Savaşın doğasının ne olduğu hiç şüphesiz tartışmalı bir husustur. Doğası belirlenemeyen bu olgunun, doğal olarak sonuçları da tam olarak tespit edilemeyecek ya da tartışmalı kalacaktır. Modern öncesi dönemde sınırlı bir alanda gerçekleşen savaşların günümüzde sadece savaşan tarafları değil aynı zamanda insanlığı ve dünyanın varlığını tehdit ettiği herkesin malumudur. Bu tehdit yapısı itibarıyla (tolere edilebilir) maddi açıdan çok, felsefi anlamda (varoluşla ilgili olarak) tüm zihinleri karmaşık bir hale getirmekte; insanlığın geleceği hakkında korku, kaygı ve belirsizlikler üretmektedir. Savaş zamanlarında insanlığın yaşadığı ya da hissettiği korkular, kaygılar, çaresizlikler ve belirsizlikler gerçekliğin algılanmasını ve dolayısıyla nasıl hareket edileceğini derinden etkilemektedir. Öyle ki bu durum, en azından haklı ya da haksız savaş ayrımı yapmak konusunda zihinlerde isteksizlik ya da yeteneksizlik doğurmaktadır. Yine bu süreçte insanlığın yüzlerce yıldır adım adım gerçekleştirmeye ya da üretmeye çalıştığı her türlü değer ve kavramın içi boşaltılarak yeniden tanımlanmakta ve dolayısıyla gerçekliği çarpıtma ya da gizleme anlamına gelen ideolojilere sıkça başvurularak, bu ideolojilerin nafile çığırtkanlığı yapılmaktadır. Tüm bunlar olumsuzlayıcı ve yok edici etkileri ile her türlü despotluğa karşı çıkan insani ve rasyonel toplum kurma özlemleri ile uluslararası bir hukuk oluşturma çabalarını yanılsama veya hayal haline dönüştürmektedir.
Günümüzde karşıtlıkların bir doğa durumu olduğu herkesin kabul edeceği bir olgudur. İnsanlar için oluşan bu durumun devletler seviyesinde kaçınılmaz olabileceğini tarih çokça göstermiştir. Çatışmanın karşısında olmayı makul görmenin ötesinde kaçınılmaz çatışmaların insanları kendileri hakkında daha fazla uyaracağını görebilmek ve böylelikle kötülüklerin kendi sonlarını hazırlayacağını düşünmek salt iyimserlik olmasa gerektir. Zira savaşların yol açacağı yeni insanlık durumlarının karşıtlık içindeki insan ve devletleri bir araya getireceğini düşünmek insanlığın ufkunu genişletecektir. Ancak böylesi bir görüşün gerçekleşmesi için insanların tekil iradelerinin değil “ortak aklın” devrede olması gerekir. Ortak aklın bilincine varan insan ya da devletlerin karşıtlıkların çözümünde daha hızlı yol olması ve yeni insanlık durumlarına uyum kazandırması beklenir. Böyle bir süreci, doğa durumundan uygarlığa, kaostan kosmoza geçiş olarak düşünmek mümkündür. Zira doğa durumunda düşmanca tutumların karşıtlığının insanları yasaları kabul etmeye zorlayacağı makul insanlar için açıktır. Bu bağlayıcı yasaların bir barış durumu oluşturacağı ve geçerlilik kazanacağı beklenir.
Devletlerin anarşik doğa durumunun savaşlara yol açması, tanıdık ve hâlihazırda yaşadığımız bir olgu olarak karşımızda durmaktadır Diğer bir ifadeyle devletler arasında savaş durumunun sürmesi nasıl beklenebilir bir olgu ise, bu savaşların bir sonuca bağlanmasının öngörülebilir bir olgu olması beklenir. Bir anlamda savaşlar devletler arasındaki yeni ilişkiler oluşturmaya yönelik çabalara dönüşmelidir. Savaşı böyle bir araçsallaştırma ile yüksek bir amaca dönüştürme ya da savaşın barışa yol açması, aslında olumsuzun olumsuzlaştırılması, savaşın yıkıcı doğasının kendi yıkımını hazırlaması anlamındadır. Zararlarına tanık olduğumuz savaşın ebedi barışın kurulmasına yardımcı olacak hale gelmesi, birey ve devletlerin ellerindeki tüm güçleri her şeye rağmen insani olana hasretmeleri ile mümkündür. Sürekli barışın egemen olduğu bir dünyanın kurulması hem bireylerin hem de devletlerin ilişkilerini gözden geçirmeleri ve yeni durumlara uygun yapılar geliştirmeleri ile mümkün olacaktır. Bu noktada geçmişte makul bir yol olarak görülen insan hakları ve uluslararası hukuk düşüncesini daimi olarak geliştirmesi gerekmektedir.
İnsan hakları ve uluslar arası hukuk düşüncesinin geliştirilmesinde güç sahipleri ya da daha çok söz sahibi ülkelerin bu düşünceyi halihazırda olduğu gibi bilgi ve hakikat egemenliğine dönüştürmemesi gerekir. Bugün Batı’nın dünyayı kendi imgesi ile algıladığı, bu imgenin evrenselliğine güvenerek her türlü öteki yaşamı silip süpürdüğünü görmemek için kör olmak gerekiyor. Bu durum Sokrates’in bilgelik sınamasını tersine çevirerek; “Bilmediğini bil ve benim doğrumu ve bilgimi koşulsuz kabul et” dolayımına dönüşmektedir. Doğrusu bilginin hakikat adına yaşamı kaldırması, pek çok felaketin habercisi olacak görünüyor.
Bugün felsefi olarak savaş söyleminin yapı söküme uğratılması ve bu hususun politika olarak somutlaşması; savaşan tarafların benimsediği metafiziklerin yarattığı değer ve ülkülerin yeniden gözden geçirilmesi; bu metafiziklerin ürettiği dilsel öğeler ve onların yarattığı sınırların yeniden gözden geçirilmesi ve yeni düşünsel alanlar yaratılması gerekiyor. Diğer taraftan pratik olarak savaş gerçeğine, insani ve ahlaki duyarlılığımızı harekete geçirerek karşı çıkmak gerekir. Savaş durumunda bile ahlaki sınırlar ile insani kaygılarımızı diri tutmak gerekiyor. Unutulmamalıdır ki, iyi ve kötü hayatımızda mevcut olgular olarak görünecek ama hayatımıza Ortadoğu’da olduğu gibi bir devletin yaptığı çirkinlikler girmemeli…