Ey vatanperver yeni nesil! Seferberlik yıllarına; Cihan Harbi ve Millî Mücadele günlerine dair çevrenizde anlatılan yaşanmışlıkları, unutturulmaması gereken hatıraları yazınız ki nisyana terkedilmemiş olsun. Maazallah vebaldir…
Ulu kocalar, mehabetli bir emanet, muazzez bir vatan bıraktılar. Olmasalardı olmazdık. Bu bakımdan hatırları âlidir, daima… Bu hatırın da güdülmesi, varlık şartnamesindeki en başta gelen kayıttır. İhmale gelmez: Dünden tevarüs ettiğimiz bugün, geleceğin bize emanetidir.
İşte o kahraman nesle ait, aziz hatırlarını ihtiram ederek, zor zamanlara ait ağırlık dolu birkaç sayfayı arz edelim:
Yozgat’ın Divanlı Köyünden Mülâzım Şükrü Efendi
Hani derler ya: “Kandillere katran döktü geceler.” diye! Aynıyla vakidir bir vakitler. Zifiri bir örtüdür sanki ufukları kaplayan. Sabaha duyulan hasret içinde geçen onca sene!
Âh memleket!
Anaların göz pınarları ağlamaktan kurur. Ulu kocalar, evlât acısından dertlerini içlerine atarlar ve gözlerine duman çöker.
Ya boynu bükük yetimler! O da ayrı fasıl! Yüzbinler ifadeye kâfi gelmez, milyonladır Anadolu’nun hanelerinde!
Ve Yozgat!
Ardı arkası kesilmez harplerde, yorgun, taze fidanları solgun ve uzun geceden sabaha çıkma umudu içinde!
Dedeler torunlarını oğul balı diye severler. Ocak umudu diye keyiflenirken torunlar da umutlarla beraber büyür. Çok sürmez, harp başlar. Seferberlik ilân olunur. Yabancılık çekilmez seferberliğin adına. İlk defa olmuyor ya! Gitmedik yiğit kalmaz. Kader işte! Sefer sırası bu defa da ocak umudu torunlara gelir. Onları da alır götürürler dönülmez yoldan!
Sonrası!
Yaman bir yara, kor bir ateş! Düştüğü yeri yakan cinsinden! Dert, bir anda bir iken bin olur! Ocaklar batar. Tarlalar boz kalır!
Kalanlar, tıpkı cephedekiler gibi zorluğun nasiplerine düşeninden biriktirirler, kıtlıkla, eşkıya zulmü ile, yoklukla mücadele ederek hayatta kalmaya çalışırlar! Beşer tâkatini aşan bir azim ve kararlılıkla var olmaya, diri kalmaya, yılmadan yürümeye gayret ederler! Bir dağın başında her zaman duman durmaz. Gelir geçer diyerek sabır divanında niyazda bulunurlar!
Sonrası mı?
Sabır talimgâhında çile talim eden Mehmedlerin kumandanlarından olan Divanlılı Şükrü Efendi bunlardan sadece biri. Onun tahkiyesi de, emsâllerini aratmayacak türden. Dayanabilene aşk olsun!
Hatiboğlu Mehmed Şükrü Efendi, H. 1302 M. 1884-1885’de Divanlı Köyü’nde dünyaya gelir. Babası İsmail Efendi’dir. Yozgat’ta ve Adana’da tahsil görür. Memleketine döner. Evlenir.
Aradan kısa bir zaman geçer.
Babaları vefat edeli hayli olmuştur. Dört kardeştirler. Başlarında anaları olduğu hâlde bu dört kardeş, arazileriyle meşgul olmakta, ziraatla ve biraz da hayvancılıkla geçimlerini temin etmeye gayret etmekte, babalarının ocağını şeneltip ele güne karşı muhanete muhtaç olmamak için çalışıp çabalamaktadırlar.
Şükrü Efendi, zaman zaman Yozgat’a gelmektedir. Yozgat’a Payitaht’tan hiç iyi haberler gelmemektedir. Devlet-i Aliyye’nin yeni bir harp eşiğinde olduğu konuşulmaktadır. Harp, seferberlik demektir. Farkındadır: “Bizim eve de uğrar ya, haydi hayırlısı.” deyip geçer! Köyüne döner.
Akşam odalarında bulunan misafirlerine olup biteni anlatır. Harpten, seferberlikten söz eder. Dinleyen herkesin başı öne düşer.
O gün Şükrü Efendi’nin içinde tarif edemediği bir sıkıntı vardır. Uhuneti bir türlü dağılmaz.
Böylece üç beş gün geçer aradan.
Bir rüya görür. Rüyasında bileği kesilir. Eli kopar. Fakat kan gelmez. Telâş içinde uyanır. Bildiği kadar okur. Ama sıkıntısı hafiflemek şöyle dursun katmerleşir. Bu hâlde sabahı dar eder.
Hane halkı erkenden kalkmış, sabah sofrasını hazırlamışlardır. Hep birlikte sofraya otururlar.
Şükrü Efendi’nin hâli hâl değildir. Gönlü bulanmış, aklı geceki rüyaya takılmıştır. Sofrada var mı yok mu belli belirsizdir. Rüyasını tabir ettirmek için kime gitsem diye düşünmektedir.
Anası Satı kadın, Osmanlı kadındır. Oğlunun hâlinden huzursuz olur: “Yavrum, hayrola, bu ne hâl?” diye sorar, bağrına basar evlâdını.
Şükrü Efendi: “Yok bir şey ana!” dese de, anası ısrarını sürdürür. Aradan üç beş gün geçer. Anası, yine ısrarcıdır oğlunun hâline karşı.
Şükrü Efendi, bir kuşluk vakti anasının dertlenmesine daha fazla dayanamaz ve bir rüya gördüğünü, rüyanın verdiği sıkıntının bir türlü geçmediğini, kime yordursam acaba diyerek de bunca zamanı geçirdiğini söyler.
Anası: “Yavruma bak! Rüya bu, herkes görür. Gelir geçer. Madem kafan çok takıldıysa git tabir ettir. Allah hayırlara tebdil eyleyip korktuğumuz yere uğratmasın. Tâbire ya Dedikhasanlı Şâkir Efendi Hazretlerine ya da Paşaköylü Hacı Yakup Efendi Hazretlerine git. Paşaköy bize yakın, hemen yol boyu. Hem de Şeyh Yakup Efendi Hazretleri, Medine’de alimlere ilm-i hikmet okutmuş. Huzur-u Saadet’te senelerce bulunmuş. Keşfi aşikâr. Baban, deden de hep söylerdi. Sen bir an evvel var git Efendiyi ziyaret et. Bir yordur bakalım, ne diyecek. Rabbim hayırlara karşı getirsin. Hadi yavrum, hiç durma!” diyerek oğlunun uhunetini biraz olsun gidermeye çalışır.
Bunun üzerine Şükrü Efendi, kime gitsek nasıl etsek suâlleriyle uğraşmayı bırakır. Paşaköy’e gidip, büyük alim Şeyh Hacı Yakup Efendi’yi ziyaret etmeye ve içindeki tarif edemediği sıkıntıyı gidermeye karar verir.
Paşaköy’e gitmek üzere atlanır ve yola çıkar!
Çok sürmez, Şükrü Efendi’yi tekrar sıkıntı basar. Yol boyu, neler kurar neler? Ezberinde ne varsa okumadık dua bırakmaz. Uhuneti bir türlü dağılmaz! Çallı’nın bağlarını geçtikten sonra, Osmanpaşa Tekkesi’nde Emirce Sultan-ı Velî türbesini ziyarete niyetlenir. Uğrayıp öyle geçeyim diye düşünür. Atını mahmuzlar. Tekkeye varır. Türbeyi ziyerete girer. Ziyaretin ardından kendini yola vurur.
Battal’ın bağlarının oralarda yol boyu gelen Paşaköylü bir ahbabı ile karşılaşır. Hoş beşten sonra, bir müşkülü olduğunu, Hacı Yakup Efendi’yi ziyeret için Paşaköy’e doğru niyetlendiğini söyler.
Ahbabı: “Hacı Yakup Efendi Hazretleri, Nuri Ağa ile beraber dün Battal’a gittiler. Kâmil Ağa davet emiş. Birkaç gün gelmezler. İyisi mi doğru Battal’a var. Müsaade isteyip, orada görüşürsün.” cevabıyla yol gösterir.
Cevaba memnun olan Şükrü Efendi, Kâmil Ağa’yı tanıdığını, hatırını saydığı hanedan bir zat olduğunu, dolayısıyla Battal’a gidip onun odasına inmesinin gayet münasip olacağını ikrar eder.
Ahbabının yanından ayrılan Şükrü Efendi, atını dehler. Kanak suyunun üzerindeki Karabıyık Köprüsü’nü geçer. Ağaçlıkların arasından geçtikten sonra, yolu hafif rampa bir hâl alır. Civar, Alıç ağaçları ile doludur. Yazının yüzü, gür otlaklarla kaplıdır. Kekik kokusu burcu burcu kokmaktadır.
Sürülerini otlatan çobanlara uzaktan el sallayıp selâm verir. Tepeyi aşar. Battal karşısındadır. Alabildiğine geniş ve düz çayırlıkları, bütün mehabetiyle üzerinde kale harabeleri bulunan Çatalkaya’sı dikkatini çeker: “Maşallah, iyi de arazisi var.” diye söylenir.
Tepeden aşağı atını salıverip köye girer. Caminin önünden geçerken caminin önünde toplanmış oturan Battallılara selâm verir. Yozgat’tan tanıdığı Kâmil Ağa’nın daha evvel birkaç defa daha misafiri oldukları odasını bilmektedir. Çeşmede durur, atından iner. Atını sular, abdest alır ve biraz ferahlar. Sonra, atının yularından tutar ve zaten yakın olduğu için yürüyerek kalan mesafeyi kat eder.
Odanın önüne gelir. Odanın önünde binek taşında oturan azaplarından biri, Şükrü Efendi’nin atını çeker. Odaya haber eder. Odadan buyur edilir.
Şükrü Efendi odaya girer. Odada Kâmil Ağa, Mehmed Nuri Ağa, şeref misafirleri Şeyh Hacı Yakup Efendi ve diğer misafirler oturmaktadırlar. Hacı Yakup Efendi, Kâmil Ağa ve ailesini çok sevmektedir. Ayrıca kurbiyetleri vardır. Kâmil Ağa’nın ilmiye mensubu ağabeyi, Büyük Osman Efendi, Hocaefendi’nin çok iyi dostudur. O sebeple, Kâmil Ağa’ya “arkadaşımın yadigârı” diye sahip çıkmaktadır.
Odaya giren Şükrü Efendi, selâm verir, kendini tanıtır, Hocaefendi’yi ziyaret için Paşaköy’e giderken, yolda haber alınca Battal’a döndüğünü söyler, mübarek zatın elini öper ve Kâmil Ağa’nın gösterdiği yere oturur. Hâli kendisini çabuk ele verir, belli ki bir müşkülü vardır.
Hocaefendi’nin sohbetini dinler.
Öğle vakti sofra kurulur, yemekler getirilir. Misafirler, Kâmil Ağa tarafından sofraya buyur edilir. Yemekten sonra, köyün imamı Müderris Paşaköylü Numan Efendi, müsaade isteyip kalkar.
Hacı Yakup Efendi, vakit girdiği için hep birlikte hazırlık yapmalarını söyleyerek cemaati seyreltir.
Odada Hacı Yakup Efendi, Kâmil Ağa ve Şükrü Efendi kalır.
Hacı Yakup Efendi abdest tazelemek için kalkar. Kâmil Ağa hizmet eder, suyunu döker. Hacı Yakup Efendi, kurulanırken: “Evlâdım, bir müşkülün mü vardı?” der.
Bunun üstüne Kâmil Ağa, eğer mahrem bir mesele varsa kendilerini baş başa bırakabileceğini söyler.
Şükrü Efendi: “Yok yok, olur mu öyle şey. Destur verilirse bir rüya anlatacağım. Duymanızda ne beis olabilir. Bağışlayın, zaten rahatsız ettim, fakat hayli zamandır rüyamın tesiriyle ciddî bir meşakkate dûçar oldum. Validemin tembihiyle Efendi Hazretlerine müracaat etmeye niyetlendik. Bu vesileyle geldim.” diyerek hâlini arz eder.
Hocaefendi’nin işaretiyle rüyasını anlatmaya başlar: “Efendim, rüyamda bileğim kesildi. Elim koptu. Fakat kan gelmedi. Telaş içinde uyandım. Bildiğim ne kadar dua varsa okudum. Ama sıkıntım hafiflemek şöyle dursun katmerleşti…”
Şükrü Efendi anlatmaya devam ederken, Hocaefendi’yi derin bir sükût kaplar. Kâmil Ağa da Hocaefendi’nin halinden ve misafirin rüyasından fevkalâde mütessir olur. Şükrü Efendi’nin sözü biter. Tabirini beklemektedir.
Hacı Yakup Efendi uzun süre sükût eder: “Evlâdım, kaç kardeşsiniz?” diye sorar.
Şükrü Efendi: “Benimle beraber dört kardeşiz efendim.” der. Ardından hayır dua eder Hocaefendi. Başka da bir şey demez.
Şükrü Efendi’den uhunet biraz olsun gider, Hocaefendinin nazarıyla ruhu hafifler; fakat rüyasının tam tabirini alamamış olsa da müsaade ister, Hocaefendi’nin elini öper, Kâmil Ağa ile vedalaşıp odadan ayrılır. Atını çektirir ve Divanlı’nın yolunu tutar.
Şeyh Hacı Yakup Efendi, Şükrü Efendi’nin rüyasına pek bir şey dememiştir. Neyse hayırlısı bakalım deyip teslim olur. Başka da yapabileceği ne var zaten.
Yolda oyalanmaz, Divanlı’ya gider. Evlerine varır.
Anası merak içinde Şükrü Efendi’yi beklemektedir. Anasının merakına karşılık: “Hocaefendi bol bol hayır dua etti.” deyip meseleye nokta koyar.
Şükrü Efendi, Battal’da Kâmil Ağa’nın odasından ayrıldıktan sonra, Hocaefendi, Kâmil Ağa’ya: “Delikanlıya pek bir şey diyemedim ama, Allah-u âlem, bu delikanlının kardeşleri vefat edecek. Bileğinden kan gelmemesi kendisinin kalacağına işarettir.” der.
Cevaba Kâmil Ağa, hayli üzülür. Fakat bu cevabı da, tevdî edilecek bir emanet gibi senelerce saklayacaktır.
Aradan bir zaman geçer. Hatipoğullarının evlerinde bayrak çekilir, davul dövmeye başlar. Kardeşleri Ali’nin düğününü yapmaktadırlar. Haneleri şenlenir bir anda.
Dört kardeş, birbirlerine öylesine bağlı, öylesine muhabbetlidirler ki, olursa bu kadar olur. Anaları, sürekli dualar eder, itimat ettiği derin hocalara okutur. Yavruları, kem gözden sakınsın, nazardan uzak olsunlar diye…
Bir akşam, Şükrü Efendi’lerin odasında misafir kalabalıktır. Yaşlılar, o gün ne hikmetse, hep dertten, meşakkatten konuşurlar. Feleğin sillesinden söz açarlar.
Komşularından birisi sözü alır, bir başka dertlenir, yaşadıklarını hiç hayra yormaz. Hayırdır denilince de, başlar anlatmaya: “Sabah, sığırı sürdük, çoban Koyunlu Yusuf Özü civarındaki çayırlıklara doğru götürdü. Her zaman yaptığımız iş. Kuşluk vaktinden sonra, hatta vakt-i kerahat girdi gibiydi, bizimkisi telâşlıca bana haber etti. Eve vardım. Ne oldu demeye kalmadı, hatun kişi beni görünce ağladı: “Hiç olmazdı böyle bir şey. Kara camız sığırdan ayrılıp gelmiş, evin önüne yatmış. Kaldıramadık da. Başımıza bir musibet gelecek. Bu iş hayır değil.” diyordu. Höt, dedim, öyle şey olur mu dedim. Ama benim de aklıma kurt düşdü. Sabahtan beri darlanıyorum!”
Şükrü Efendi, konuşmaları sakin sakin dinlerken, küçük kardeşine dönerek: “Eve git de, yatsılık hazırlasınlar. Al gel.” der.
Onun araya girmesi havayı bir az olsun dağıtır gibi olur.
Şükrü Efendi’nin içi kaynayıp gelmektedir esasında. Ona da daha evvel bir zuhurat olmuştur. Lâkin cevabını alamamıştır. Ama unutamamıştır da. Konuşulanlara sadece sükût geçer o kadar.
Evden yatsılık gelir, sofra hazırlanır. Misafirler sofraya buyur edilir. Hep birlikte yenilir, içilir. Sohbet, geceyi alır epeyce. Sesi güzel olan Haşmet Bey’den türkü çığırması istenir.
Haşmet Bey, “Ay Dost” deyip elini kulağına atar. Yozgatlı Ali Nihânî Baba’dan bir türkü çığırır:
İmsâk etme sâkî doldur bâdeyi
Leb-i lâlin senin cihâne yeter
Gerekmez götürme şem-i meclisi
Nûr-ı vechin şem-i tâbâne yeter
Mâildir nokta-i çeşmin dil-fikâr
Meramınsa eger eylemek şikâr
Hâl-i hindûlerin senin ey nigâr
Mürg-i dili sayda ol dâne yeter
Eyledin bizleri bir firîb ile
Vuslun ne bu’d ne gûb ile
Maksûdun kat’iyse gez rakîb ile
Bizi öldürmeye bahâne yeter
Geçer her günüm subh u fecr ile
Yârden ğınâ ve ağyârden zecr ile
İnsâf eyle felek rûz-ı hicr ile
Bu kadar dûr etti zamâne yeter
Gel vahşet eyleme ey kebk-i hırâm
Fedâ bu câmla olursun eger râm
Yoktur âşıkında başka bir merâm
Leblerin bûsesi Nihân’a yeter
Türküden sonra Haşmet Bey, epeyce takdir ve tebrik alır. Yaşlılardan birisi: “Var mı bir daha?” deyip yeni bir yol verir. Haşmet Bey, başını hafifçe öne eğer ve: “Hayhay.” diyerek Yozgatlı Âşık Necip’ten bir türkü çığırır:
Gönül durmaz daim su gibi çağlar
Yârimin hasreti ciğerim dağlar
Ayrıldım yârimden gözlerim ağlar
Sînemde yâreyi yâr gelir bağlar
Sevda-yı aşkınla ederim zârı
Kimseye açamam ben bu esrârı
İmdâdıma yetiş aman sen bari
Sînemde yâreyi yâr gelir bağlar
Niçin ettin bana cânâ sitemi
Gelmedi mi daha vuslatın demi
Naz ile destine alıp merhemi
Sînemde yâreyi yâr gelir bağlar
Arz eyle hâlimi ey bâd-ı sabâ
Ne acep bakmadı yâr benden yana
Âh etmekte Necip gurbette sana
Sînemde yâreyi yâr gelir bağlar
Haşmet Bey, türküyü bağlar bağlamaz, odanın cemaatı, peş peşe: “Hay yaşa sen emi.” deyiverirler. Haşmet Bey’den birkaç türkü daha çığırmasını isterler.
Gâhi hüzünlenir, gâhi neş’elenirler.
Sohbet demini alınca, misafirler birer ikişer müsaade isteyip evlerinin yolunu tutar. Sabah hepsinin görülecek işi vardır, muhabbet koyu olunca kimsenin kalkıp gitmeyi canı istememiştir. Köy hayatı, başka türlü nasıl geçecek.
Ertesi sabah herkes için bir başka olur.
Sığırlar sürülmüş, kapıların önü süpürülmüştür. Henüz daha ahalînin çoğu sabah sofrasından kalkmamıştır bile. Köye, başlarında bir yüzbaşı olduğu halde bir manga askerin geldiğinden kimse haberdâr değildir. Bu sırada köy muhtarı bekçiyi çıkarmış ve bekçi mahalle aralarında dellal çığırmaktadır. Bekçi, var gücüyle bağırmakta: “Duyduk duymadık demeyin. Yediden yetmişe caminin önünde herkes taplanacaaak!”
Bekçinin sesine, hayırdır inşallah diyen tüm köylü koşar toplanır caminin önünde. Şükrü Efendi ve dört kardeşi de oradadır. Muhtar girizgâhtan sonra: “Komşular, harp çıkmış ve seferberlik ilân olunmuş. Askerlik Şubesi’nden celp gelmiş. Şimdi kumandan listeyi okuyacak. Artık dinlersiniz!” der ve susar.
Muhtar dahil herkesin başı önüne düşer. Derin bir hüzün çöker. Seferberlik denince ne olacağı malûm!
Gün evvelinden Hatipoğulları’nın odasında hatun kişiyle arasında geçenleri anlatan komşuları sessizliği bozar: “Bizim gara camız gapıya çöktü. Nasıl da çıktı.” diye dövünüp gözyaşı döker.
Yüzbaşı, askere alınacakların isimlerini okur. Kadere bak. Hatipoğullarının dört oğlu da var asker yoluna gidecekler arasında!
Şükrü Efendi, okumuş adamdır. Köylü sayar onu. Bir taşın üstüne çıkar ve birkaç kelâm eder: “Komşular. Hadi Hayırlısı. Takdir böyle imiş. Şimdi vatan hizmeti zamanı. Önümüzde cihad var. Gazâmız mübarek olsun.” der. Onun sözleri, çöken kasveti biraz olsun dağıtır. Çünkü kendisi de o yolun yolcusudur.
Birkaç gün içinde helâlleşen ayrılır köyünden. Gidip Yozgat Askerlik Şubesi’ne teslim olur.
Şükrü Efendi ve kardeşleri helâllik alıp Yozgat’ın yolunu tutarlar. Şubeye teslim olurlar. Ankara’ya kadar birlikte giderler.
Şükrü Efendi, kardeşlerine: “Aman ha, göreyim sizi, mektubun ardını kesmeyin!” diyerek sıkı sıkı tembihlerde bulunur. Ankara’da birbirlerine sarılıp, vedalaşıp ayrılırlar. Bu birliktelik, kardeşlerin son görüşmeleri olur. Bir daha da kavuşamazlar!
Şükrü Efendi, İhtiyat Zabit Namzedi’dir. Talimgâha alınır. Kısa yollu bir talimden sonra, İhtiyat Zabiti olur ve Mülâzım rütbesiyle fiilen cephe nasibi başlar.
Cephe günleri, malûm! Söz orada sükût ettiği için, her Mehmed, ne ile yüz yüze olduğunu bilmektedir. Ebedî âlemin eşiğine baş koymuş bekleşmededirler.
Bu minval üzre sıra beklerken, memleketten ayrılışın üstünden geçen bir senenin ardından bir mektup gelir Şükrü Efendi’ye. Hanımı müjde vermektedir: “Gözün aydın. Kardeşin Ali Efendi’nin bir oğlu oldu, adını Hüseyin koyduk.” diye.
Habere sevinen Şükrü Efendi, mektuplaşmaya devam eder memleketiyle. Sonrası! Bir bilinmez ve dönülmez yol. Ne mektubu, ne haberi!
Şükrü Efendi, imparatorluk coğrafyasında huduttan hududa, beldeden beldeye dolaşır. Mülâzım-ı Evvel rütbesiyle Süvari Bölük Kumandanı olarak vazife görmeye gayret eder…
Kaderinde Yemen de varmış. Yemen’e gider.
Geride kalıp da:
Gitme Yemen’e Yemen’e
Karışın toza dumana
Bâri mektubunu gönder
Bizleri koma gümana
demelerinin ne mânâya geldiğini görür ve iyi beller.
Öyle bir derde mübtelâ olurlar ki! Yemen çöllerinde, derin uçurumlarla dolu Yemen dağlarında dolaşır dururlar.
Sadece, bazı Mehmedlerin:
Şu Yemen’de akar sular akmıyor
Cerrah gelip yaramıza bakmıyor
Yiğitlerin hiç birisi kalkmıyor
Yemen ellerinde kaldım çaresiz
diye çığırdıkları yanık nağmeleriyle hemhâldirler.
Böyle böyle sayısız Mehmed’i, ata topraklarından çok uzaklarda yolcu ederler, göz yaşlarını içlerine akıtarak!
Aradan uzun bir zaman geçer.
Şükrü Efendi, defalarca yaralanır, iyileşir, vakittir deyip tekrar koşar, hep silâh başı yapar…
Yozgat, Şükrü Efendi’nin sadece rüyalarında kalan bir hatıradır artık. Seneler var ki, memleket yüzü görmemiştir. Dolukur gelir sık sık. Buna karşılık: “Bir ben miyim sanki!” demeyi itiyat haline getirmiştir her nasılsa!
Şükrü Efendi, karargâhta bulundukları bir sırada istirahata çekilir.
Bu sırada Yemen’e yeni asker gelmiştir.
Kumandan istirahattayken Divanlılı emir eri ile yakın köylüleri Topçulu bir arkadaşı beraberce yeni gelen askerin olduğu yere giderler, belki bir hemşehrileri çıkar umuduyla. Sorup soruştururlar, Yozgatlı var mı? Diye. Soruşturma fayda verir ve eratın arasından daha bıyığı terlememiş on beş-on altı yaşlarında nazlım bir delikanlı öne çıkar Yozgatlı olduğunu söyleyerek.
Emir eri, taze fidana Yozgat’ın neresinden olduğunu sorar. Genç Mehmed: “Yozgat Sancağı’nın, Kızılkoca Kazâsı’nın, Divanlı Karyesi’ndenim.” diye cevap verir.
Tabiî bu cevap karşısında Divanlılı ve Topçuluda şafak atar: “Peki Divanlı’da kimlerdensin.” dediklerinde de: “Hatipoğullarından Ali’nin oğluyum. Adım Hüseyin.” der.
Divanlılıda heyecan büsbütün artar. Karşısında duran delikanlı, köylüsü ve üstelik Bölük Kumandanı Şükrü Efendi’nin yeğeni!
Emir eri, ne olur ne olmaz diye: “Doğru söyle aslanım. Tabiî öğrendin burada bir Divanlılı usta asker var. Hatta bir de zabit…”
Emir eri, işi güya sağlama alayım diye konuşurken, bir anda o nazlım delikanlı, bir aslan olur ve: “Höt, ağzını topla, lâfını bil de konuş. Aslını inkâr eden haramzadedir. Kendi soyunun dışında soy iddia eden de soysuzdur.” diyerek lâfın ardını alır.
Divanlılı esaslı bir zılgıt yemiştir. Alta mı kalsın. Buna karşılık: “Ver evrakını.” diye çıkışır. Aslında iyi niyetinden. Heyecanına mağlûptur o kadar.
Genç Mehmed, evrakını gösterir. Emir eri, evrakı alıp bakar. Duydukları bizatihi hakikattir. Gözleri dolar gelir. Kendisinin Divanlılı, arkadaşının Topçulu olduğunu söyleyerek sarılır genç Hüseyin’e.
Üç hemşehri kucaklaşır, ağlaşırlar.
Şimdi esas haberi Kumandan Şükrü Efendi’ye vermeli. Bir de müjde almalı hani.
Emir eri ve Topçulu: “Gel bizimle.” deyip Hüseyin’in kolundan tuttukları gibi koşa koşa kumandanın odasına doğru götürürler. Kapıya geldiklerinde emir eri: “Siz burada bekleyin.” diyerek kendisi içeri girer. Şükrü Efendi’yi uyandırır ve vaziyeti haber verir.
Şükrü Efendi uzandığı yerden fırlayıp kalkar. Emir eri, kapıda bekleyenleri içeri alır.
Şükrü Efendi bir bakar ki kardeşi Ali karşısında sanki. Telâştan ne yapacağını şaşırır bir an. Neyse ki kendini toplar: “Evlâdım, künyen?” diyebilir.
Hüseyin esas duruşta. Nereden bilsin, senelerdir görmediği ama sadece adını bildiği emmisi karşısında. Tekmilini verir: “Yozgat Sancağı, Kızılkoca Kazâsı, Divanlı Karyesi, Hatipoğullarından Ali oğlu Hüseyin.”
Aman yâ Rabbî! Bu ne tecellî! Seneler evvel, hanımının mektupla doğumunu müjdelediği yeğeni Hüseyin karşısında.
Şükrü Efendi yinede: “Evlâdım, köyünü, aileni tarif et bakayım.” diye mukabele eder.
Hüseyin hiçbir mânâ veremez yaşadıklarına. Emirdir nede olsa. Denileni yapar. Divanlı’yı tasvir eder. Mevkî adlarını, dedesini, emmilerini, akrabalarını, annesini, ninesini, yengelerini adlarıyla sayar. Mallarının durumunu anlatır. Köpeklerinden bile bahseder: “Kumandanım, babam ben doğmadan evvel şehid düşmüş. Diğer iki emmimin de bir müddet sonra künyeleri geldi. Bir emmim daha var, zabit. Ama ben onu da hiç görmedim. Sadece adını bilirim. Adı Mehmed Şükrü…”
Şükrü Efendi’nin söz boğazında düğümlenir. Karşısında duran yeğenidir. Bu sırada Hüseyin, elindeki evrakı Şükrü Efendi’ye uzatır. Evraktaki bilgiler söylenenleri teyit etmektedir.
Şükrü Efendi, senelerce içinde birikmiş dertlerini dışarı atar ve gözyaşları çağlar gelir: “Hüseyin’im kuzum, zabit emmin benim.” deyip yeğenini kucaklayıp bağrına basar.
Etrafındakiler de ağlaşırlar…
Mesele anında duyulur karargâhta.
Şükrü Efendi içtima emri verir. Asker toplanana kadar, yeğeni ile hasret giderir, memleketinden, uzun zamandır göremediği ailesinden havadis alır. Hüseyin anlattıkça o gözyaşı döker.
Şükrü Efendi, birlik hazır olunca dışarı çıkar, bir nutuk irad eder. Sözlerini bağlarken: “Arkadaşlar. Ben askere geldiğimin senesinde memleketimden bir mektup aldım. Kardeşimin bir oğlu olduğunu, adını Hüseyin koyduklarını müjdeliyorlardı. İşte o çocuk. Büyüdü. Askere geldi. Hiç görmediği amcasının yanında buluverdi kendini… İşte böyle. Ben daha memleket yüzü göreceğim.” diyerek konuşmasını bitirir.
Eskiler, emmi için “baba yarısı” derler. Hüseyin, hiç görmediği babasının muhabbetini ve merhametini, emmisi Şükrü Efendi’de görür. Emmisinin yanında iki sene kalır.
İki senenin sonunda cirit büsbütün karışır ve Mehmedler, daha yukarılara doğru çekilmek mecburiyetinde kalırlar. Ama vicdanlarda hiç kapanmayacak bir Yemen yarası bırakarak! Yara, hâlâ Yemen türkülerinde kanamaya devam ediyor!
Birinci Cihan Harbi sürerken, zamanın en zor durağı Çanakkale’de nesiller feda edilmekte, esas o cephede bir devir batmak üzredir.
Şükrü Efendi ve Hüseyin’in bağlı olduğu kuvvetler Çanakkale Cephesi’ne sevk edilirler.
Mülâzım-ı Evvel Şükrü Efendi, iki yüz elli kişilik bir süvari bölüğüne kumanda etmektedir. Muharebeler şiddetlidir. Şükrü Efendi’nin birliği tam üç defa karşılarında direndikleri düşman birliğini bozarlar.
Fakat düşman her defasında takviye alır.
Her taarruzda düşman bozulmakla birlikte, Mehmedler de zayiat vermekte, kader arkadaşlarını yalnız bırakarak, rütbe-i şehadete nail olmaktadırlar.
İşte bu üçüncü taarruz, düşmanı perişan eder. Şükrü Efendi’nin birliği pek ağır bir darbe yer. Kendisi de ağır yaralanır. İki yüz elli kişilik bölük, bu üçüncü taarruzun ardından on iki kişi kalır.
Hüseyin de şehidler arasındadır.
Şükrü Efendi, bir ömür anlatır Çanakkale’yi ve: “Bir bölüğün zayiatı bu olursa artık siz düşünün bütün bir cephenin hâlini…” deyip ağlar.
Hüseyin’in adı geçince de!
Şükrü Efendi, Çanakkale Cephesi’den sonra da cephelerde gezmeye devam eder. Terhis olmamıştır hâlâ…
Derken Millî Mücadele başlar.
Millî Mücadele’de payına ne düşüyorsa o hizmeti de görür bittamam. Garp Cephesi’nde İzmir önlerinde yaralanır. Fakat düşmanın denize döküldüğünü görür. Zaferle birlikte, Kırmızı Şeritli İstiklâl Madalyası ile taltif olunur.
Şükrü Efendi, aradan geçen uzun zamanın ardından, bıraktığı gibi bulmadığı evine döner.
Nice büyük badireden geçmesine rağmen, aklında hâlâ seneler önce gördüğü rüya vardır. Bu rüyanın tabirini hep merak etmiştir. Acaba, çektiği onca çile bu rüyada mı sırlı idi. Yemen’den gelirken ziyaret ettiği bir muhterem zata bu rüyayı anlatmış, o zat da, cevap olarak sadece kardeşlerinin ahvalini sormuştu: “Gerisine mezun değilim.” deyip sözün sonunu bağlamıştı.
Bu ifritten suâlin bilinmezliğine karşı, dönüşünün haftasında ata binip doğruca Paşaköy’ün yolunu tutar. Maksadı Şeyh Hacı Yakup Efendi’yi ziyaret etmek ve cevabını alamadığı tâbirin peşine düşmektir. Telâşından, Hacı Yakup Efendi Hakk’a yürüdü mü, berhayat mı? Sormayı düşünmez bile!
Paşaköy’e girmek üzere iken rast geldiği birisine Hoca Efendi’nin evini sorar. Köyde mi değil mi? Diye de suâli yeniler. Çok görmek istediğinden başka bir şey getirmez aklına.
Adamcağız, Şükrü Efendi’nin o an için hiç beklemediği bir cevap verir.
Hoca Efendi’yi artık göremeyecektir!
Senelerin uhuneti tekrar çöker üzerine. Atını doğruca Battal’a çevirir. Battal’a varır. Kâmil Ağa’nın odasının önüne gelir. Karşılarlar.
Ağanın odada olduğunu öğrenir.
Odaya, misafirin olduğu haber verilir.
Şükrü Efendi içeri buyur edilir. Atı çekilir.
Selâm verip odaya giren Şükrü Efendi’yi görür görmez Kâmil Ağa: “Divanlılı Hatipoğlu değil misin?” deyiverir.
Şükrü Efendi şaşırır bu mukabeleye. Kâmil Ağa, yanında yer gösterir. Hâl hatır faslından sonra kısa bir sohbet ve tabiî ki, cephe, uzun ve zor seneler!
Sofra hazırlanır.
Yemekten sonra Şükrü Efendi: “Allahu âlem malûmunuz. Seneler önce Şeyh Hacı Yakup Efendi Hazretlerine bir rüya anlatmıştım. Rüyamda bileğim kesilmiş, elim kopmuş, fakat kan gelmemişti. O zamanlar cevabını alamamıştım Hoca Efendi’den. O niyetle Paşaköy’e gittim. Fakat Hoca Efendi’den köyde haberim oldu. Ben de bir umut deyip buraya geldim. O gün bugündür bir kurt gibi kemirir içimi. Yemen’den dönerken rastladığım bir zata sordum, o da bir şey demedi. Hatta cevaba mezun değilim dedi. Rüyamı anlattığımda, Hacı Yakup Efendi uzun süre sükût etmiş ve: Evlâdım, kaç kardeşsiniz.” diye sormuştu. Ben de, benimle beraber dört kardeşiz demiştim. Ardından hayır dua etmişti. Başka da bir şey dememişti. Efendi Hazretleri o zaman bir şey dedi mi. Acaba hatırında mıdır?”
Kâmil Ağa, Hacı Yakup Efendi’nin cevabına o zamanlar da hayli üzülmüştü. O sohbeti adeta bir emanet gibi saklamıştı. Bundan dolayı Şükrü Efendi’nin merakını hemen giderir ve: “Hatırımda tabiî. Şeyh Efendi hayli müteessir olmuş, “delikanlıya bir şey diyemedim,” demiş, anlatmıştı: ‘Allah-u âlem, bu delikanlının kardeşleri vefat edecek. Bileğinden kan gelmemesi ise kendisinin kalacağına işarettir.’ demişti.” diye senelerin emanetini sahibine tevdî eder.
Şükrü Efendi’nin hayatı bir filim şeridi gibi gözünün önünden geçer: “Tabiî ya. Yemen’den gelirken sorduğum zat da kardeşlerimi sormuştu. Üçü de şehid düştü. Hatta kardeşim Ali’nin emaneti Hüseyin’de benim birliğimde Çanakkale’de şehid düştü.” der ve gözleri dolar gelir…
Şükrü Efendi’nin rüyası zaten çıkmış, tâbirinden biraz geç haberdar olmuştur o kadar…
Zaman içinde Şükrü Efendi’nin acıları küllenir, içindeki kor durur. Cephede nokta koyamadığı ömrüne köyünde nokta koyar ve Nisan 1964’de Divanlı’da Hakk’a yürür.
Kaynak: S. Burhanettin Kapusuzoglu, Seferberlik Mahşeri-Büyük Harpte Yozgat, İstanbul 2016.