eğitim,öğretim,terbiye,talim,Meb,Üniversite,öğrenci,öğretmen,muallim,öğretim üyesi,maarif,aile,
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Ankara
Hafif Yağmurlu
7°C
Ankara
7°C
Hafif Yağmurlu
Perşembe Karla Karışık Yağmurlu
4°C
Cuma Açık
3°C
Cumartesi Çok Bulutlu
4°C
Pazar Yağmurlu
4°C

Yunus Vehbi YAVUZ

1944’de Trabzon/Çaykara/Akdoğan Köyü’nde doğdu. İlk dinî bilgiler ile Temel İslâmî ilimleri babası merhum âlim, zâhid müderris Hacı Hasan Râmî Yavuz Efendi’den aldı. Onun özel derslerine katılarak Osmanlı medrese geleneğinde yer alan dersleri okuyarak icazet aldı. Yazarın daha sonraki tahsil hayatının kronolojisi şöyledir: 1957: İlkokuldan diploma aldı. 1966’da Trabzon İmam Hatip Lisesini dışarıdan bitirdi. 1962-1977: Diyanet İşleri başkanlığına bağlı olarak vaizlik görevi yaptı. 1971: İstanbul Y. İslam Enstitüsünden mezun oldu. 1977: Bursa Yüksek İslam Enstitüsü fıkıh asistanlığına atandı. 1983: “El-Mebsût’a Göre Tatbikatta Hanefî Müçtehitlerinin İçtihad Usulü” konulu tezi ile kendisine doktor unvanı verildi. 1987: Doçentlik unvanı verildi. 1994: Profesörlüğe yükseltildi. Müellifin çeşitli dergilerde ve gazetelerde çok sayıda makalesi yayınlandı. Ansiklopedi maddeleri yazdı. Bir çok sempozyum düzenledi ve değişik sempozyumlara tebliğ sunarak ve müzakereci olarak katıldı. Alanı ilgili konferanslar verdi, çeşitli panellere ve tartışmalı toplantılara katıldı, medyada düzenlenen programlara katıldı. “İslam ve Hayat”, “Toplum ve İslam” konulu TV. Programları yaptı. Çeşitli gazetelerde yazılar yazdı. 1994-196 yılları arasında Malezya İslam Üniversitesinde “Vahye Dayalı ve İnsanî Bilgiler Fakültesinde” alanı ile ilgili olarak lisans ve lisansüstü düzeyinde dersler verdi, bazı tezler yönetti ve konferanslar verdi. Yazarın, bugüne kadar telif ve tercüme yolu ile yayınladığı kitapların sayısı 40 civarındadır. Toplam hazırladığı kitaplar 50’diyi aşmaktadır. Yazar tüm eserlerini yeniden gözden geçirerek gerekli inceleme ve eklemeleri de yaptıktan sonra yayınlamaya çalışmakta, bu yoldan birikimlerini toplumu ile paylaşmak azmindedir. Bursa’da faaliyet gösteren Kur’an Araştırmaları Vakfı’nın da kurucuları arasında yer olan müellif, otuz 35 yıla varan akademik hayatını resmen tamamlamış olup emekli edildikten sonra da fahri olarak Yüksek Lisans ve Doktora öğrencilerine özel olarak dersleler vermektedir. Evli ve beş çocuk babası olan yazar okuyucularından dua beklemektedir. Eserlerinden Bazıları Şunlardır: 1. İslam’da Zekât Müessesesi 2. Hanefi Mezhebinde İçtihad Felsefesi 3. İslam’da Düşünce ve İnanç Özgürlüğü 4. İslam Hukuk Metotdolojisinde İstihsan ve İcma’ 5. Çalışma Hayatı ve İslam 6. Bir Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak Zekât 7. Kur’an’da Kadın Hak ve Özgürlüğü 8. İslam Hayat Prensipleri 9. Çağdaş Fıkıh Problemleri 10. Mukayeseli İslam Hukuku 11. Cuma Namazı 12. İbadetlerin Hikmetleri 13. Müslüman’ın İbadet Hayatı 14. Müslüman’ın Günlük Hayatı 15. Peygamberimizin Namaz Kılma Şekli (Elbanî’den tercüme) 16. Sahih Hadislerden Seçmeler (Tercüme) 17. Müslüman’ın Bir Günü 18. İki Cihanda Kazanmak İçin: ÇALIŞMAK, ÇALIŞMAK, ÇALIŞMAK

    Aklı Dinde Kullanmak

    Makalemizin esas can alıcı noktası, “Aklı dinde kullanmak caiz midir? Caiz ise ne ölçüde kullanılır?” sorularının cevabıdır. Bunların cevabını verebilmek için, teklifin şartlarından birinin akıl olduğunu düşünmemiz yeterlidir. Aklı olmayan dinin hitaplarının dışındadır. Hatta bir hadiste “Aklı olmayanın dini de yoktur.” denilmiştir. O halde dinin temelinde akıl yatıyor. İman aklı gerektiriyor, ahlak aklı gerektiriyor, bilim ve teknik aklı gerektiriyor, dini anlamak aklı gerektiriyor. Özellikle dinin hitaplarını anlamada ve mesajlarını algılamada akıl olmazsa olmazdır.
    O halde, “dini anlamada akıl nasıl kullanılacaktır?” Bugün Müslümanların en önemli sorununun bu olduğu açıkça görülmektedir. Dini anlamak iki şekilde olur: biri öncekilerin anladıklarını anlamak, diğeri bugün anladıklarımızı anlamak. Önceki âlimlerin anladıklarını anlamak, dini anlamak değil, belki öncekilerin dinden ne anladıklarını anlamaktır. Bunun için iki şey gerekir: ya öncekilerin asrını günümüze getirmek yahut günümüzü öncekilerin asrına götürmek. İkisini yapmak da imkansızdır. Öncekilerin asrını günümüze taşımaya çalışsak bile iki şeye ihtiyaç vardır: ya o asrın şartlarında olduğu gibi yaşamak yahut coğrafyayı değiştirmek. Çünkü dinimizi anlamak aynı zamanda coğrafya ile de ilgilidir. Aynı coğrafyada bulunsak bile teknik şartlar değiştiği için bire bir eski zamanı yaşamak mümkün değildir. Türkiye’de yahut Sibirya’da yahut Avrupa’da yaşayanların Medine toplumu gibi yaşamaları hayatın imkansızlaşmasına sebep olur. Esasen dinimiz bizden böyle şeyler istemiyor. Şeklen çöl kıyafeti giyilse de gerçekten din yaşanmış olmaz. Çünkü İslam’ın şekil şartları ile fazla ilgilenmediğini biliyoruz. O halde, din ne ise onu akletmek ve aklımızı bu noktada kullanmak gerekir.
    Dini anlamada akıl özgür olmalıdır. Fakat bu özgürlük sınırsız değildir. Aklı dinde kullanmak zorundayız, yoksa dinimizi anlayamayız, onu yaşayamayız. Aklımızı ne kadar kullanmalıyız? Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Ali, Hz. İbn Mes’ûd, Hz. İmam Azam, Hz. İmam Malik, Hz. İmam Şafiî aklı nasıl ve ne kadar kullanmışsa biz de o kadar kullanmalıyız. Bugünün sorunu, dini anlamada bu sayılan önderlerin usulünü mü yoksa füruunu mu kullanmak? Yani yaptıklarını mı almak, yoksa metotlarını mı almak? Eğer onların füruunu kullanmayı esas alırsak bu, hayatın motoru olan fıkhı dondurmak, dolayısıyla hayatı durdurmak olur. Bugün biz bunu yapamayız. Ya ne yapmamız gerekir? Onların usulünü kullanmamız gerekir. Usuller de bellidir. Usul-i fıkıh ilmi çerçevesinde geniş bir şekilde yer alan içtihat usulünü alıp kullanmalıyız. Eskilerin usulünü kullanırsak kendi aklımızı kullanmış oluruz, füruunu kullanırsak onların aklını kullanmış oluruz; fakat kendi aklımızı kullanmış olmayız. Eskilerin aklettiklerini öğrenerek, sorgulayarak lazım olanları alıp gerekli olmayanları tarihe bırakmak bizim görevimizdir. O zaman “aklı ne kadar ve nasıl kullanmalıyız?” sorusunun cevabını vermek kolaylaşmaktadır. Müçtehitlerin kullandığı gibi, onların kullandıkları kadar dinde aklı kullanmalıyız. Yoksa değişen şartlarda İslam’ı anlamamış, başka fasit ve sapık anlayışlara kapı açmış oluruz.
    Ülkemizde bazı akademisyenlerin aklın dinde sınırsız kullanılmasına meyyal oldukları görülmektedir. Bu gibi zatların Batı rasyonalizminden etkilenmiş oldukları anlaşılmaktadır. Bu onların tercihidir; fakat İslam alimleri aklı, naslarla yani Kur’an ve sahih sünnet metinleri ile sınırlandırmışlardır. Değilse din dağılır, herkese göre bir din ortaya çıkar; diyanet çığırından çıkar.
    Batıda ortaya çıkan Rasyonalizmde bilginin kaynağı akıl olup alanı sınırsızdır. Bu anlayışta vahyin yeri yoktur. Dolayısıyla peygamberlere inanmak da söz konusu değildir, çünkü akıl hakikate erişmek için yeterlidir. Bu anlayıştaki bir zat bir ömür verir, bir hakikate ya ulaşır yahut ulaşmaz. Bütün gerçekler ulaşmak için asırlar gerekir. Bunda da hakikate ulaşma garantisi yoktur. Oysa toplum yürüyecek sağlam bir yol arıyor, o yolu da Allah vahiy ile bildirmiştir.
    Batıdaki aydınlanma hareketi, karanlıktan çıkmak ve kilisenin taassubundan kurtulmak için ortaya çıkmıştır. Batılılar akla, aydınlanma dönemindeki çabalarla ulaşmışlardır. Çünkü o çağda akıl dışlanmış, bilim ve alimler mahkum edilmişti.
    İslam dünyasındaki akılcılığın rasyonalizmle bir alakası yoktur. Bizim söz konusu ettiğimiz husus, yani aklın serbest bir şekilde kullanılması düşüncesinin de rasyonalist aklı ile alakası yoktur. İslam dünyasında ve Müslümanlarda aklı kullanmak sınırlıdır. Akıl her şeyin gerçeğine ulaşamaz; mutlak anlamda doğruları bulamaz. Asırlardır ortaya çıkan tecrübelerden sonra bazı bilgi ve bulguların yanlış olduğu ortaya çıkabiliyor. Benim çocukluğumda köyde hastalanan ve ateşlenen herkese penisilin iğnesi vurulurdu, hem bunu sivil sıhhiye adamları (iğneciler) vururdu. Sonradan bunun zararlı olduğu anlaşılmış, penisilin sadece belli kimselere kontrollü bir şekilde vurulmaya başlanmıştır. Oysa din, her gün insanların ihtiyaç duydukları çözümleri, kullanacakları değerleri gösteriyor. Yaşayan insanların din kuralları ile kendilerini düzenlemeye şiddetle ihtiyaçları vardır.
    Şu hususu bir defa daha teyit etmekte yarar vardır. Müslümanların akletmesi ve akılcılığı, Kur’an’ın açık nasları ve sahih sünnetle sınırlıdır. Nasların bulunduğu yerde dini alanda akıl ile hüküm çıkarmaya çalışmak caiz değildir. Akıl yürütülecek alan nasların dışındaki geniş alandır. Naslara dayalı hükümler Kur’an’ın bütününe göre sınırlıdır. Kur’an’da 300 civarında hüküm taşıyan ayet vardır. 500 civarında hüküm taşıyan da hadis bulunduğunu düşünürsek, geride kalan alan aklın alanıdır. İşte asırladır Müslümanların girmedikleri alan bu alandır.
    Yüce dinimizde kullukla ilgili bilgileri üç kategoride mütalâa edebiliriz: imanla ilgili bilgiler, ibadetlerle ilgili bilgiler, ahlakla ilgili bilgiler. Bu alanlarda akıl yürütülerek bir değişme ve gelişmeden söz edilemez. Fakat bu üç alanın dışında kalan hayatla ilgili bilgi alanında aklı serbest bir şekilde kullanarak işleri düzgün yürütmek için aklı kullanmak, daha başka bir ifade ile beyni çalıştırarak bilgi ve düşünce üretmek farzdır. Bu bilgi üretme şekline fıkıh usulü ilminde içtihad denilmiştir. Usul alimleri bu konuda şunu söylemişlerdir: “Her asırda bir müçtehit yetiştirmek farzdır.” Bugün bu görüşü biraz daha geliştirmek gerekir. Bir müçtehidin, İslam dünyasının sorunlarının üstesinden gelmesi imkansızdır. Dolayısıyla günümüzde bir müçtehit yetiştirmek yetmez, belki “her asırda onlarca müçtehidin yetişmesi farzdır” dememiz lazımdır. Nüfus çok artmış, olaylar katlanarak büyümüş, coğrafyalar değişmiştir.
    Müçtehid yetiştirmeyi sadece dini alana hasretmek de kanaatimizce isabetli değildir. Bilgi ve teknoloji üretecek, tıp alanında insanları tedavi edecek, askeri silahlar üretecek, hayatın her alanında bilgi ve düşünce üretecek alimleri yetiştirmek de farzdır. Bunu yapanlar da müçtehitlere dahil olmalıdır. Biz bu teknolojiyi üretecek bilim adamlarını da müçtehitlerden sayıyoruz. Bunu yapmak bugün ümmet üzerine farzdır. Bugüne kadar yapılmayan çalışmaların yeniden yapılması ve toplumun güçlenmesine katkıda bulunulması farzdır.
    Kısaca; İslam’ı hayata indirgemek için gerekli olan, fakat gerçekleştirilmesi çok kolay olmayan bilimsel çalışmaları yapmak farzdır. Asırlarca Müslüman kafalar tarafından ihmale uğramış olan alanlara yönelerek üretime ulaşmak için kullanılacak tek şey vardır, o da akıldır. Anacak bu akıl noktasında da birkaç söz söylememiz gerekir. Kanaatimizce akıl diye mücerret bir cevher, manevi bir nesne yoktur. Belki iş üretecek, düşünce üretecek beyin vardır, üretim yapmak için beyni çalıştırmak vardır. İnsanlar asırlardır beyni çalıştırıp üretim yapmaya akıl adını vermişlerdir. Kur’an bunun için “akletme” tabirini kullanıyor. Bizim akletmeye çok ihtiyacımız vardır.
    Şimdi dönüp kendimize bir bakalım: Asırlardır başkasının kafasını kullananlar yanı akletmeyen bizler, günümüzde çok hızlı bir şekilde gelişen ve değişen hayatın problemlerini nasıl çözebiliriz? Eskilerin aklettikleri ile yetinmek bugünkü hayatı yok saymak ve reddetmektir, hayattan hızlı bir şekilde kopmaktır. Müslüman’ın hayattan kopması aynı zamanda dinden kopmasıdır. Bu da şimdi yaşamıyor olmakla eşdeğerdir. Kim telefonu kullanmayı, motorlu taşıtlara binmeyi, buzdolabını, elektriği kullanmayı, evde sıhhi tesisat bulundurmayı reddedebilir? Bizim sorunlarımızı Batılılar çözmez, çözemezler, belki bozmaya ve daha da karmaşık hale getirmeye çalışırlar. Müslümanlar olarak bizim akla karşı çıkmamız kendimizi inkâr etmektir. Batılılar, Müslümanların kendi olaylarında kendi akıllarını kullanmamaları için çaba harcıyorlar, onların aklını kullanmamızı istiyorlar. Akla karşı çıkarak biz de onlara yardımcı olmamalıyız.
    İnsan ruh ve bedenden ibaret, evrendeki en mükemmel bir varlık olduğu gibi, İslam fıkhı da vahiy ve akıl karışımı muazzam bir bilgi hazinesi ve kültürdür. Fakat fıkıhta, özellikle Hanefî fıkhında akla dayalı meseleler vahye dayalı meselelerden çok daha fazladır. Fıkhın muhtevasının ancak %4-%5’i naslara dayalı görünmektedir. Gerisi akla, yani içtihada dayanmaktadır. Bunlar akıl ile ortaya konan meselelerdir. Fıkıhta vahyin bulunmadığı meselelerde aklın temel yapıldığı ve buna göre meselelerin vazedildiği görünmektedir. Esasen işin daha derinine inilirse, vahyin anlaşılmasında da akıl devrededir. Ancak akıl, açık nas bulunan vahye dayalı hükümlere müdahale etmekten uzaktır. Fıkıhta “Nass olan yerde içtihada cevaz verilemez.” ilkesi hakimdir. Ebû Hanife’nin en az 63000 meselede içtihatta bulunduğu rivayet olunmaktadır. Bu çok çarpıcı bir tablodur. Ebû Hanife’nin, aklı dinin füru’ kısmında çok ileri boyutta kullandığını göstermektedir.
    Şayet akılın dinde kullanılması söz konusu olmasaydı birden çok mezhep ortaya çıkmaz, belki insanlar tek bir anlayış etrafında toplanırlardı. Bu durumda bir kişinin yorumları putlaştırılmış olurdu. Fakat öyle olmadı. Akıl serbest bırakıldı, taklide karşı çıkıldı. Mezhepler ve tasavvufi ekoller de aklı kullanmaktan, serbest yorumlar yapmaktan doğmuştur. Ebû Hanife’nin şu sözü meşhurdur: “Onlar da adamdı, biz de adamız.” Yani bizim gibilerin içtihatları bizi bağlamaz.
    İslam’ın hayatta uygulanmasında, aklın serbest bırakıldığının örnekleri çoktur. Hz. Ömer kendi içtihadı ile değil, çoğunluğun, diğer görüş sahiplerinin görüşleri ile amel ederdi. Ebû Hanife, sorgulamaksızın kendi görüşlerini almanın hiç kimseye helal olmadığını ısrarla tembih etmiştir. Nitekim öğrencilerinin içtihatlarını hoşgörü ile karşılamış, onların da müçtehit yetişmelerini sağlamıştır.

    İyi yayınlar.

    Yazarın Diğer Yazıları
    Yorumlar

    1. Abdurrahman Yalnız dedi ki:

      Laikliğin etkisini konuşmalıyız, aklımızı kullanmamızı Batılılar istemiyor ifadesi çok muğlak kalıyor. İslâm’ın hayatın her alanına ilişkin görüş ve hükümleri olduğu, İslâm’ı kültür düzeyinde tanıyan bir kimsenin bile kabul edeceği bir gerçektir. Ama İslâm faize alternatif sistem ortaya korsa, trafiğe müdahale ederse, kaskoyu “iyi”leştirecek olursa, mesela kapitalizmin çanına ot tıkayabilirse, insanı Rahmanî yola sokabilir de güzelleştirirse… ilahir, bu mevcut sistemin kabul edebileceği birşey midir? Bu sistem engelini aşmak mı öncelikli yoksa içtihadın kendisi bundan bağımsız olarak öncelenmeli mi? Belki de ikisi de birbirini besleyecektir ama sorunu sadece Müslümanların akla karşı olduğu ve müçtehide ters baktıkları şeklinde düşünmemeliyiz kanaatindeyim. Yine de makaleniz bunları düşünmeye yol açtığından teşekkürler hocam.
      Binek araç zekâta tabi değil ama hangi binek araç? 200 bine de, iki milyona da, 12 milyona da binek araç var. Abs (frende tekerin bloke olmasını önleyen sistem) ‘li bir araca binmenin, emniyet kemerini koltuğa değil kendine bağlamanın hükmüne değinmeyen bir fıkıh, hangi sorunumuza çare oluyor ki?