Prof. Dr. Necmettin Tozlu
Kovid-19 vakalarındaki üçüncü dalga artışları sebebiyle kültürel etkinliklerin yasaklandığı Pakistan’da, Muhammed İkbal 83. ölüm yıl dönümünde hayatı, televizyonlardan yürütülen yayınlar aracılığıyla aktarılıyor. Prof. Dr. Necmettin Tozlu, Türkiye’nin kurtuluş savaşı ve milli mücadelesine büyük katkı sunan, dost ve kardeş ülke Pakistan’ın milli şairi “Muhammed İkbal” dosyasını hazırladı.
İşte Prof. Dr. Necmettin Tozlu’nun kaleminden Muhammet İkbal Dosyası…
M. İkbal (1876-1938) çağımızın en önemli düşünürlerinden biri. Şair, filozof, mütefekkir, arif ıslahatçı ve eylem adamı.
Çok boyutlu bir filozof-düşünür. Doğu’ya, Batı’ya derinliğine vakıf ender bir şahsiyet. O, bu dünyaların mirasını iyi değerlendirmiş, değil sadece kendi ülkesinin yahut İslam dünyasının tüm insanlığın sosyal, politik, kültürel ve terbiyevi problemleri üzerine düşünmüş, böyle bir eylemi insanlığın bütün değer alanlarını, felsefeden dine dikkate alarak gerçekleştirmiştir.
Temelde insanlığı kardeş görmüştür. Ama sömürgeciliğin amansız bir düşmanıdır. Şiirini, düşüncelerini bu yolda etkili bir şekilde kullanmıştır.
Batı’da eğitim görmüş olmasına rağmen, değerlerini asla ihmal etmemiş, hatta onlardan hiçbir şey kaybetmemiştir. İkbal, Doğu’nun ve Batı’nın yeniden keşfini ister. İnsanlığın kurtuluşunu dini bir anlayışta görür. Bu katı, dar ve sert kalıplar içerisinden kurtulmuş bir İslâm olabilir (Şerif, 1990, 402-408).
İkbal, kâinata bütüncül bir anlayıştan bakar. Aklın, sezginin ve duygunun aynı gerçeği kavramaya yönelik yollar olduğunu vurgular. Determinizmi reddeder. Bunun, hürriyeti yaratıcılığı ve sonsuzluğu sınırlayacağını düşünür.
O’nun eğitim felsefesi güçlü, hayati ve canlıdır. Ferdiyeti (Benliği-Ego) inşaya yöneliktir. Kökleri “ego”ya gömülüdür. Bu, aynı zamanda ideal bir sosyal düzeni kurmayı da amaçlar. Haliyle tüm bunlar eğitim felsefesiyle içiçedir. Felsefenin temelleri kısaca “Ego”, egoyu yapan güçler, yani ruh, insan, Allah, fert ve toplumdur.
Bu yüzden fert-toplum ilişkisi hayli önemlidir. Dolayısıyla onun eğitim felsefesi sözkonusu belirleyiciler bağlamında ele alınacaktır.
İkbal’in pek çok yönü üzerinde durulmuş, etraflıca anlatılmıştır. Ancak eğitim felsefeciliği üzerinde yeteri kadar durulduğu söylenemez.
Saiyidain ilk defa İkbal’in eğitim felsefesini yazar (K. G. Saiyidain, İgbal’s Education Philosophy, Lahor, 1960) Eser, ilk defa 1938’de İkbal’in ölümünden önce yazılır. Özeti filozofa taktim edilince, İkbal bu çalışmayı yeterli bulur. O günden sonra eser defalarca basılır.
Ülkemizde her nasılsa dikkat çekmez. Bilindiği gibi, eser tarafımdan Türkçe’ye kazandırılır (N. Tozlu, İkbal’in Eğitim Felsefesi, Ankara Okulu Yayınları, Ankara, 2003, Çeviriye Lahor, 1992 İngilizce baskı esas alınmıştır).
Çeviriden önce eseri yüksek lisans derslerinde (Büyük Eğitimcilerin Sistemleri) kaynak olarak kullandım. Hatta eğitim felsefesi açısından eserin bir de tahlilini yaptım (N. Tozlu, “İkbal’in Eğitim Felsefesi”, Felsefesi Dünyası, S. 16, Yaz, Ankara, 1995, ss. 21-40).
İkbal, çeşitli yönleriyle çok farklı çalışmalara konu edilmiştir. Ama yetiştiriciliği, eğitim felsefeciliği her nasılsa ifade edildiği üzere ihmal edilmiştir.
Hâlbuki herhangi bir düşünürün en önemli yönüdür yetiştiriciliği.
Çünkü çoğu düşünür ve filozof insan yetiştirmeyi hayli önemser. Eğitimcilerin baş meselesi de insan yetiştirme değil mi? Yani gerçek insanı, güzel insanı. İkbal’in de asıl amacı budur: Güzel insanı, yani insan-ı kâmili yetiştirmek. Dahası, mevcut insanı, insan-ı kâmile ulaştırmak, dönüştürmek.
Bununla da Müslüman toplumlardan başlayarak dünyayı dönüştürmek. Bu yüzden bana göre filozofumuzun en önemli yönü eğitim felsefeciliğidir. En çok üzerinde durulması lazım gelen bu yönü olması gerekirken, görmezlikten gelinir.
Yahut dikkate alınmaz. Dolayısıyla yazar bu açıdan da farklı çalışmalara konu edilmelidir. Çünkü dünyamıza, çağımıza, öncelikle Müslüman dünyaya ışık tutacağı, yol göstereceği, hayati mesajlar vereceği kesin.
Her düşünür, yazar inandıklarının, yazıp-söylediklerinin hayata intikalini, benimsenmesini, uygulanmasını ister. Bu yüzden belki de teklif sahibi olmak yazarlığın başlıca amacıdır denilebilir.
İkbal’in de asıl amacı budur. Yetiştiriciliği, eğitim felsefeciliği de buradan ileri gelir. Önce insan yetiştirilecek, sonra toplum ve sistem yenilenecektir. Böyle bir ideal, doğrudan eğitimciliğe, eğitim felsefeciliğine çıkar.
Eğitim felsefecisi yaptığını bilen, yetiştirme işini bütün boyutlarıyla tahlil edip temellendirebilen, çağı anlayıp mânalandırabilen, açık-kapalı etkileri yorumları çözümleyip sentezleyebilen, topluma uygun, onu bozmadan geliştirebilen, böyle bir yetiştirme sistemine vücut verebilen bir düşünür-eğitimcidir.
Tabiî bütün bunların yapılabilmesi onun kendine has, özgün bir felsefeye sahip olmasıyla mümkündür. Bu felsefe insan, tabiat ve yaratıcı üzerine sistemli bakış açılarına, bu temelde izahlara, yorumlara imkân verebilecek güç ve derinlikte olmalı. Şimdi kısaca onun sistemini ele alabiliriz. Tabiî önce amacı. Yani ne yapmak istiyor?
İkbal, felsefeyi sırf felsefe yapmak için yapmaz. O, çok önemli, hayatî bir meseleye karşılıktır. Onun anlaşılır kılınmasına, ortaya konulup, çözümüne yöneliktir.
Felsefesine dayalı terbiyeciliği de böyle bir anlayıştan kaynaklanır. Girişte kısaca yapılan tahlil, bu doğrultuda pek çok belirleyiciye işaret eder. O, her şeyden önce içerisinde yaşanılan çağı, öncelikle Müslümanların durumunu sıkı bir sorgulamadan geçirir.
Müslüman dünya uykuda. Ne kendisinden, ne değerlerinden ne de yaşadığı çağdan haberdar. Derin bir çöküşü, bunalımı yaşamakta. İkbal, böyle bir duruma çok üzülür.
Ama onu daha çok üzen asıl mesele, çağlar boyu üstün şahsiyetler, çok önemli düşünürler, bilim adamları yetiştiren, medeniyetler kuran bu dünyanın, Müslümanların böyle bir durumu kabullenmiş olmalarıdır. Ve hallerini, durumlarını değiştirme yolunda çaba sarf etmemeleri, enerjilerini bu yolda kullanmamaları, eyleme geçmemelidir.
İkbal, filozofluğunun bütün derinliğini düşüşün sebeplerini tahlilde ortaya kor. Ona göre başka sebepler yanında ikinci ve en önemli sebeplerden biri de çağı anlayamama yanında, Müslümanların kendilerini, yani İslâmî öğretiyi de bilmemeleri, derinliğine kavrayamamalarıdır.
Bu dünyada fikrî, entellektüel bir durgunluk, yetersizlik hüküm sürüyor.
O, bilâhere İslam dünyasının yeniden güçlenişinin, ayağa kalkışının nasılını, niçinini irdeler, günyüzüne çıkarır, gündeme oturtur. İşin tarihî arka planı, çağdaş sebepleri yenilenmenin, dirilişin sosyal, siyasi, dini, fikri ve medeni yönleri bu irdelemenin belli başlı boyutlarını oluşturur. Filozof, bu konularda dikkate değer ciddi projeler sunar.
İkbal, olupbitenin ve yeniden dirilişin bütünüyle şuurundadır. Tüm bu projelerin, ıslâhın, kurumsal yapılanmaların vs. kökeninde insanın yattığını bilir. Öyleyse insanı uyandırmak, donatımını sağlamak, eyleme hazırlamak tüm hedeflere ulaşmanın ilk ve tek şartıdır.
Bu ilk ve tek şart her şeye tekaddüm eder. Ve ne derece sağlanırsa, başarıya o derece ulaşılabilir. Bu yüzden İkbal, önce insanı ele alır. Felsefesi “benlik”i inşaya yöneliktir. Yani kâmil insanı yetiştirmeye. Bütün bunları çok önemli gördüğü ideallerine ulaşmada halledilmesi gereken temel meseleler olarak alırken, yaptığı izahlarla, kucaklayıcı tahlillerle günümüze ışık tutar.
Bu mânada egoyu, fert-toplum ilişkisini, ideal bir sosyal düzen fikrini ve inşacı ve icatçı bir eğitim sistemini hakimane bir tarzda ortaya korken, almamız gereken nice dersler de verir. Şu halde tüm bunları, onun felsefesinden başlayarak ele alabiliriz.
İkbâl’in felsefesi “Ego” üzerine temellendirilir. Şüphesiz “Ego”, Kur’an ve İslâm anlayışına göre oluşturulur. O’nda İslâmî olan, aynı zamanda insanî olandır. Bu yüzden bu felsefe doğrudan evrensele açılır.
Benlik sadece bir et ve kemik yığını değildir. Onun iç derinliği, ruhî-bedenî yapılanımı üstün bir birliktelik oluşturur. Zaman ve mekân benliğin temel boyutları olmasına rağmen, geçmiş-gelecek ve an onda üstlenmiştir. “Gerçek zaman süreci ancak ve ancak benliğe bağlıdır” (İkbâl, 139).
İkbâl’e göre Gazâlî ve İslâm ilâhiyat ekolü “Ego”yu yanlış anlamışlardır. “Ego”, bu anlayışta ifade edildiği gibi, zamandan, mekândan uzak, bunlardan etkilenmeyen sade, bölünmez ve değişmez bir cevher değildir. Şuurlu tecrübelerin tam bir birlik oluşundan hareketle bölünmezliğe, buradan da benliğin zamandan uzak oluşuna, değişmezliğine ve cevher olarak kabulüne ulaşma her zaman tartışma götürür.
Dahası, bu şuurlu tecrübeleri ruhun özü, bu özün karakterleri olarak görmekte güçtür. Bütün bu tenkitlerden sonra İkbâl, tecrübeleri herhangi bir şeyi vurgulayan, kanıtlayan fiiller olarak görür.
Şuurlu tecrübelerin açıklanmasıyla benliğe ulaşılabileceği hususunu, düşünürümüz açık tutar. Ve bu tür çalışmaları W. James’ten başlayarak tahlil eder. Bunları yeterli görmez. Daha sonra felsefenin ezeli problemlerinden ruh-beden ilişkisine geçer. Değişik çözümlemeleri ele alır. Bunları tatmin edici bulmaz. İkbâl’in ruh beden ilişkisine ait görüşü felsefî derin analizleri içerir. Bunların tahlili konumuzun dışında kalır. Bu yüzden sadece O’nun ruh ve bedenin fiilde birleştiği”, hareketlerimizin bedene ve zihne ait olanını herhangi bir ara çizgiyle ayırmanın imkânsızlığını vurgulayan görüşünü ifadeyle yetineceğim.
Bu anlayış, bu farklılığın ortadan kaldırılamayacağını, ancak birbirine yaklaştırılabileceği gerçeğini de içerir. İkbâl ruh-beden çözümlemesinden hareketle zerreden arşa her varlığın “Ego” sahibi olduğu görüşünü benimser. Ancak kemâline insanda ulaşır.
Ego, esasta varlığa karakterini kazandıran bir iç güç, derunî bir kuvvettir. Schimmel, İkbâl’in bu anlayışı muhtemelen eski Hind felsefesinden aldığını düşünür. “Atman” Hint mistisizminde en önemli rolü oynayan bir kuvvettir. Batı dillerine soul (can), bazen de I(ben) diye tercüme edilen “Atman”, ‘Upanişadlar’da her şeyin iç kuvveti, hakiki varlığıdır. Atmanını doğru çalıştıran insan güneş, ay ve yıldızların ışığına ihtiyaç duymadan, onun nuriyle yolunu tayin eder. İnsan onunla değer kazanır, takdir edilir.
Ancak İkbâl’in “Ego” anlayışı yine de bu eski Hint mistisizmindeki Atman-Brahma görüşünden farklıdır (İkbâl1958;xxıv). Çünkü İkbâl, benlik çözümlemesinde esas itibariyle Kur’an’a dayanır. “Sana ruhtan sorarlar. De ki, “Ruh Rabbim’in emrindendir,” size ondan az bir bilgiden başka bir şey de verilmemiştir” (Kur’an, 17/85).
Burada İkbâl “emir” kelimesine dikkat çeker. Kur’ân’î anlamda “halk” kelimesiyle “emir”i birlikte ele alır. Yaradılış ve yönlendirme (emir/direktif ) ruhun esas fonksiyonudur. Ruh, sevk ve idare etmektedir. Çünkü asıl sevk ve idare eden Zât-ı İlâhî’dir. Ruhta bu kudretten alır yönlendiricilik vasfını.
Böylece İkbâl gerçek kişiliğin bir “şey” değil, bir fiil, amel olduğuna ulaşır. Sürekli olan, hareket eden, etkide bulunan, irade eden, bir amaca yönelen bir faaliyet. Benlik bir gelişme, açılma durumundadır. O, sürekli bir gerginlik içerisindedir. Sanki bir meydandadır. Karşılıklı saldırı ve etkileşimlerin olduğu bir meydan. Benlik bu arenada kendini oluşturur; geliştirir ve şekillendirir. Sanki N. Fazıl’ın;
“Düştüm büyük meydana, uçtu fildişi kulem,
Milyonlarca ayağın altında kaldı kellem.”
Mısralarındaki büyük mücadele, çarpışma, faaliyet, hayret ve şaşkınlık benliğin kaderidir. Her ne kadar ayette (Kur’an, 23/12-14) benliğin ortaya çıkışı bir fizîki olgu olarak alınırsa da, bu onun temelidir.
Benlik sadece et ve kemik yığını değildir. Onun kuruluş ve gelişiminde etkili olan, bu fizîkî beden üzerine gelişen benliklerdir. Benlik katmanlarıdır. Fizîkî yapı hissi bir yapılanımdır. Ağırlık ruhta, derunileşmededir. Öyle ki bu mücadelede dünya hayatı egonun kemâle ulaştığı bir oluşumu ifade eder.
Ölüm bile bu inkişafın bir başka anlamda yeniden başlamasıdır. Çünkü ölüm İkbâl’de egonun, ruhun daha kuvvetli bir tahakkukudur (İkbâl, 1958, s.182). Ona göre mümin daimi bir hasret içredir. Ölüm toprak şekli kırar ve insanı Allah’a daha çok yaklaştırır. Gazâlî, ‘aşk artınca ölüm isteği de artar’(Gazâli, 1974, s.284) der. Mevlâna, ölümü eski bir evin yıkılıp, yeni bir sarayın yapılması olarak görür.
O bir vuslattır ama önemli olan bunu böylece bilmek ve bu yolda hazırlanmaktır. “Herkesin ölümü kendisiyle aynı renktendir; düşmanın ölümü düşman, dost için dosttur… Ölümünden korkup kaçtığın taraf kendinden korkup kaçtığındandır. Ey canım! Akıllı ol. O senin kötü yüzündür, ölümün gül yanağı değil” (Mevlâna, 1965;Beyit:3439).
Ölüm ve hayat birbirine açılan kapılardır. Dışı ölüm ama içi bu görünüşünden çok değişik ve farklıdır.
Bu hayati mücadele, faaliyet, felâket ve her tür fiil egonun gelişmesine vesiledir. Ama egonun ilk ciddî sınavı ölümdür. Hiçbir engel egoyu yokluğa götüremez. Eninde-sonunda aşılır.
Bu yolda ilk sınav ölümdür. Ölüm, egoya kendi fiil ve hareketini düzenleme imkânı verir. Bu, egonun hazırlığını, mesuliyetini, sürekli tetikte oluşunu sağlar.
Ve en temel besleyici, koruyucu hareket de benliğe saygıdır. Bu hem kendimiz hem de başkaları için değişmez bir prensiptir. Şüphesiz bu halle dolmak tam bir nefis terbiyesi almayı gerektirir. Bu terbiye daha ziyade içseldir. Ego, bu en güç engelle böyle bir seviye kazanabilir.
İkbâl, böyle bir olgunluk kazanan egoların, “evrensel imha” da bile yok olmayacakları kanaatindedir. Bunu, “Sûra üfürülecek ve bundan sonra Allah’ın takdir ettiklerinin dışında göklerde kim varsa, yeryüzünde kim varsa, hepsi düşüp ölecektir”(- Kur’an, 39/68) ayetine dayandırır.
Böylece egonun zamandaki fanîliği bir talihsizlik değil, sonsuza ulaşma yolunda bir fırsattır. Gayret ve faaliyettir. Kendini yapmadır. Dahası, “Andolsun ki, O, onları cemiyet olarakta saymış, fertler olarak ta saymıştır. Her biri kıyamet günü O’na yalnız başına gelecektir” (Kur’an, 36/32:53) ayeti hükmünce fâni, geçici egonun sonsuz benlik önünde kendi kişiliğiyle varolacağı, huzura kabul edileceği gerçeğini haykırır. Böylece insan eninde-sonunda benliğini kaybetmeyecektir.
Faaliyeti, mesuliyeti ölçüsünde, nefsini kontrolü ölçüsünde Nihaî Ego’nun hayat ve hürriyetini paylaşacaktır.
Buradan aynı zamanda İkbâl, benliğin “tekliğini”, yalnızlığını da vurgular. Benlik, bu anlamda sanki bir kapalı “ben”dir. Zevkleri, iştiyakları, duyguları, ıstıraplarıyla o bir kendindelik ifade eder.
Başkasına ait olmama, kendinde varolma, kendi olma benliğin tekliğini, yalnızlığını ifade eder. Tecrübe benliğe aittir. Bir insan veya yeri tanımak için başka bir benliğin geçmiş tecrübesine değil, geçmişteki kendi tecrübeme başvurmalıyım.
Nefsi durumların işte bu “EŞSİZ ve EMSALSİZ” birbirine olan bağlılığıdır ki, “Ben” kelimesiyle ifade edilir. Sadece ben diyebilecek şey gerçekten varolur (Tozlu, 1995; 21).
Istırabım benim. Çektiğim sıkıntı, bunalımım benim. Zevklerim, derinden doygunluğum benim. Tereddütlerim benim. Bunları duyan, yaşayan, çeken benim. Başkası değil.
Başkası, dışımdaki sadece bana acıyabilir, övgüler yağdırabilir, üzülebilir, teselli de edebilir ama benim yerime duyamaz. Zevki, ağrıyı, çektiklerimi ben duyarım. Bu yüzden büyük şair ve düşünür Necip Fazıl, ‘bütün insanlar bir anda ölse, herkes tek tek, kendi başına ölür” diyerek bu gerçeği dile getirir.
İkbâl’i, felsefesini anlamaya çalışırken “Sonsuzluk fikrini, sonsuz yolculuk” temasını gözden uzak tutmamak gerekir. Bu düşünce onun felsefesinin bir diğer önemli temelidir.
Bilgi, marifet, güzellik ve benzeri hususlar, farklı imkânlar, bütün bunların çokluğu, Allah’ta varolduğu, hayata ve tüm insanlara farklı farklı tecelli ettiği, bunların sonsuzca tecellisi, bitmeyeceği bir gerçektir.
Gelişme, daha yükseklere ulaşma, derunîleşme de tüm bu imkânlar dâhilinde düşünülür. Böylece sonsuz yolculuk fikri bunların temelini teşkil eder.
İkbâl’in benlik anlayışı ve çözümlemesi din ve hayat anlayışından ayrılamaz. İnsanı esir eden, köle konumuna düşüren tüm anlayışlar, karşısında onu bulur.
Din insanı uyutuyor, felâketler karşısında sessizce teslimiyeti öğretiyorsa, bu gerçek din olamaz. “Vay o dine ki seni uyutuyor, seni derin uykularda bırakıyor;
Bu sihir ve efsun mudur? Afyon hapı mıdır? Din midir?”
Kalıplaşmış, katılaşmış, insanı ezen bir din anlayışı İkbâl tarafından reddedilir. Nasıl N. Fazıl dini böyle bir sınırlamayla nefsine uyduran tipe “kaba softa ham yobaz” diyorsa, İkbâl de “sofi ve molla olarak vasıflandırır”. Sofi ve mollanın dinî anlayışları, tevilleri (şahsi yorumları) Allah’ı, Cibril’i ve Muhammed Mustafa (s.a.v).’yı hayretler içerisinde bıraktı” der. Bir beyitinde de:
“Hak dini kâfirlikten daha bednam oldu, çünkü molla kâfir yapan bir mümindir” tespitini yapar.
Ona göre din sadece bir kaideler sistemi değildir. Esas olan hakikatle temasa geçebilmektir. Dinin baş ve sonu bu yayı tamamlamaya dönüktür. İnsanın dinî hayatı iman, bağlılık ve tefekkürle keşfe ulaşma mertebelerinden ibarettir (İkbâl, 1958;xx). Bütün mesele bu yüce buyruğun özüne ulaşmaktır. İkbâl, çabalarımızın, anlayışımızın bu yönde olmasını ister.
Din Kur’an’ın yaşanmasıdır. Onun tefekkür ve aksiyonudur. Bunu İkbâl pek anlamlı ve derin bir anlayışla ifadelendirir: Şeref un-Nisa rivayete göre her sabah sarayın taraçasında, yanında bir kılıç bulunduğu halde Kur’an okurmuş. Annesinden mezarına yalnız bir Kur’an ve bir de kılıç konmasını rica etmiş. Mezarı Lahor’da bulunmaktadır (İkbâl, 1958;284).
Hayat iki kutupludur. Bu onun sürekliliğini, dinamizmini ve gelişimini sağlar. Tıpkı elektrik cereyanının eksi ve artı kutupları arasında oluşması gibi. Bu, insan için de geçerlidir. İlâhi Varlık’ta da aynı oluşum gözlenir. Celâl-Cemal sıfatları.
Gizli-açık yanları; kahır ve lütuf göstermesi v.s. Bazı din ve felsefeler de bu temel üzerine oturur. Eski Çin dini hadiselerin, varlığın Ying ve Yang prensipleri arasındaki gerginlikten ileri geldiğini vurgular.
İkbâl de hayatı sürekli gelişen, daha mükemmele doğru akan bir oluş olarak görür. Bu gelişme, değişme ve mükemmele doğru akış, tüm varlığı kucaklar. Bu oluşumun anlaşılması ilmî yollarla, usûllerle mümkün değildir.
Bu ancak sezgi yoluyla bir anda kavranabilir. Bu âni kavrayışta ebedi hakikat duyulur ve ona iştirak edilir. Böyle bir derinlik, duyularla, bunlara dayalı yüzeysel bir şuurla anlaşılamaz.
Öyleyse, biz bu duyular âlemini aşmak, hayatın ve âlemin her an yaratıcısıyla irtibat kurmak suretiyle varlığa bir anlam verebiliriz.
Bu anlayışla İkbâl Batı düşüncesinin dayandığı bazı filozofları (özellikle vitalistlerden H. Bergson, R. Eucken, F. Nietzche v.s. gibi) tenkid ve tahlil ederek yararlandığı gibi, İslâmî düşünceyi de aynı şekilde tenkide tâbi tutar. Ona göre “yarasız yaşamak, yaşamamaktır; ayağın altında ateş bulunurken yaşamak lâzımdır.” Yoksa hayat tatlı bir son ve huzur değildir.
Bütün bunlara İkbâl hayli önem verir. Ancak “Ego”nun gelişimine derinden etki eden veya onu engelleyen başka hususlara da dikkat çeker.
İkbâl bunları aşk, fakr, cesaret, müsamaha, faaliyet ve arzu olarak sıralar. Bunların tam karşısında yer alan korku, dilencilik, başkalarına kulluk, soy ve nesebi öncelemek de olumsuz etkenlerdir. Bunlar Ego’nun düşmanlarıdır. Onu zayıflatan, gelişimini engelleyen temel olumsuzluklardır.
Önce olumlu etkenleri tahlil etmeliyiz. Bunların başında “aşk”gelir. Aşk, İkbâl’in felsefesinin bir diğer temelidir.
Aynı zamanda “Ego”nun gelişimini sağlayan en önemli husustur. İkbâl bunu anlamlı ve özlü bir şekilde dile getirir: “Hayatın cevheri aşk, aşkın cevheri Ego’dur”.
Aşk, güçlü bir değer yaratır. Hareketin, samimiyetin, yapmanın dinamosu olur. Daireyi, Ego’yu genişletir. Onu aşık-maşuk ilişkisinde diri, şahsiyetli kılar. En önemlisi de “Ben’i vareder. İnsanın tüm güçlerini harekete geçirir, gerçekleştirir. Aşk, insana istikamet verir. Paklaştırır, arındırır ve doğrultur. Varlığın mayası aşktır.
Bu cihan, bu yeryüzü ve bu sema aşk sayesinde vardır. Kendini kaybedercesine döner durur bu felek. Aşktan döner her varlık. Bu yüzden her felsefe, her mistik düşünce, her mutasavvıf aşkı işlemiş, her din sevgi temelinin merkezine aşkı almıştır.
Yüce âşık, yanarak Hakk’a giden Mevlâna, “Muhabbet sevenin her şeyini istilâ etmiştir. Öyle ki bu gibiler “biz belâ ile nimeti birbirinden ayıramayız. Çünkü hepsi Allah’tandır” (Mevlâna, 1965;410-411) dediklerini ifadeyle aşkın gücünü pek güzel dile getirir. Mevlâna devamla, “Sevgiden acılar tatlılaşır, bakırlar altın kesilir.
Sevgiden tortulu, bulanık sular arı-duru bir hale gelir, dertler şifa bulur. Sevgiden ölü dirilir, padişahlar kul olur” (Mevlâna, 1965;116-117) değerlendirmesini yapar. İkbâl de aynı düşünür. Can veren, dirilten aşktır. İhtiyarlayan çamurumuzdan yeni bir insan tipi ancak aşkla var edilir.
İkbâl, Ego’nun güçlenip yücelmesinde aşktan sonra fakr halini etkili görür. Bu hali ifade eden herhangi bir kavrama Batı dillerinde rastlamak mümkün değildir. Bu yüzden “fakr”ı tam anlamıyla bu literatüre aktarmakta güçtür.
Fakr’ın temelini oluşturan hal ve fikirler doğuludur ve doğuda bilinir. Neo-Platonizm ve Batılı mistisizmin feragatçı tavrı da buna aykırıdır.
Maddeye bağlılık, mala atılım, ruhu materyalin ağırlığı altında ezilmeye mahkûm eder. İçi ve dışı maddî olanla istila edilen insan, buna mani olmadıkça gittikçe köleleşir.
Her adımda üzerimize gelen, saldıran eşya bizi sıkmakta, ayartmaktadır. Buna karşı koymalıyız. Gittikçe insaniliğimizden yitirdiklerimizi kazanmalıyız. Ruhî zenginliğimizi yeniden elde etmeliyiz. Nefsî iştihalara, doyumsuzluklara, dünyanın saldırısına, tuzaklarına direnmeliyiz. Teslim olmamalıyız. Bu bir bakıma kendine yeterliliktir. Ego’nun her türlü yıkıma karşı seferber oluşudur. Doygunluğa ulaşma halidir. İşte bütün bunları İkbâl “Fakr” olarak alır.
Teşebbüs eksikliğinden, boyun eğmekten ve zayıflıktan doğan fakirlik halini düşünürümüz “Fakr” halinden ayırır. Fakr her tür yıkıcılığa, lükse, maddeye vs. karşı izzetle, doygunlukla direnmek, yıkılmaz bir idealizmle donanmaktır. Gafletten uzak bir yapı kazanmak, hakiki bir entelektüel ve duygusal boyut edinmektir.
Zenginliğin ve gücün getirdiği her tür baskı ve çöküntüye karşı durmaktır. Zengin ve güçlüdeki karşı olmayı sağlayan merhamete sahip olmak ona içtenlik kazandırmaktır. Çağımızın varettiği, insanı içten içe bitiren “bencilik” duygusunu aşmaktır.
Bütün bunlar İkbâl’in düşündüğü ve ifade ettiği iyi insanın özellikleridir. Gerçekte bunlarla İkbâl tam bir mümin portresi çizer. Bu insan, Allah adına adanmış, aktif teşebbüslerle dünyayı fethe çıkarken, tuzaklarından uzak duracak kadar da güçlüdür. Ve bu insan diğer insanların hak ve kişiliklerine de saygı duymasını bilir (Tozlu, 1995;34).
Ego, başkalarına muhtaç yaşadığı ölçüde gelişmez, kendini gerçekleştiremez.
O, bu yüzden kendi emeğiyle geçinmek durumundadır. İkbâl, emeği, egonun önemli bir takviye edicisi olarak alır. Bununla hem herkesin kendi kazancına dayanmasını, hem de bunun helâl olması şartını vurgular.
Ego, engelleri aştıkça, karanlık güçlerle, şeytanî kuvvetlerle mücadele ettikçe gelişir. Dünya tam değildir. İnsan tam değildir. İçimizde taşıdığımız arzular, talepler, bunların idraki, eksik oluşun şuuruna varma, Ego’yu sürekli bir faaliyete sevkeder.
Yeni yeni arayışlara, yaratıcılığa koşar. Yaratıcılık aşkla birlikte Ego’nun katlanarak, kaynayarak gelişmesidir. Aramaya koyuluşu, hasrete talebidir. Zaten hayatı yapan, onu anlamlı kılan da bunlardır.
Cesaret oldukça önemlidir. Korku imparatorluklarının hüküm ferma oldukları bir çağda yaşıyoruz. Fertler beton duvarlarla birbirinden ayrılmış.
Sevgi iletişimi yok. Hoşgörü, müsamaha birer kavram. Hayat “düşenin yenildiği” bir arena. Fedakârlar ordusu yetiştirilmeli. Sevgi, merhamet şebekeleri döşenmeli. Bütün bunlar cesur, aşk elçisi, gani insanlarla başarılır. Bu yüzden İkbâl, Ego’nun yapıcı güçlerini karakter teşkilinin temelleri olarak görür.
Ancak, bu tür insanlar “…korku tavrı üretmeye eğilimli tüm etkileri yok edebilir. Ona göre korku alçaltıcı, küçültücü, yok edicidir. Karakterdeki bütün çöküntülerin kaynağıdır. Hayatı da korku yıkar. O, bütün kötü özelliklerin anasıdır. Hile, ikiyüzlülük, alçaklık, yaltakçılık hep odan gelir. Korku aşkı bile yok eder.
İkbâl, çağımızdaki militarist hareketleri, zorbalıkları, kabalıkları da modern psikolojinin doğrultusunda, gerçekte korkunun farklı tezahürleri olarak görür.
Ona göre kuvvetlinin sömürüsü, yeni fikirlerin baskınlığı, haksız kazanç ve bunu meşru kılan kanunlar, gücün ve kapitalin imtiyazı, uluslararası silah yarışmacılığı ve benzeri hususlar sosyal hayatı ve çağı karakterize etmektedir. Bunlar aynı zamanda tüm uygarlığa korku ve gücün hükmettiğinin de delilleridir (Tozlu, 1995;32-33).
Ona göre tek yapıcı korku, bilgi ve sevgiye dayalı Allah korkusudur. “Biz amacımızı, irademizi Allah’ın istediği doğrultuda tuttuğumuzda, hürriyetimize, gelişmemize ve tüm haklarımıza ambargo koyan güçlere karşı insanca bir tavır geliştirebiliriz.” Kişiliğimizden, hayatımızdan, sistemimizden Allah korkusu hariç, tüm korkuları dışlamakla bu üstün hale ulaşabiliriz. Bu düşünce İkbâl’de temel ve kapsayıcı bir karakter arzeder. Umutsuzluk ve korkaklığa karşı yegâne karşı koyucu gücün Tevhid’le kazanılacağına inanır. Tevhid’in temeli eşitlik, dayanışma ve özgürlüktür.
Tevhid, fertten topluma yayılır, hayatileşir. Yıllaryılı öğretmenlerin, dadıların, cahil anne-babaların, tabuların, baskın zorbalıkların, kişiperestliklerin, korkularıyla büyütülen ve eğitilen bir nesil, kendi hassas tabiatını ve kendini özgürce ifade etme özelliğini kaybetmiştir.
Bunlara ilâveten yanlış oluşturulan ve anlaşılan bir din anlayışı, mevcut politikalar ve sosyal âdetler adına, özgür eleştiri ve bağımsız yargı oluşturma hakkı, dışlanır. Gençlere sadece saygı değil, oluşmuş otoritelerden korkma da öğretilir (Saiyidain, 1960;112-113).
İkbâl, başkalarına kulluğu, onların emirlerine baş eğmeyi, kör bir itaati kabullenmez. Bunda, insanın en merhametsizce sömürülüşünü de görür. İstismar, böyle bir yapılanmada en temel bir karakterdir. Yegâne işlevi insanı bir âlet konusuna indirgemiş olmasıdır. Bu yüzden İkbâl böyle bir durumu köpeklere bile yakıştıramaz.
“Ben, bir köpeğin diğer köpeğin önünde boynunu eğdiğini görmedim”(İkbâl, 1958;xxxıı) der.
Soy-sop ve nesepcilik doğrudan ırkçılığa çıkar. İkbâl bu tür bir düşünceyi de insanî bulmaz. Karakteri yıpratıcı, mümince kardeşliği düşürücü görür. Zaten bütün büyük dinlerde bu anlayış yasaklanmıştır.
Helâl kazanç ve emeğe dayanma yerine hileye başvurmayı başkalarını aldatarak, devamlı isteyerek, el açarak dilencilikle geçinmeyi de reddeder.
O, bütün bunların karakterde tamiri güç yaralar açtığını vurgular. İkbâl maddî anlamda dilenciliğin alçaltıcı olduğu gibi, mânevî anlamdaki dilenciliğin de alçaltıcı olduğunu önemle ifade eder. Başkalarının fikirlerini takip etmek, onları taklit etmek böyle bir dilenciliktir. Mevlâna da cahilliğin ve deliliğin bile taklid bilgisinden daha iyi olduğunu ifade eder.
İkbâl, “taklit iyi bir şey olsa, peygamberler hep ecdadın yolundan giderlerdi” der. Taklidin şahsiyeti ezdiğini, insanî cevheri yok ettiğini vurgular. Ona göre dünya iki kuvvete dayanılarak yenilenir. Birisi insanın içindeki yaratıcı kuvvet, diğeri de Kur’an’dır. Taklit bu iki yolu da tıkar.
Bütün bunlarla İkbâl “İnsan-ı kâmil” görüşüne ulaşır.
Kur’an’da insan en yüksek bir mevkide ele alınır. Şereflidir. Kendine ait bir varlık alanına sahiptir. İkbâl, buna “İnsani Ego” diyor.
Bu, Allah’ın karşısında Ona zıt bir varlığı değil, O’nun verdiklerini işleyip geliştiren, bütünüyle değerlendirip var kılan bir varlığı ifade eder. Allah’ı bilen (kul) ama “benliğini” kuran bir kul olarak insan yapıcıdır, faaldir, fakat Yaratıcı’dan kopuk değildir.
İnsanî Ego, en yüksek gelişimini, kendisi olarak “İnsan-ı kâmil”de tamamlayınca, Mutlak’ı görebilir. Onda varolabilir, İkbâl bunu damlanın denize katılımı olarak görmez. Aksine, Mutlak’ın istediği vasıfları kazanınca, Onda varolma, belki de pay alma olarak görür. Bu, insanı teslimiyete, hayrete ve şükre götürür. Ama varlığını kendinden bilme; cahiliyete, dünyevileşmeye ve isyana götürür.
Bugünkü Batı anlayışında insan fetheden, kendini yapan, hiçbir yüce kudret kabul etmeyen hususiyetleriyle sanki dünyevî bir tanrıdır. İsyanı da, tüm dünyayla birlikte kaderini de yapma emelinden kaynaklanır.
Schimmel, bütün bunları dikkate almış olacak ki, “İkbâl’in Müslüman ülküsü ihlâsı, ilâhi aşkı taşıyan, dünyayı tenvir eden bir “İnsan-ı kâmil”dir. Bu “İnsan-ı kâmil” şimdiki hastalıkların ilâcını “Şifahane-i Hicaz”da bulan, oradan modern hayatı idare edip, içtimaî, ırkî ve millî farkları bertaraf etmek kuvvetini alan bir insandır” der.
İnsan-ı kâmil’in esas örneği Peygamber Hz. Muhammed’dir. Allah’ın sıfatları O’nda tecelli ettiğinden O, mânevi derinlik ve ufuk itibariyle bütün dünyadan daha geniştir. İnsan-ı kâmil kuldur. İkbâl’e göre kulluk insanlığın zirvesidir.
Bu yüzden paraya, nefse, dünyaya kulluk, Allah’a kulluğu örter. Modern insan bu mânada parayı put edinir. Aynı zamanda hem Allah’a hem de paraya kulluk edilmeyeceğinden, Allah’ın kulu olmayı seçmek gerekir. “Kul” kavramı Miraçta Hz. Peygamber için kullanılmıştır (Abduhu). Abduhu, Allah’ın kulu demektir.
Allah’ın kulu O’nun sırrını taşır ve tecelli ettirir. Böylece insan-ı kâmil olur. Her türlü isteğe, iç iğvalara, nefsanî çağrılara insan düşünmeden atılmamalı, karşı koymayı direnmeyi ve savaşmayı bilmelidir. Bunun yerine günün insanı Şeytan’ın ayartmalarına can atıyor, onun kuvvetlerinin oyuncağı oluyor.
Onların ateşiyle cam gibi eriyor. Yapması gereken bütün bu ayartmalara karşı taş gibi durmak, onu yolundan kovmaktır (İkbâl, 1958;262). İşte bu ancak İnsan-ı kâmil tipiyle aşılabilir. Yapılacak olan buna ulaşmanın yolunu, usûlünü ve ortamını hazırlamaktır. Bunda da dayanağımız kendi iklimimiz, kendi dünyamız olmalıdır. Çünkü dikkatimizi ve ilgimizi çeken benzerlikler, derinliğine nüfuz edilmezse bizi yanıltabilir.
Nitekim Batı düşüncesinde özellikle Nietzsche’nin “Üstinsan” (Übermensch) görüşüyle İkbâl’in “İnsan-ı kâmil” görüşü yetkinleşmeyi içermeleri açısından benzerdir.
Ancak temelde bu iki anlayış derin farklarla birbirinden ayrılır. Schimmel, “Übermensch”te Allah mefhumu ortadan kaldırılmıştır. Nietzche’nin bu “Süpermen”i hep kendi kuvvetlerine dayanır. Kendi arzularına göre hareket eder. İlâhî herhangi bir kuvvete bağlı değildir. Böyle bir güce karşı da kendini mesul görmez” der.
Aşk, merhamet ve insanî açılardan da Nietzsche’nin “Will Zur Macht” (İktidara ihtiras) ideali üzerine yükselen “Süpermen”i, “İnsan-ı kâmil”den farklı olması gerekir.
Herhalde Batı uygarlığının erke dayalı eziciliği, vahşiliği “Süpermen”in tabiatını belirler. Nerede şefkat ve muhabbetle atılımını yoğuran, ezilmişliğini, kayıbını yine de kine, kavgaya dayamayan “İnsan-ı kâmil”in tüm kâinatı merhametle kucaklaması; nerede Nietzsche’nin sevgisiz, aşksız, merhametsiz ve Tanrısız üst insanı.
Batı-Doğu ve Emperyalizm
Batı İkbâl’i çok meşgul eder. İslâm dünyasındaki yıkım, egosuzluk bir yönüyle Batı’ya ilişir. Bu yüzden İkbâl, bu hususun hallini zaruri görür. Aksi halde istenilen gelişme sağlanamaz.
Batı, doğru anlaşılmalıdır. Onun gücü, kaynakları, tüm faaliyetleri bilinmelidir. Bütün bunlar halledilmedikçe fert ve millet bazında gelişme gayr-i kabildir. Bu yüzden İkbâl önemli Batılı filozofları anafikirleriyle ele alır. Onları ayrıca doğulu hakîmlerle karşılaştırır. Bir yerde Mevlâna Hegel’le bir başka yerde Goethe’yle vs. karşı karşıya getirilir.
İkbâl, Batı’yı didik didik eder. Siyasî, sosyal, felsefî, dinî sistemlerini dayandıkları temelleri ve tüm bunları etkileri itibariyle tanır. Zayıf-güçlü, faydalı-zararlı vs. taraflarını ortaya kor. Daha sonra da Doğu’yu, İslâm’ı ele alır. Anlayışsızlıkları, kabalıkları, softalıkları, cehaletiyle tüm İslâm dünyasını da masaya yatırır.
Tekrar Batı’ya dönersek O’nun şu ilginç tasviriyle perdeyi açarız. Şu tasvire dikkat edelim:
“Sahilde bir hanım gördüm, nazik vücutlu ki, onun gözü yüz kervan için eşkıya idi. O, Kilise büyüklerine kâfirlik öğretiyor; onun bakışından iyi olan kötü, kötü olan iyi olur. Ben ona dedim ki: Sen kimsin? Adın nedir? Bu tepeden tırnağa ah ve feryat nedir? O dedi ki: Gözümde Samiri’nin sihri vardır, adım Ifrangı’dır; benim işim büyüdür.”
Bu güzel ve tehlikeli kadın, Avrupa’nın (Frenkistan) sembolüdür. Bu medeniyet dünyada iyiyi kötü, kötüyü iyi gösteriyor. Kilise’lerin iyi taraflarını bozup, papazlara hırs öğretiyor. Bu Avrupa, Hz. Musa’nın karşısına çıkan Samiri adlı büyücünün varisidir; onun içinde ilâhi aşk mevcut değildir.
Bunlar kıymetli şeyler gösterip, kıymetsiz şeyler satarlar. Bir Alman yazarı bunu “İsa diyorlar pamuk kastediyorlar” teşbihiyle ifade eder. Arap ve Hintliler’i memleketlerini satmağa teşvik eder, zaruretlerinden faydalanırlar. Avrupa’nın hem dostluğu hem de düşmanlığı bir derttir, bir ölümdür. Çünkü onun kalbinde ne din ne de aşk vardır. Onun dini ve aşkı tüccarlık ve mülkiyettir.
İnsanlık Frenklerden çok feryat ediyor. Vay Frenklerden ve onların âyinlerinden! Vay dinsiz fikirlerinden (İkbâl, 1958;97-99).
Hıristiyanlar çarmıhı bir sembol haline getirmişler, onu hayatlarına katmışlardır. Ne var ki bu hayat İncil’in ruhuna zıt bir hayattır. Bu yüzden o ruhu her gün öldürmekteler. Yudas Hz. İsa’ya ihanet etmiştir. Bu haliyle Avrupa Yudas’tan daha suçludur (İkbâl, 1958;100).
Şarkı mahveden garbın hesapsız, muhasebesiz benimsenmesi, etkisinde kalınmasıdır. Şark, değerlerini dinî merkeze göre oluşturmuştur. Garb’ın, Batı’nın tesirleriyle bu değerler bir bir terkedilir.
İkbâl, böylece doğuda beliren bütün felâketlerin dinî temelin çökmesinden, dinin verdiği kıymetlerin unutulmasından ileri geldiğini ifade eder. Irkî esaslara oturtulan millîyetçiliği de Garp tesirlerine bağlar. Batı bu yolla, birleştirilen dinin yerine, ayıran ırkî milliyetçiliği ikame eder. Onun etrafında oluşan vatan fikrini geliştirir.
Batı bunu tâlim ettirir. İkbâl, garbın lordu dediği İngiltere’nin öteden beri kendi benliğini, güçlülüğünü, merkeziliğini düşünerek diğer ülkeleri bölüp tenhalaştırdığını belirtir. Bu prensibin de, 1813’te Sir J. Malcılm tarafından Hindistan’da “divide et impera” (böl ve idare et) şeklinde veciz bir şekilde ifade edilip uygulandığını vurgular (İkbâl, 1958;115).
Ona göre Batı görünüşte taze bir gülü çağrıştırsa da, mâna bakımından ölüdür, kilden, çamurdan yapılmış bir varlıktır. Batı’nın şûlesi yaşlanmış, gözleri nazar sahibi ama gönülleri ölüdür. Onlar kendi kılıçlarından darbeler yediler, kendi şikârları gibi kesilip düştüler.
İkbâl, Bâl-i Cibril’de, Büyük Lenin şiirinde, Lenin’in Allah’a uzun bir münacaatında bir yerde şöyle dediğini dile getirir: “Sen hangi insanların Tanrısısın? Şarklıların ilâhları Avrupa’nın beyaz efendileridir; Garplıların ilâhları ise parlayan altunlardır!
İşsizlik, çıplaklık, sarhoşluk ve iflâs, bunlar Avrupa medeniyetinin fütuhatlarıdır (İkbâl, 1958;121-187). Nihayette İkbâl bu iki dünya, iki medeniyet arasındaki temel farkı şöyle ortaya kor “Şark Hakk’ı görüp dünyayı görmemiştir, Garp, dünyada kalıp, Hak’tan kaçmıştır”.
Gelişme, yenilenme dahası varolma “Benliğe” bağlıdır. Bu yüzden İkbâl, benliğin kazanılmasını engelleyen tüm olumsuzlukları, yıkımları ele alır, tahlil eder. Şüphesiz Doğu-İslâm dünyasındaki yıkım önemli bir yönüyle Batı’dan, Batılı emperyalizmden gelir.
Bu açıdan İkbâl, emperyalizmi bütün çirkinliği ve gayr-i insanîliği ile ortaya kor. Bütün gücüyle ona karşı durur.
Gerçekten emperyalizm korkunçtur. Utanmazdır. Ve acımasızdır. İkbâl bütün bunları dile getirir. Ancak O, bu düşmanlığı bir yönüyle de hareket, gayret ve uyandırıcı bir etken olarak düşünür. “İnsanın tohumuna düşman, yağmur bulutu gibidir; onun imkânlarını uyandırır” der. Dertler ve kötülükler de benzer bir dayanıklılık hâsıl eder. Goethe de aynı düşünür: Bir beyitinde: “İnsan idim; bu demek: savaşan idim” der.
Komünizm ve emperyalizm aynı menşelidir. Aynı tahribatı, aynı acımasızlığı sergilerler. İkbâl, bu ikilinin nihayete insanı aldattığını, malını, mülkünü ve ümidini de aldığını vurgular. Her ikisi de tabiata aykırıdır. Biri sonsuz mahsule (üretime) diğeri de haraca, sonsuz vergiye dayanır. Girdikleri her toplumda bunu icra ederler.
Arkalarında yıkım, sefalet, kan ve gözyaşı bırakırlar. İkbâl, bütün bunları teşhir eder. İkbâl, “Bizim mezarımızı ilim ve hikmet açmış olabilir, hâlbuki Mehdi[3]‘nin türbesinde ne arıyorlar?” diyerek emperyalizmin tüm zalimliğini ve korkunçluğunu sergiler. Takbih eder. Bunun ilimle herhangi bir alakasının olmadığını ortaya kor.
İkbâl, emperyalizme yardımcı olanları sonsuz ayıplara mâruz görür. Hain ilan eder onları.
İngilizler’e Bengal toprağını satarak, kendi idarecilerine ve milletine ihanet eden Cafer ile (1757’de), Mysore Sultanı Tippu’ya ihanet ederek bu memleketin de İngilizlerin eline düşmesine (1749) sebep olan Sadık’ın ruhunun her devir ve zamanda göründüğünü, her kılığa girerek bu çirkin görevi ifa ettiğini vurgular. Bir beyitinde “Ne zaman Hindistan’ın gecesine bir sabah gelecek? Cafer öldü ama onun ruhu hala yaşamaktadır” der. Ona göre hainin dini, âyini ticarettir, Haydar (Hz. Ali) kisvesine bürünse de o daima bir Anter[4] (İkbâl, 1958;266-267) dir.
İkbâl, ilginç değerlendirmeler yapar bu konuda. Cafer ve Sadık bir semboldür. İçleri zünnar, dışları din kaderinden dertli her vücutta millet öldürücüsüdür bunlar: Gülmeleri, durmaları hep yalancıdır. Onların nifakı milletleri ikiye böldü, perişan etti. “Her nerede milletine ihanet eden birisi varsa, onun aslı ya Cafer ya da Sadık’tandır.” “Cafer’in ruhundan elâman, elâman, bugünün Caferiler’inden, Sadıklarından elâman!.”(İkbâl, 1958;268).
İkbal ferdiyeti öncelemesine rağmen toplumu asla ihmal etmez. Hatta güçlü bir egonun ancak toplum içerisinde gelişebileceğine inanır. Öyleyse şimdi fert-toplum ilişkisine geçebiliriz.
Fert-Toplum İlişkisi
İkbal, ferdiyete en yüksek değeri vermesine rağmen toplumsal değerleri ihmal etmez. Toplumların ve grupların kültür ve değerlerini, en dip tabakalarındaki oluşumları hazırlayan inançları İkbal hakkıyla benimser.
Çünkü o, ferdiyetin gelişimini ve eğitimini bunlarsız düşünemez. Bu, günümüzde ulaşılan önemli sonuçlardan biridir. Kültür, eğitim hayatının hammaddesidir. Eğitimle geliştirilir, düzenlenir. Kültürle yoğrulmayan fert tam anlamıyla geliştirilemez. Kökleri dışarıda kalan bitkiler gibi kurur yahut yabancılaşır.
Zaten fertler amaç ve ideallerini toplumdan kazanırlar. Tek başına fert zayıf ve güçsüzdür. Enerjisi dağınık, hedefi dar ve belirsizdir. Canlı bir toplumun diri ve aktif bir üyesi olmak kişiye kollektif bir amaç ve şuur kazandırır.
Mesnevîsi (Esrar-ı Hodi)’nde İkbal fert ve cemiyet açısından böyle dengeli bir görüşü savunur. İnsanın toplumuyla güçlendiğini, ondaki hayatla, bu hayatı yapan değerlerle benliğini yapıp ölümü bile aşabileceğini gündeme getirir (Tozlu, 1995;27-28).
İkbal, fert-toplum ilişkisinde hayati öneme haiz bir diğer hususa değinir: Toplumların birliği meselesine. Konuyu şu iki soruyla can damarından yakalar:
Toplum hayatı nasıl ve neyle tutarlı kılınabilir?
Üyelerini bir bütün haline getirecek ve bu birlikteliği sürdürecek bağlar neler olabilir?
O, modern düşüncenin bölgesel yurtseverlik ve ırkî fanatizmi öncelendiğini, bu yüzden de toplumsal birlikteliği ırk ve ülke kavramlarına bağladığını, bu iki olguyu yegâne birleştirici güç olarak gördüğünü vurgular (Saiyidain, 1960;58).
İkbal, bu oluşumların hızını, milletlerarası sosyalizmin kestiğini ancak bu ruhun Faşizm ve Nazizm’le devam ettirildiğini, böylece insanların aşağılandığını, hor görüldüğünü ifade eder (A.g.e., 58). Ona göre, bütün bunların tehlikeli uygulama ve görüşlerine, İslâm’ın siyasi felsefesini yansıtan canlı bir karşı görüşle direnilebilir.
Böylece İkbal’de birleştirici unsurların ırk ve coğrafi bölge değil, bunların aksine bireyleri gerçek bir millet yapan değerlerin duygu, görünüş, amaç ve emek bütünlüğü, ortak amaçlarda ve ideallerde birleşme olduğu görülür. Dahası ortak acı ve başarıları paylaşmaktır. Böylece İkbal, Cavidnâme’deki bir şiirinde milleti, “Allah’a inananların vücut verdikleri birlik olarak anlar”.
Böyle bir birlikte insanlar aynı düşünce ve anlayışları paylaşır, aynı inançta birleşirler. İkbal bunu, “çadırlarımız ayrı ama kalblerimiz birliktedir” özdeyişiyle ifadelendirir. Ona göre bu birlik insanları belirli bir merkezde toplar, güçlü ve uyanık kılar. Ve böyle bir birlik sayesinde gerçeğe perdesiz ulaşılır. Bunun için İkbal gayret sarfetmemizi, meydana atılıp mücadele etmemizi ister. Çünkü bunu başaramayan toplumlar karmakarışık, zayıf ve ölüdür.
Burada İkbal, toplumların belirli bir güce ermesini millet olmakla açıklamaktadır. Bu da geçmişe, tarihî birikime olumlu bakmamızı zorunlu kılar. Tarihin eğitimdeki yeri de burada yatar.
Bir toplum, tarihi kimliğini akıllı bir şekilde ortaya koymadan, kendi kimliğini doğru bir şekilde anlayamaz. Ancak bu tarih ne bir hikâye ne de geçmişin ilginç bir şekilde anlatımıdır. Bu, geçmişin yaşatılması, günümüz açısından yerini, değerini ve fonksiyonunu doğru bir şekilde tespit etmektir (A.g.e., 62). O, böyle bir anlayışın çöküş devrine giren toplumları canlandırabileceğine, yenileyebileceğine inanır.
İkbal, kahramana da toplumsal açıdan bakar. Toplumlarını canlandıran, insanlara hayat iksiri üfleyen, onları ince ruhlu, kültürlü kılan, “sahib-i dil” yapan kişilerdir kahramanlar.
Durağanlığı kıran, miskinlik ve pısırıklığı aksiyona çeviren, topluma ve insanlara “yeni bir ümit ve yaratıcı bir hayat mesajı” veren şahsiyetlerdir kahramanlar veya nadir kişiler. Yoksa nefisleri uğuruna beldeler yıkan, canlar yakan, ülkeler zapteden tipler değildir. Onun kahramanları “Allah Adamları”dır. Bunların bir yönü gerçek entelektüelliğe, diğeri de moral liderliğe çıkar. O, aslında İslâm dünyasının son iki asırlık çöküşünü büyük ölçüde gerçek entelektüellerin ve moral liderlerin olmayışına bağlar.
İdeal Bir Sosyal Düzen Fikri
İkbal’in “ideal toplum” düşüncesi, her türlü kötülüğün üretimini önleme fikrine dayanır. Böyle bir toplum oluşturamadığınız takdirde iyiliği, saadeti hâkim kılamazsınız. Bu yüzden ideal toplumun kurulma şartları İkbal tarafından etraflıca tahlil edilir. Bir kere kabul edilen sistem, ona temel teşkil eden fikir, düşünce ve hayat anlayışı nasıl bir toplum istediğinizin temelidir. Çünkü insan, onun eğitimi ve tüm kurumlar bu temel kabul doğrultusunda şekillenecektir. Bu şekilleniş, fertlerin üstün insan olarak yetişmelerinin de esasıdır.
İkbal, bu gözle mevcut topluma, çağdaş topluma bakar. Çağdaş toplumlar birçok sapkınlıkların kaynağıdır. Böyle toplumlarda değil üstün insanların, normal tiplerin bile yetişmesi oldukça güçtür. Üstelik bu toplumların şekillenmesini sağlayan fikirler de bölücü, yıkıcı ve engelleyicidir. İnsanlar ırklara, sınıflara ve renklere ayrılmaktadır. İnsanlık sınıf ve varlık kriterine göre bölünmekte, gücün, sömürünün insafsız baskısı altında inlemektedir.
Bu bölünmüşlük ruhî, maddi ve sosyal bütün alanları istila etmiş, zihinlere renk, ırk, kişi ve ulusa tapınma olgusunu yerleştirmiştir. Bunun tehlikeli bir sonucu da insanın köleleştirilmesidir, tutsak edilmesidir. Korkunun korkunç iklimine terk edilmesidir. O, işte böyle bir yapıyı, düzeni, toplumu değiştirmek ister. Bunun zorluğunun bilincindedir. Çağı karakterize eden yıkımın, çatışma ve adaletsizliğin önlenmesi, insanın tüm korkulardan kurtulması gerekir.
Bu çevrim kolay değildir. Yıkım ve çatışmalarla, sapkınlıklarla yüklü, onlara analık eden bir toplumun âdalet, kardeşlik ve eşitlik üzerine işleyecek şekilde kurulması gerçekten zordur. Hükümranlıkların ilgası, insanın iç ve dış korku ve bağlardan âzade kılınması kolay değildir. İşte İkbal tüm bunların sürekli değişen ve gelişen dinamik bir sosyal düzene kavuşturulmasını İslamî bir anlayışta görür. Ona göre tüm bu olumsuzluklar Tevhid’le engellenir ve yıkılır.
Çağımız buna şahit olacaktır. İnsan hükümdarlara değil Allah’a bağlılık ve itaatle bu engelleri aşacak, giderek “Böyle bir ideal topluma” ulaşılacaktır. Ona göre İslâm’ın mesajını iyi anlamalıyız. Hz. Peygamberin uyandırıcı, özgürleştirici ve diriltici mesajını yaşamalı, çağa, insanlara tüm canlılığıyla ulaştırmalıyız. İşte o zaman toplumlar ve insanlar her türlü zulüm ve baskıdan kurtulacak, özgürleşecek ve ‘kardeşlik, âdalet ve yasal haklarda eşitliğe dayalı bir sosyal düzene kavuşacaklardır (A.g.e., 135).
İnşacı ve İcatçı Bir Eğitim
İkbal’in tefekküründe eğitim temel bir olgudur. Felsefesinin tüm diğer gerçek belirleyicilerine dayanır, onlardan süzülerek oluşur. Bu yüzden çağı karakterize eden yıkım, çatışma ve âdaletsizliğin kırılması eğitimden beklenir. Dinamik, çelik iradeli, yapıcı ve yenileyici insanı yetiştirme eğitimin öncelikli görevidir.
Çünkü çağ ancak bu tür donanımlı insanla çevrime uğratılabilir. Bu insan bir yandan bilgiyle, sanatla, ideal ve özlemlerle içini donatacak, bir yandan da geçmişini, değerlerini yaşayacak, günümüz açısından onları değer- lendirip tefsirini yapacaktır. Ferdiyeti yapma, “Ego”nun yapıcı güçlerini geliştirme böylece temelde eğitimin görevleri arasındadır. Bu açıdan insan hem ruhen derinleştirilir hem de bu derinliği “zaman ve uzam” boyunca geliştirilir. Ego güçlendirilir. İnsan derinliğine, ruhî zenginlikleri itibariyle geliştirilince, Tanrı’yı keşfedebilmektedir.
Tanrısal niteliklerle geliştirilecek alışkanlıkları kökleştirmek, onlarla yepyeni bir dünya kurmaktır. İkbal, bunlarla inşa edilecek bir dünyadan, daha değerli başka herhangi bir dünyanın kurulacağına inanmaz. Bu, İkbal’in beşeriyete meydan okumasıdır (A.g.e., 156).
Diğer taraftan kötülüklere, yıkıma karşı güçlü bir savunma hattı oluşturmak, iyi hayatın kurulmasına da bağlıdır. Haksızlık ve âdaletsizliklerle; ancak böyle bir yapı arzeden toplumlarda savaşılabilir. Barışa engel, her türlü görüş ve uygulamalarla mücadele edilebilir. Bunun için toplumsal gelişim, politik ve fikri organize bu doğrultuda olmalıdır. Bütün bunlar sağlanmadan diğer tüm sosyal etkinliklerin iyiyi üretmesi beklenemez.
Dolayısıyla eğitim hayat dışı kalır. Ve kişi bir hayal âlemi için eğitilmiş olur. Böyle bir eğitim kişiliği kuramaz ve koruyamaz, pasif, oturgan, olup-bitenlerin şuurunda olmayan tipler yetiştirir. Baltacıoğlu’nun deyimiyle bu tipler gerçek çevreler için yetiştirilmediğinden, gerçek şahsiyetten yoksundurlar. Bunların hayatı etkilemeleri beklenemez. Böyle bir eğitimi İkbal gibi Baltacıoğlu da hastalıklı bir eğitim olarak vasıflandırır. İkbal, bunu ayrıca “kavramsal eğitim” olarak isimlendirir. Ona göre böyle bir eğitim gerçekleri dışlar, kişi ve toplumları faaliyetten, dünyadan koparır. Ayrıca bu anlayışla eğitilen kişiler gerçeklerden kopma yanında, giderek kendilerinden tiksinen tipler haline gelirler.
Burada dikkatimize sunulan çok önemli bir mesele de kişilerin eğitimle özgür kılınmalarıdır. Çağımızda özgürlük adına yapılan mücadele ve faaliyetler özgürlüğün esasını değil, lafını gündeme getirir. O, insanın özgür olmasını, tüm bağlardan, hürriyeti kısıtlayan oluşumlardan azâde kılınmasını ister. İnsan yaratılışı itibariyle özgürlüğe, bunun korunmasına, yüceltilmesine eğilimlidir. O, bu görüşü Hz. Âdem’in yaratılışına kadar geriye götürür. Cennetten çıkışı düşüş değil, yükselişin, özgür seçimin, şuurlu çabanın başlangıcı sayar. Aklın da hükmü, kullanılışı bu başlangıçla devreye girer. Bu yüzden İkbal, bu hadiseye felsefeci ve eğitimcilerin derinlemesine bakmasını ister.
O, ahlâkî eğitimin neliğini de özgürlük anlayışından çıkarır. İkbal’e göre, her türlü verilmiş kodlara uymak, ferdiyeti ve ahlâkiliği zorlamaktır. Kişiliği hiçe saymaktır.
Düşünce ve aklı küçümsemektir. Bu yüzden benimsenmesi gereken hürriyeti tanıma, iyiliği ahlâkî bir ideale göre üretmedir. Zorlama değil. Bu da özgür egoların gönüllü işbirliğinden çıkar. “Hareketleri bütünüyle belirlenen bir varlık iyiliği üretmez”. İnsanın kendini, dünyasını ve çevresini kurması, tecrübelerini şuurluca kullanması, amaçlarını şekillendirmesi için böyle bir eğitimin benimsenmesi yanında, sağlam bir eğitim metoduna da gerek vardır. Bu metod İkbal’e göre, “İrademizi kamçılamalı ve kendi başımıza aktivitemizi sağlayacak bir yapı arzetmelidir”(A.g.e., 154).
İnsan aynı zamanda sürekli kendi güçlerini kullanmasını da bilmelidir. Bu, ona basmakalıp metotları reddetmeyi, zekâsını, güçlerini kullanmayı, varlığını ortaya koymayı kazandıracaktır. Burada eğitimin işlevi tenkitçi ve sorgulayıcı bir durum arzetmektedir. Metot bahsinde özellikle sevgi ve aşk gözden uzak tutulmamalıdır. İkbal Mevlana kaynaklı bu sevgi ve aşkla tüm insanlığı, kâinatı kucaklamak ister.
Güçlü, hür ve sorumlu kişilerin yetiştirilmesi böylece hayatla irtibatlandırılır. İkbal’e göre din hayatın hemen hemen bütün şubelerine nüfûz eder. Eğitimin hayatı kucaklaması dinle, dinî bir ruhla renklendirilmesine bağlıdır. Böylece o, dinî anlayışı eğitim anlayışı ile birleştirir. Ancak Onun önerdiği dinî eğitim bugünkü anlayıştan çok farklıdır.
İkbal, (deyimiyle) “kendi hayatını Allah adına sürdüren” insanları yetiştirmek için ölümü de bir eğitim olgusu olarak düşünür. Kişilik, özgür Ego ölümle yok olmaz. Aksine ölüm onun ilk ciddi sınavıdır.
Ve gerçek Ego’ya ulaşma halidir. Bunu, emellerimiz ve faaliyetlerimiz belirleyecektir. İkbal böyle bir bakış açısını Cavidnâme’de işler ve “Allah Adamı” imajı etrafında toplar. Bu imajda hayat Allah’a boyun eğmekle kuvvet kazanmakta, ölüm bir illüzyon, bir serap olarak verilmektedir. Allah Adamı bir kaplan, ölüm onun bineğidir. Ve onun sonsuz kariyerinde yalnızca bir safhadır. İkbal, bu yüzden ölümü hiç kafasına takmaz. Ona göre ölüm özgür insanı yeni bir hayata taşır.
İkbal, eğitim bilim ilişkisini de açıklar. Ona göre bilim ne hayatın ne de gerçeğin kendisidir. O bunların sadece bir kısmıdır. İnsanı da tam anlamıyla tatmin etmez.
Bu yüzden bilim insanın geçmişini silmede kullanılmamalı, insanla değerleri arasında antitezler de kurmamalıdır. Eğitimle bilim öğretildiği gibi, bilimsel ruh da geliştirilir. Ancak bugün bilimin ve teknolojinin kötüye kullanımının kontrolünün çok güç olduğunu vurgular. Aynı şeyi demagogların ve diktatörlerin sahip oldukları kaynaklar için de düşünür. Yine de savunma hattı eğitimle kurulacak sevgi, sabır ve bilgelikle inşa edilecektir.
Bütün bunları temel alamayan bir eğitimle kurucu, aktif sağlam, kişilikli ve anlama kapasitesini çalıştıran fertler yetiştirilemez. İnşacı ve yenileyici de olunamaz. Sadece taklit dairesinde kalınır, ucuz, körü körüne, katı ve derinliksiz bir anlayışın eseri olan taklit, ne çare ki yüzyıllardır doğunun yegâne usulüdür. İkbal bu tavrı olurlamaz.
İçine sindiremez. Ona göre tam bir teslimiyetin ifadesi olan bu tavır, Batı’yı memnun etmiş ama Doğu’nun insanının içini boşaltmış, özünü kaybettirmiştir. Doğu’ya kayıplar ve Batı’ya kazançlar sağlayan bu durumu İkbal Cavidnâme’de destanlaştırır. Ve Doğu’nun durumuna için için yanar.
Bütün bu çabalar, gayretler İkbal ve benzeri düşünürleri konu edinme, günümüz açısından gündeme getirme şüphesiz belirli amaçlara yönelik ve uzun soluklu ideallere dayalı. Metin dikkatle tetebbu edilirse bu, anlaşılır ve mucibince de amel edilebilir. Yine de kısaca özetlemek gerekirse şunlar söylenebilir:
Girişte de değinildiği üzere İkbal gibi derdi, ideali, köklü inançları olan, çağını ve kendi dünyasını çok iyi kavrayan, açıklayan düşünür, filozof, eğitim felsefecilerini iyi anlamalıyız. Derinliğine, bütün boyutlarıyla kavramalıyız. Bütün bunlar yetmez. Onları anlamak için ele almalıyız, ama daha da önemlisi, derdimize, kuşatılmışlığımıza, problemlerinize dair dersler de çıkarmalıyız.
Yeniden dirilişimizin önündeki ciddi engelleri aşabilmekte o muazzam tefekkürleri kullanabilmeyiz. Medeniyetimizin inşasında mirasımızı ve günümüzü nasıl değerlendirmemiz hususunda bu tür düşünürlerimizin çözümlemelerinin yol göstericiliğinin ışığında kendimize yeniden bakmamızdır.
Bir diğer vazgeçilmezimiz ise, bütün bunları hakkıyla başarabilecek insanı, güzel insanı, insan-ı kâmili yetiştirilebilecek idarî ve felsefî sistemi, dünya görüşünü kurabilmektir. Ve hayatı buna göre yeniden tanzim etmenin yolunu açmak, mücadelesini vermektir. Meseleye böyle bakmadıkça İkbal’i, İkbal gibileri incelemenin, ortaya koymanın ne anlamı olabilir?
Gazali, İ. (1974). İhya-i Ulumiddin, (Çev: A. Serdaroğlu), İstanbul.
İkbal, M. (1958). Cavidname, (Terc. ve Şerh: A. Schimmel), Ankara.
İkbal, M. (1981). Doğudan Esintiler, (Çev: N.A. Aslan), İstanbul.
İkbal, M. (-). İslam’da Dini Düşüncenin Yeniden Doğuşu, (Çev: M. Ahmet Asrar), İstanbul.
Mevlana. (1965). Mesnevi, (Çev: V. İzbudak), İstanbul.
Saiyidain, K.G. (1960). İgbal ’s Educational Philosophy, Lahor.
Şerif, M.M. (1990). İslam Düşüncesi Tarihi, (Çev: M. Armağan), İstanbul.
Tozlu, N. (1995). İkbal’in Eğitim Felsefesi, Felsefe Dünyası, 16, 21-33.
[1] Makale, yazarın Eğitimden Felsefeye 1 adlı eserinde (Bayburt Üniversitesi Yayınları, Bayburt, 2016, 3. Baskı, 521-535, 675-680) ele aldığı İkbal’in eğitim felsefesiyle ilgili değerlendirme tanzim edilerek oluşturulur.
[2] Emekli Öğretim Üyesi (Bayburt Üniversitesi Rektör Başdanışmanı).
[3] Mehdi, Sudan’daki önemli bir hareketin, kendi ismiyle başlatılan bir ayaklanmanın kahramanıdır. Emperyalizme karşı onurlu bir isyan Mehdi Muhammed bin Ahmed’in türbesi 1899’da Kitchner’in başkanlığındaki İngilizlerce açılır, tahrip edilir, kemikleri denize atılır, kafası da Londra’ya gönderilir (Cavidnâme, 173).
[4] Cahiliye döneminde Arabistan’da yaşamış önceleri köle, sonraları şair ve kahraman biri (Cavidnâme)