Milliyetçilik siyasal eylemi biçimlendirme yeteneği zayıf olduğu için, kendini tahkim etme yolunda yurttaşlık, yurtseverlik, popülizm, yabancı düşmanlığı, şovenizm, emperyalizm gibi kavramlara ihtiyaç duymuştur. Milliyetçilik, çıkışı itibarıyla laik bir ideoloji de olsa dinler ile karşılıklı etkileşim içine girmiştir. Bu işbirliği, çoğu zaman sentez ya da eklektizm olarak gerçekleşmiştir.
Milliyetçiliğin günümüzde esas gücü üç nedene dayanır. İlkin devletin nasıl tanımlanacağı hakkında devlet bürokratlarının oluşturduğu kurumlar bütününü oluşturmada işlev görür. İkinci olarak milleti coğrafi olarak sınırlanmış bir toprakta konumlandırma gücünü ve meşruiyetini hissettir. Üçüncü olarak devleti kendi topraklarında kural koyma tekeline sahip bir yetkeye büründürür. Bu hususiyetler, hâkimiyet hissi eşliğinde bazen birilerini devletin sahibi olarak gösterirken bazen de kurumların işleyişlerinde gizli ajanda etkisi üretebilir. Asıl sıkıntı çok kültürlülüğü ve çoğul kimlikleri nasıl üreteceği sorunudur. Nitekim küreselleşme dünyanın her tarafında milliyetçiliğin homojenleştirici yapısını çözerek düzen bozucu mikro milliyetçiliklere yol açmaktadır. Yaşanan bu zorunluluk milliyetçiliği açıklayacak yeni teorilere, yeni kurgulara yol açmaktadır.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında ideolojik ve aksiyoner milliyetçilik siyasi bir kart olarak sunulmuş olsa da tarihsel şartlarla Anadolu coğrafyası temelinde Türk Milliyetçiliğine dönüşmüştür. Topçu’nun düşünce dünyasında bile Anadolu, Türklüğün kendisini bir yurt kılmasıyla, Türklük de, Anadolu’nun kendisini bir millet kılmasıyla var olmuştur. Türk milliyetçiliği, toplumu oluşturan heterojen doku içinde yer alan farklılıkları aşarak onları bütünleştirebilme gücü olan ve ortak bir kültürel anlam dünyası yaratabilen bir ideye dönüşmüştür. Bu ide içinde millet fikri sosyal bir teori; dil ise milli ruhun cisimleşmiş hali olarak görülür. Söz konusu sosyal teori ile dilin yok oluşu da milletin ölümü olarak kabul edilmiştir.[1] Bu yüzden milliyetçilik sadece siyaset meselesi değil; bir kültür ve bir kimlik meselesi şeklinde ortaya konulmuştur. Bu durumu, milleti kadim bir geleneğe yaslayan mitlerin çok zamandan beri var oldukları ve milliyetçilere düşenin milli bilinci uzun süren bir uykudan uyandırmak olduğu düşüncesi şeklinde görmek mümkündür.[2]
Cumhuriyet, 1937 yılında milliyetçiliği, diğer ilkelerle birlikte CHP’nin altı okundan biri olarak resmi ideolojinin bileşenlerine eklemlemesiyle anayasal bir hüküm haline getirmiştir. Bu hükmün yer aldığı 1924 Anayasa’sının ardından 1961 ve 1982 Anayasaları da benzer içerikli maddelerle milliyetçilik anlayışını başta eğitim olmak üzere endoktrinasyon kanallarının tamamına özenle yerleştirmiştir. Ancak, Eriş’in ileri sürdüğü gibi, milliyetçiliğin en makbul versiyonu Kemalist resmi görüşe paralel giden yüzü olmuştur. Nitekim tek parti iktidarının yaşandığı 1944 yılında resmi ideolojiye aykırı bir milliyetçilik anlayışına sahip olan Nihal Atsız, Reha Oğuz Türkkan ve Alparslan Türkeş gibi isimler Türkçülük-Turancılık davasıyla yargılanmış ve mahkûm edilmiştir.[3]
Cumhuriyet deneyimimizde 1960’lardan itibaren milliyetçiliğin ister sağ ister sol gelenekten gelsin merkez siyaset içinde yer aldığı; merkez sağ gelenekte onun muhafazakârlıkla, sol gelenekte ise Kemalist ilkelerin ve bağımsızlıkçı söylemin yansıması şeklinde “ulusalcılık” ifadesiyle kendine yer bulduğu söylenebilir. 1980’li yıllarda ülkenin küresel ekonomiye katılımı, 2000’li yıllarda sosyal, ekonomik ve kültürel değişimin hızlanmasıyla milliyetçiliğin bu topraklarda etkisini yitireceğini düşünmenin gerçekçi olmadığı görülmüştür. Kaldı ki dünyanın değişik yerlerinde karşılaşılan örnekler, küreselleşme çağında da milliyetçiliğin yeni ve farklı biçimlerle insanlığın kaderinde yerini koruyacağına işaret etmektedir. Bu noktada daha gerçekçi beklenti, milliyetçiliğin daha barışçıl bir dille demokrasi ve hukuk devleti ilkeleri ekseninde insanların tekil düşünsel bedenler olarak her birinin kendi farklılığını koruyarak, karşılıklı, evrensel ve eksiksizce iletişime geçebilmesini nasıl sağlayacağı hususudur. Başka bir ifadeyle mesele çoğunluk oldukları için birilerinin başkaları adına karar verme sıkıntısına girmeden, seslerini duyuramayan kitlelerin varlığını kültürel mozaikte nasıl koruyacakları; birlikte yaşama ile dayanışmanın nasıl sağlanacağı olgusudur.
Günümüzde tekrar alevlenen “milletler ve halklar meselesinin” milliyetçiliğin ulus devlet forumunda belirginleşmesi aşamasında yaşanan muğlaklık ve müphemliklere dayandığı söylenebilir. Zira halkçılık, milliyetçiliğin hem resmi formunda hem de alternatif yorumlarında önemli bir yere sahiptir. Sözgelimi halkçılığı homojenleştirici işlevi ile Türk Milliyetçiliğinin mütemmim bir cüzü olarak yorumlayan Gökalpçi çizgi resmi düzlemde itibar görmüştür. 1920’li yılların başlarında millet kelimesinin yerine konulan söz konusu kavram, kimi zaman milletin “ön aşaması” kimi zaman ise “özü” olarak tarif edilmiştir. Nitekim Akçura’nın Türk Yurdu Dergisi’nde milliyetçilik ile köycülük fikrini beraber işlemesi, Gökalp’in “milli kültürün” yalnızca halkta mevcut olduğu fikri, o dönemde kavramsal sınırların esnek ve tamamlayıcı olduğuna işaret etmektedir. Aynı minvalde 8 Şubat 1923 tarihinde Mustafa Kemal’in Balıkesir nutkundaki ifadeler, milliyetçi/modernleşmeci yapının halkçılığa bakışının kucaklayıcı şekilde olduğunu gösterir. Ancak 1923-1930 yılları arasında ortaya çıkan değişimler, özellikle kırsalda yaşayan kitleler tarafından irili ufaklı direnişlerle karşılanmış ve bu doğrultuda halkçılık düşüncesi resmi ideolojiye dâhil edilerek kitlelerin sempatisi kazanılmak istenmiştir. Ancak yukarıda da işaret edildiği gibi merkez-çevre ilişkileri ekseninde yeni ulus-devletin seçkinleri milli kimliğin biricik kaynağını hem mağrur hem de mağdur olan “halk” olarak görmüştür. 1932 yılında Türk Ocakları’nın yerine kurulan Halkevleri yukarıda özetlenen bakış açısının ürünüdür. Ancak taşranın sınırlarının değişmeye başladığı ve toplumsal hareketliliğin arttığı 1960’lı ve 1970’li yıllarda halkçılık, sınıf çatışmalarının üstlerini örtmek için başvurulan bir yöntem mahiyetine bürünmüştür. Türkiye’de sol düşünce halkçılık fikrini milliyetçi söylemden uzaklaştırmak için daha çok anti-emperyalist çizgiyle sınırlı olarak değerlendirmiştir. Bu anlayışın oluşmasında 19. Yüzyılın son çeyreğinde Rusya’daki narodnik hareketlerin, Alman Völkish ideolojisinin ürettiği taşralılık-kentlilik anlayışı bir vasat olarak kullanılmıştır.[4] Resmi ideolojiyi inşa edenler o günkü nüfusun yüzde seksenini oluşturan köylüyü rejime alıştırma ve rejimle bütünleştirme amacına yönelik hamlelerde milliyetçilik ve halkçılığı ele ele giden araçlar olarak kullanırken; söz konusu hususların sosyal ve tarihsel konjonktürlerle birbirinden ayrılmaları ancak onları savunan ya da onlardan nemalanan insanların her iki kavramı araçsallaştırmasıyla açıklanabilir.
[1] Milliyetçilik hareketin gelişim kodlarına uygun şekilde 1930’lu yıllarda Dil Devrimi ve 1932 yılında toplanan I. Türk Tarihi Kongresi millet bilincinin uyanmasına hizmet eder.
[2] Hamit Emrah Beriş, “Milliyetçilik” Siyasi İdeolojiler, ed. Buğra Kalkan-Hasan Yücel Başdemir, Adres Yayınları-Ankara, 2017, s. 110.
[3] Hamit Emrah Beriş, “Milliyetçilik” s. 125.
[4] G. Gürkan Öztan, “Türk Milliyetçiliğinde Taşra Fetişizmi ve Toplumsal Cinsiyet”, Doğu Batı, sayı 38, 2006, s. 78-83.