları bir bütün olarak değerlendirildiğinde onun hem toplumsal gerçekçi, hem de psikolojik derinlikli bir yazarlık tutumu benimsediği görülür. Bizzat yaşadıklarını ve hislerini, çevresinde şahitlik ettiği olayları hikâyelerine taşıyan yazarın köye ve köylüye, bir diğer deyişle Anadolu insanına toplumsal gerçekçi yazarlar gibi ideolojik bakmadığının altını çizmeliyim; “Hikâyelerimde bir şeyleri ispatlama, bir ideolojiyi haklı çıkarma, okuyucunun öğretmenliğine soyunma, toplum mühendisliği yapma gibi bir gayret gütmüyorum. Böyle bir iddiam da yok. İnsana ait olan hiçbir şey bana yabancı değil, gözlemlediğim gerçeklik ne ise, o gerçeklik içindeki insan ne yaşıyorsa onu anlatmaya çalışıyorum. Ve metinde kenarda olmayı, objektif davranmayı yeğliyorum. Okuyucu ile metni, gözlemlediğim gerçeklik içinde ‘taraf yazar’ olmadan buluşturmayı deniyorum. Bu bir nevi gerçeğe bakışımı da yansıtıyor.” diyerek kendisi de bu tespiti teyid eder.

    Nitekim ilk hikâye kitabı “Çiğdemleri Solan Bozkır”, İmdat Avşar’ın toprağa ve halk yaşamına yaslanan tarafını imlerken ikinci hikâye kitabı “Soğuk Rüya” ise onun bireyin iç dünyasına yönelen, düşsel anlatımını yansıtır. Birazdan ele alacağım son çıkan hikâyeler toplamı ‘Güvercin Sevdası’ ise Avşar’ın hatıraların sıcaklığında gezinmeyi seven duygusal yönünü yansıtır.

    Hikâyeleri, İmdat Avşar’ın Anadolu insanının hem dış dünyasını hem iç dünyasını anlatmadaki başarısına tanıklık eder. Her biri ayrı bir yönüyle onun ‘bozkırın yazarı’ kimliğini pekiştirir. Zaten kendisiyle yapılan bir röportajda; “Şehirdeki hikâye malzemesi asla sarmıyor beni. Ben, bozkır ya da taşra gibi, sade, samimi, sıcak hikâyelerin peşindeyim.” der.

    Diğer yandan, “Bozkırın yazarı” İmdat Avşar’ın bazı araştırmacıların iddia ettiğinin aksine hikâyelerinde tarafsız kaldığını söylememiz güçtür. Şehirli- köylü ikiliğinin öne çıktığı hikâyelerde hatasını anlayan ve zor durumda kalan şehirli figürlerdir. Örneğin; ‘Muhterem’ adlı hikâyede yoksul ve yoksunluklar içindeki öğrencisi Muhterem’le flüt çalamadığı için alay eden, ona fiziki şiddet uygulayan İstanbullu Nusret Hoca, öğrencisinin babasıyla bir devlet erkânının da bulunduğu bir programdaki müzik sunumu karşısında büyük bir şaşkınlığa uğrar. Okuldan ayrılan Muhterem’in babasıyla her yıl yaptıkları programı tekrarlaması okul müdürünü zor duruma düşmekten kurtarırken, saygısız şehirli öğretmenin de kaybeden tarafta yer almasını sağlamıştır. Yoksul öğrencinin isminin Muhterem olması da bu noktada manidardır. Yine ‘Soğuk Rüya’da Nazan Hanım’ı da iyi insanlar karşısında bir kaybeden olarak görebiliriz.

    İmdat Avşar’ın halktan kahramanları saf, temiz ve eğlenceli gösterdiği tezimizi doğrulayan pek çok örnek verebiliriz: Hamdi Kirve’de oğluna iyilikleri dokunan öğretmeni bir türlü rahat bırakmayan, evde olduğu ve onunla konuştuğu halde başka yerde öğretmeni arayan ve okurun yüzünü gülümseten Hamdi’den, hac parasını eksik yatırdı diye devletin haccını kabul etmediği minvalindeki şakaya aldanan temiz kalpli Rahman Dayı’ya…

    Gerçeklikten İç dünyaya “Estetik Seyir”

     ‘Çiğdemleri Solan Bozkır’dan ‘üç yıl sonra yayınlanan ‘Soğuk Rüya’ya geçince dil ve anlatımın, konu ve temaların, karakterlerin farklılaştığını net olarak görürüz. İlk kitapta daha baskın olan Anadolu köylü konuşması, şive ve tavırları ‘Soğuk Rüya’da daha öznel, bireyin iç dünyasına odaklı bir bakış açısı ile daha çok bireyin iç çatışmasına odaklanmış, karakterler ise daha simgesel ve içe dönük çizgiye dönüşmüştür. ‘Soğuk Rüya’da yer alan şu satırlar meramımızı daha iyi anlatacaktır: “Serçeler, beni de bir kuru ekmek parçası gibi didikleyip parçaladılar, sonra ortaya dağılan parçalarımı gagalarına alıp uçtular ve her parçamı otuz yıl önceye, eski bir zamana bıraktılar…”

    ‘Çiğdemleri Solan Bozkır’da Soğuk Rüya’daki gibi; “Büyük odadaki kitaplar içinde, beni en çok şiir kitapları çekerdi. Şiire karşı öyle bir merakım vardı ki, ilk dizeyi okur okumaz gözümü kapatır, sonraki dizedeki kafiyeyi kendim bulmaya çalışırdım. Geceleri yatarken, şiir kitaplarını gözümün önüne getirir, hayâli sayfalarını başım ile çevire çevire ezberden okurdum.” diyen bir kahramana rastlamamız güçtür.

    Yine ‘Çiğdemleri Solan Bozkır’da bozkır, köyler, yaylalar, çorak Anadolu toprakları gibi doğal mekânlar güçlü şekilde yer alırken ‘Soğuk Rüya’da iç mekânlar, kapalı alanlar ve düşsel atmosfer ön plândadır.

    Uzakta Solan Çiğdem, İçimizde Konan Güvercin

    İmdat Avşar’ın hikâyeciliği, 2021 yılında yayınlanan ‘Güvercin Sevdası’na geldiğimizde hem tematik, hem de anlatım tekniği bakımından dikkate değer bir derinleşme ve olgunlaşma gösterir. Bu gelişim sürecine her ne kadar yazının önceki kısımlarında ilk iki hikâye kitabını çeşitli yönlerden kıyaslarken değinsek de İmdat Avşar’ın hikâyeciliğindeki nihai noktayı gösterme namına hükmü yayınlanan son kitaba bağlamak isabetli olacaktır.

    ‘Çiğdemleri Solan Bozkır’daki hikâyelerde daha çok gözleme, köylü gerçekliğine, toplumsal olaylara ağırlık verildiğini, Soğuk Rüya’da  bireyin iç dünyasına dönük, zamanla yer yer bulanıklaşan bir anlatı dünyası kurulduğunu, rüya-gerçek çatışmasının öne çıktığını söylemiştim. Güvercin Sevdası’nda ise bu iki damarın olgun ve dengeli bir birleşimi dikkat çeker, hem bozkırın dış gerçekliği hem de içsel kırılmalar birlikte ele alınır ve hikâyelerde duygusal bir sıcaklık, bir tür “yara anlatıcılığı” hâkim kılınır.

    Önceki kitaplarda yoksulluk, göç, kader, unutulmuşluk, bireyin yalnızlığı, ruhsal sıkışmışlığı, varoluşsal sorgulamalar gibi temalar öne çıkarken Güvercin Sevdası’nda yalnızlık, ayrılık, çocukluk özlemi, sevda, yaşlılık ve kayıplar gibi insanî duygular daha derin işlenir. Ayrıca duygu süsleme değil özü oluşturur, anlatımda gösterişten uzak ama içe işleyen/tesir eden bir dokunuş vardır.

    Güvercin Sevdası’nda anlatıcı artık sadece gözlemci ya da içsel değil, şefkatle bakan, hatırlayan, empati kuran bir anlatıcıdır; üslûp ise sadeleşmiştir ama bu sadelik yüzeysel değil, incelmiş ve damıtılmış bir sadeliktir.

    Karakterleri mukayese edecek olursak Güvercin Sevdası’nda daha bütünlüklü, etli-kemikli, insani zaafları ve güzellikleriyle verilmiş figürlerle karşılaşırız. Örneğin bir yaşlı adam, bir çocuk, bir kadın sadece temsili değil, kişisel hikâyesiyle sahnededir.

    Son hikâyelerde zaman, çoğu hikâyede anı-şimdi arasında gider gelir, hatırlama eksenli bir yapı ön plandadır. Mekânlar sadece fizikî değil; artık hatıraların, duyguların mekânı olarak da kullanılır. Yani bozkır artık sadece dış dünya değil, iç dünyanın da metaforudur.

    İmdat Avşar, ‘Güvercin Sevdası’ ile artık anlatıda şiirselliği hissettirir, kurgular daha gevşek ama duygu açısından daha yoğundur. Bazı hikâyeler mini öykü ya da anı-hikâye formuna yaklaşır. Burada bir parantez açmalıyım. Kendi adıma üç kitaptaki uzun hikâyeleri daha çok beğendim, çünkü bunlarda durum ve olay hikâyesi iç içe daha yoğun, ustaca kaynaştırılmış. Bu türden hikâyeler bitmesin istedim. Meselâ bir Recep Enişte, Türbenin Delisi, Bahri Usta, Şehnaz Hanım Koleji…

    Sonuç olarak; İmdat Avşar’ın hikâyeciliği “Güvercin Sevdası”yla birlikte olgunluk çağını yaşamaktadır. İlk kitaptaki gözlem gücü, ikinci kitapta görülen içsel derinlik ve son kitapta beliren duygusal incelik bir araya gelmiştir. Artık yazar sadece bozkırı değil, bozkır insanının kalbini ve hafızasını anlatmaktadır.  İmdat Avşar sadeleşen diliyle basit görünen olaylardan ve anılardan derinleşen hikâyeler kurmakta, bireysel olanla evrenseli birleştirmektedir.

    ‘Büyük Türk Hikâyesi’nin önemli duraklarından biri haline gelen İmdat Avşar’dan bize bizi anlatan hikâyeleriyle, geçmişin samimi ve derinlikli ilişkilerini özleyen insanımıza tercüman olarak daha çok bahsedileceğine inanıyorum.

    Yolu açık olsun…

    YUSUF ALPASLAN ÖZDEMİR

    Yazarın Diğer Yazıları
    Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.