Süleyman Çelebi’nin Vesîletü’n-Necât’ında kullanılan temsillerin bir perspektif ya da bilinç durumu inşa etse de, onların asıl hedefinin insan varoluşunu dönüştürmek, insanda şahsiyet oluşturmak, yani insanı harekete geçirmek olduğu açıktır. Bilgisi varoluşla iç içe geçmemiş, tabiri caizse etle tırnak gibi olmamış bir bireyin varlığının eğreti olacağı gerçeği ekseninde, bilginin ancak daha iyi bir kişi olma amacını gerçekleştirmek için -kullanılması gereken- bir araç olduğunu ve insanın bildiği ya da içtenlikle kavradığı şeyle ne yapacağının daha önemli olduğunu düşünebiliriz. Bu noktada varoluşun hem düşünülebilen hem de yaşanan bir özellikte oluşu, içsel ve dışsal bir söylem olmaksızın sahici bir şahsiyete sahip olmayacağımız gerçeğini haykırır. Bu çerçevede Vesîletü’n-Necât’ın yukarıdaki ifadeleri, ahlâkî-varoluşsal yaşama ilişkin daima tekrarlanan bir alıştırma konumundadır. Bu alıştırmada Hz. Peygamberin manevi hüviyeti anlamına gelen Mustafa’nın nûru, Hz. Âdem’den başlayıp bütün peygamberlerde tecelli eden ve en son kendisinde gerçek sahibini bulan bir varoluş tecellisidir. Bu varoluşsal tecellide insan kâinatı kapalı bir perde olarak değil; Tanrı’nın Yüceliğini yansıtan bir nur aynası olarak görülür. Aynada görülenler fiilî hayatı ilgilendiren pratik uygulamalarla tahkim edildiğinde bir inşaya, insanın kendisinden hareketle Mutlak’a doğru kendisini açma hareketine dönüşür. Nitekim şahsiyetin deneyimlerle mütemadiyen yıkılıp yeniden yapıldığını hatırladığımızda, varlığımıza nüfuz edip; bizi sarıp sarmalayan bu tekrarın şahsiyeti dönüştüreceği umulur.
Hem vesîle olduğıyçün ol Rasûl
Âdem’in Hak tövbesin kıldı kabul
Ger Muhammed gelmeseydi âleme
Tâc-ı izzet irmez idi Âdem’e
Nûh anınçün garkdan buldu necât
Dahi doğmadan göründü mu’cizât
Cümle anın dostluğına adına
Bunca izzet kıldı Hak ecdadına
Ceddi olduğıyçün anın hem Halîl
Nârı cennet kıldı ana Ol Celîl
Hem dahi Mûsâ elindeki asâ
Oldu anın hürmetine ejdehâ
Ölmeyüp Îsâ göğe bulduğı yol
Ümmetinden olmak içün idi ol
Gerçi kim bunlar dahi mürseldürür
Lîk Ahmed ekmel ü efdaldurur
Çok temennî kıldılar Hak’dan bular
Kim Muhammed ümmetinden olalar
Şer‘ini dut ümmeti ol ümmeti
Tâ nasîb ola sana Hak rahmeti
Vesîletü’n-Necât’ın “Faslun fî Hilkati Nûrı’n-Nebî Kable Külli Şey” kısmında aktarılan peygamberlere dair hadiseler, insanın kopup geldiği ya da aşama aşama tezahür eden hakikati temsil eder. Varoluşun tezahüründeki bu büyük hadiseler, hakikatin, yani insan-ı kâmilin ortaya çıkışının haberi olarak okunabilir. Nitekim Hz. Âdemin tövbesinin kabulü, Hz. Nuh’un tufandan kurtuluşu, Hz. Musa’nın âsâ’sının ejderhaya dönüşmesi, Hz. İsa’nın göğe yükselmesi, insanların Hz. Peygamberin ümmetinden olmaları söz konusu hakikatin zuhuru ve rahmetini yansıtır. Hatta nur hakikatinin Hz. Âdemden Hz. Peygambere kadar teselsülü, varoluş çağrısının kendi asli yurduna avdeti olarak yorumlanabilir. Çelebi’nin ifade ettiği bu inanma tutumunda, hem neye inanıldığının hem de nasıl inanıldığının önem taşımakta olduğu düşünülebilir. Metindeki mezkûr temsillere inanmanın “Neye inanıyorsun?” bağlamında sorunun sorulduğu kişiden bilgi isteyeceğini akla getirebiliriz. Açıkçası metafiziksel bir yaklaşımı yansıtan bu durumda acaba bir bilgiye, bir kavrama, bir tasavvura inanmam söz konusu olabilir mi ya da imanın özü ile bağdaşır mı? diye sorabiliriz. Hatırlanacağı üzere neye inandığım sorusu imanı kendi dışımda çözümlemeye çalışırken, nasıl inandığım sorusu ise inanma olayını benim kendi varoluşum içinde anlamaya çalışır, bu hususu şahsiyet sorunu hâline getirir. Sahih ve samimi inanma tutumunda nasıl inanmalıyım sorusunun neye inanmalıyım sorusunu öncelediğini, imanı bir bilgi konusu olarak görmeyip, onu ancak bir sevgi konusu olarak gördüğümüzde, esasen onu kendi doğasına uygun bir yörüngeye oturtmuş olabileceğimizi düşünebiliriz. Anadolu topraklarında Hz. Peygamberin yüzyıllardır bu denli sevilmesinin Vesîletü’n-Necât’taki gibi ilhamlarla, sahih ve samimi yönelimlerle gerçekleştiği söylenebilir. Bu noktada varolmanın anlamının dinsel duygunun yaşamasıyla orantılı olduğunu hatırladığımızda; varolmanın dinsel anlamını unutan kişinin esasen insan olarak varolmanın anlamını unuttuğunu da varsayabiliriz.
Hak Teâlâ çün yaratdı Âdem’i
Kıldı Âdem’le müzeyyen âlemi
Âdem’e kıldı feriştehler sücûd
Hem ana çok kıldı ol lutf ıssı cûd
…….
Geldi çün ol rahmeten li’l-âlemin
Vardı nûr anda karâr itdi hemîn
Tut kulak evsâfına ey yâr-ı dîn
Bilesin kimdir o Fahru’l-mürselîn
Vesîletü’n-Necât’ın “Faslun fî Teselsüli İntikâli Nûri’n-Nebî Aleyhi Ekmeli’t Tahiyyât” kısmında ifade edilen tüm dizeler Nur’un Hz. Âdem’den, Havva annemize, Hz. Şit aleyhi-s selamdan Hz. İbrahim ve Hz. İsmail aleyhi-s selama ve kendisine kadar gelen yolcuğunu anlatır. İnsan-ı kâmil anlayışının gelişim sürecinde önemli aşamaları ifade eden bu temsilin, Allah’ın birliğinden başlayarak, dinlerin köken birliği, insanların ve insanlığın birliği, üzerinde anlaşılacak kavramların kök birliği, insanların aşması gereken ortak problemlerin birliğine kadar geniş bir yelpazeyi; akla gelebilecek tüm alanlardaki birliği ifade etiğini düşünebiliriz. Yaratılış düzeninin koruyucusu, destekçisi ya da tüm değerlerin kaynağı olarak teselsül eden nur metaforu, içerdiği tüm vurgularda bir şekilde ve değişen derecelerde kâinattaki çokluğu birliğin içine toplamak veya başka bir deyişle çevreyi merkezde birleştirmek ister. Nitekim bu bilinç, Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e kadar farklı zaman ve mekânlarda, farklı toplumlara, hayatlarını düzenlemek için farklı dillerde belirli kurallar gönderildiğini bilmeyi ve onaylamayı içerir. Bu onayın gereği olarak bütün kültürler, bütün medeniyetler veya bütün tarih, “La ilahe illallah, Muhammed-ür Resulullah” cümlesinde özetlenebilir. Bu cümle, “hakikat”in “bir” ve “evrensel” oluşunun somut göstergesi olduğu için; varoluştaki bu birliğin unutulması ya da göz ardı edilmesi, öncelikle insan ya da kâinatın bir varoluş biçimi olarak Allah’tan ayrı kabul edilmesine; sonra herhangi bir şeyin diğer bir şey ile ilişkisinin olmayışına, kurulamayışına ve nihayetinde birliğe ulaşacak mahiyetin ortadan kalkmasına delalet eder. Varoluşsal ve aynı zamanda ahlaki bir duruma işaret eden bu birlik, bütünleşmiş insan şahsiyeti ile varoluştaki bütün olumlu parçaların birleştirilmesiyle meydana gelen ahenk demektir.
Âmine hâtun Muhammed ânesi
Ol sadefden doğdu ol dür dânesi
Çünki Abdullah’dan oldu hâmile
Vakt irişdi hafta vü eyyâm ile
…………….
Geldi bir akkuş kanadıyla revân
Arkamı sığadı kuvvetle hemân
Doğdu ol sâatde ol Sultân-ı dîn
Nûra gark oldu semâvât ü zemîn
Vesîletü’n-Necât’ın Velâdet kısmı, kābe kavseyn ev ednâ makamının sahibi, Allah hakkındaki en sahih bilgiye ulaşan Hz. Peygamberin doğumu ekseninde “insan-ı kâmil” yolculuğu temsil edilir. Tasavvufta sülûk dairesi olarak düşünülen bu yolculuk, varlıkta “ilke” oluşu ile en mükemmel örnek oluşunu Hz. Peygamber’de bulur. Varlık dairesi diye adlandırılan söz konusu yolculuğun ruhlar âleminde başladığı, mevlit ile şehadet âlemi olan dünyada yeni bir sayfa açıldığı bildirilir. Hz. Peygamber’in varlığı artık rahmetin tümüyle ifşası, hakikate giden yolların onun izini takip edenden başkası için kapandığının ilanı hükmünde veladet, Hz Peygamberin yaşamının her anının, her işindeki hikmetler ile hakikatlerin bilinmesi ve hayatının örnek alınması ifade eder. Çelebi’ye göre bu hususlar nihai gayeye hizmet ettikleri için bilinmeye ve anlatılmaya en layık bilgilerdir. Nitekim Hz. Peygamber’in hal ve yaşantısındaki örnekliği ahlaki bir şahsiyetin oluşması için zemin sağlar. Bu zemine “ittiba” ise, rahmet ve merhametin yeryüzünde en mükemmel belirişine şahitlik manasına gelir.
Yaradılmış cümle oldu şâdman
Gam gidüp âlem yeniden buldu cân
Cümle zerrât-ı cihân idüp nidâ
Çağrışuben didiler kim merhabâ
Merhabâ ey âlî Sultan merhabâ
Merhabâ ey kân-ı irfân merhabâ
………
Tıfl iken ol diler idi ümmetin
Sen kocaldın terk idersin sünnetin
Ümmetim didi sana çün Mustafâ
Vir salavât sen de ana bul safâ
Veladet’teki en canlı en duygulu, “Merhaba” dizeleri ise, tüm insanlar için kemâlde bir ölçü ve ilke olan Peygambere bağlanmayı, onun örnekliğini muştularla kabul etmeyi seslendirir. Ayrıca bu dizeler “rahmeten lil alemin” ve “şefîu’l-müznibîn”in zatında ahlaki güzellikleri kemale erdirdiğine, öz-rehberliğine ve öz-aydınlanmasına kavuştuğunu ilan eder. Yaratılmışların Sultanı, kâinatta yüce bir mefkûreye hizmet edecek güçlere sahip olarak; kendi zatında tüm insanları farklı ve ferdi bir varoluşa, bir şahsiyete; hareket ettirmeye sevk eder. Açıkçası bu aşamada kelimenin gerçek anlamı içinde Hz. Peygamber, varoluşun dinamik doğası, ümitleri ve korkuları, arzuları ve tutkuları, aşkı ve istekliliği, müthiş hayal gücü ve yaratıcı potansiyeli, mücadele ve zorluk aşkı, benzersiz bir kişilik inşa etmekteki kapasitesi ve olayların gidişatını değiştirecek bir konuma sahip oluşuyla, yani nuruyla ve gül cemaliyle âlemi ruşen etmiştir.