”Yarım doktor candan, yarım hoca dinden eder” diye meşhur bir söz vardır. Genel olarak bir işin uzmanından yardım almayınca sonucun ters gideceğini ifade etmek için kullanılır.
Doktor ile hoca üzerinden böyle bir atasözünün söylenmiş olmasının çok daha farklı bir anlamı olması gerek. Nitekim bu ikisi de insan hayatında çok önemli yeri olan kişilerdir. Biri dünya, diğeri ahiret hayatı için önemlidir.
Çevreme bakınca bu sözün muhatabı olan pekçok kişi görüyorum. Bunlar içinde benim en çok endişe duyduklarım, kariyer sahibi olanlar. Yani bolca mürekkep yalamış kişiler.
İnsanlar okul sürecinde daha bir sorgulayıcı beyne sahip oluyorlar. Bu dönemde edindikleri bilgiler sonraki hayatlarına şekil veriyor. Her ne kadar yeni bilgilere ani tepkiler verseler de kaynağın güvenilir olduğuna inandıkları takdirde kolay kabulleniyorlar.
Bir süre sonra kişide ‘bir ben bilirim’ havası oluşuyor. İşte kariyer yapanlarda bu çok daha fazla kendini belli ediyor. Cahil olanı tartışır, susturursunuz ya da yüz çevirip çekip gidersiniz, ama mürekkep yalayanlara böyle davranamazsınız. Tartışırsınız, kabul ettiremezsiniz.
Diğer meslekleri bırakayım, kendi mensupları analiz etsin. Ben doktorlar üzerinden gideyim. Dinle imanla ilgisi olmayan kişiler de kapsam alanımda değil. Özellikle muhafazakar görünümlü doktor çevrem bu yazımın odağında olacak.
Keşke çevremizde dini konuları iyi bilen birileri olsa da sorabilsek. Maalesef bu şansımız yok. Uzaklara bakarsak dini iyi bilenler de var iyi bildiğini sananlar da var. Din üzerine son zamanlarda öyle bir bilgi kirliliği oluştu ki artık kimin doğru, kimin yanlış söylediğini ayırt edemez duruma geldik. Çok net bildiğimizi sandığımız bilgiler bile tartışmaya açılıp beyinler allak bullak edilmekte.
Normal bir toplumda okumayı seven de olur, sevmeyen de olur. Doktor deyince okumayı seven kimse geliyor aklıma. Sayın meslektaşlarım, eğer dini ondan bundan yanlış olarak öğreniyorsak bunun yerine kendimiz ana kaynakları temin edip okuyarak bizzat doğrusunu öğrenemez miyiz?
Bilgiyi asıl kaynaklardan öğrenmezsek sele kapılmış kütükler gibi bir oraya bir buraya çarparak akar gideriz bir meçhule.
Karşımıza çıkan birbirine zıt görüşlü iki ilahiyat hocasından hangisinin daha doğru söylediğini ayıramayız. Temel dini bilimlerin usülleriyle uzaktan yakından ilgisi olmayan bir kişinin peşine sırf nefsimizi okşadığı için takılabiliriz. Tartışma programı izleriz, sesi yüksek çıkanı doğru görüşlü olarak kabul edebiliriz. Adının önünde profesör yazan bir kişinin kaleme aldığı dini içerikli bir kitabı o kişinin ne profesörü olduğunu öğrenmeden baş tacı yapabiliriz. Çok doğru gibi söylenen, ama biraz kurcalayınca içi boş olan veya insanı saptırmak için kullanılmış olan cümleleri kendimize ilke edinebiliriz.
Bunları neden sıraladım sanıyorsunuz? Hepsini de çevremde müşahede ediyorum ve bu şekilde hayatlarına şekil veren insanlarla yaşıyorum. Bazen ilmi içerikli toplantılara katılıyorum. Konuşmacı yanlış bir şeyler konuşursa itiraz ediyor, gerekirse tartışıyorum. Tartışma uzayınca arka koltuklardan sesler yükselmeye başlıyor, “hocamız bilmiyor da sen biliyorsun, değil mi?” diye.
Eve gidiyor, ana kaynaklara bakıyorum. Bir başka toplantıda aynı konular gündeme gelirse yine itiraz ediyor ve tartışıyorum. Eve dönünce acaba unuttuğum, atladığım bir şey mi var diye aynı konuya tekrar bakıyorum. Bu şekilde aynı konuya defalarca baktığım olmuştur.
Tabi bir süre sonra insan pes ediyor. Çünkü karşınızda kitaplar değil birileri konuşuyor. Olacaksa kitaplar veya daha geniş tabirle ana kaynaklar kıstas olmalı, yanlış görüşleri söyleyen kişilerin beyinleri değil.
Sosyal medya üzerinden de bazen arkadaşlarla tartışırız. Söylediğim sözün, beyan ettiğim görüşün kaynağına kadar bildiririm, ama ne hikmetse çoğunlukla başarısız olurum.
Maalesef geldiğimiz nokta burası. Bir hayal kırıklığıyla Allah’a dua etmekten başka çıkar yol yok gibi. Ve diyorum ki: “Allah’ım, bu toplumda dini iyi bilen alimlerin sayısını artır, bildiğini sananların sayısını azalt!”