Abdülbaki DEĞER
Bilindiği üzere 2021 yılı, Yunus Emre’nin vefatının 700. senesi vesilesiyle “Yunus Emre ve Türkçe Yılı” olarak ilan edilmişti. 26-27 Kasım tarihleri arasında Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesi’nde geniş katılımlı bir Türkçe Şûrası gerçekleştirildi. Şura’da dilin pek çok boyutunun ele alındığı oturumlar yapıldı, her oturumda önemli isimler sunumlar yaptılar. Sunumların kayıtları Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesi’nin ‘YouTube’ kanalında erişime açık olduğu için oturumların içeriğine ilişkin bir değerlendirme yapma gereği duymuyorum. Arzu edenler içeriklere belirttiğim adresten doğrudan erişebilirler.
Diğer taraftan oturumların büyük bölümünü izleme şansına sahip olan birisi olarak Şûra vesilesiyle edindiğim izlenimlere ilişkin çok genel birkaç hususun altını çizmekte yarar görüyorum. Birincisi, kelimenin gerçek anlamıyla ‘Türkçe’ye, ‘dil’e ilişkin konuşmamız, tartışmamız. Bu mevzuda konuşma, tartışma zaruretimiz ortada. Nitekim dünyada eşi benzeri olmayan bir tarihsel süreç yaşadığımız için ister istemez bu tip bir tartışmamız genel olarak mevcudiyetini koruyor. Ancak bu konuşmanın, tartışmanın niteliği çok önemli. Çünkü zamanla dil tartışmamız/konuşmamız bir tür ideolojik-politik aidiyetin yansımasıyla sınırlı bir hâl aldı. Siyasal mühendisliğin bir parçası olarak kültür ve medeniyet dünyamızın en temel taşıyıcı unsurlarından ‘dil’e müdahale, şüphesiz sadece tarihi-kültürel sürekliliğin kopuşu anlamına gelmiyor. Aynı zamanda düşünce-kültür hayatımızın istikrarsızlaşması, köksüzleşmesi anlamını taşıyor. Ancak bu öldürücü darbeye yönelik konuşmamızın/tartışmamızın ‘dil’i sıhhate kavuşturma noktasında yapıcı bir hüviyet kazanamadığı, bugün de devam eden kan kaybını durduramadığı görülüyor. Dolayısıyla toplumun hafızasızlaşmasına yol açan müdahale karşısında ‘dil’e ilişkin konuşmamız ciddi oranda bir yakınma, bir şikâyet görünümünden kurtulabilmiş değil. Şüphesiz bu, ‘dil’e yapılan operasyonun büyüklüğüyle de ilintili. Ancak operasyonun büyüklüğü aynı zamanda sorumluluğun büyüklüğüne ve bulunması gereken çözümün de aciliyetine işaret ediyor.
İkincisi ise biraz daha geniş anlamıyla ‘Türkçe’yi, ‘dil’i konu ettiğimiz ‘dil’in kendisini de konuşmamız, tartışmamız gerekliliği ile ilgili. Bizi de içine ele alan küresel dünyanın egemen dili. Bu dilin niteliği bizi ne tür açık ve gizli yönlendirmeler üzerinden etkilediği hususu. Bu husus da açık ki; tarihimizin belirli bir noktasında muayyen bir takım amaçları gerçekleştirmek üzere seferber edilen ‘dil oeprasyonu’ kadar ciddi ve önemli
boyutlar taşıyor. Zira örtük yönlendirmeleriyle, karşısında teyakkuzda bulunmamızı zorlaştıran olağan akışıyla egemen olana eklemlendiren, onun mantığını, kurgusunu içselleştiren dönüştürücü, ifsat edici etkide bulunuyor. Bir anlamda hayatla kurduğumuz ilişkiyi yeniden yapılandıran bu dil; devlet-toplum ilişkisinden insan tabiat ilişkisine, çocuk yetiştirmemizden düşünme biçimimize varan bütüncül etkisi nedeniyle bizi başkalaştırıyor. Bütün bu süreçler içerisinde etki etme kapasitesi son derece sınırlı adeta tüm hayatiyeti bir tür yakınma olan var oluşumuzun dirençli, kurucu, aktif bir nitelik kazanması hayati önem taşıyor.
Bu vesileyle değinmemiz gereken bir husus da bu tarz etkinliklerin sivil girişimler üzerinden yapılıyor olmasının hayati önemidir şüphesiz. Türkiye Yazarlar Birliği, Dil ve Edebiyat Derneği gibi sivil yapıların girişimiyle Akara Sosyal Bilimler Üniversitesi ve Yunus Emre Enstitüsü işbirliğinde gerçekleştirilen faaliyet, meselelerini bürokratik okumalarla ve müdahalelerle çözüme kavuşturma yanılgısında seyreden mevcut gerçekliğimiz açısından da çok önemlidir. Türkiye’nin güçlenmesi ancak toplumun ve toplumun hayati bileşenleri olan sivil yapılarının güçlü olmasıyla mümkündür. Devlet üzerinden toplumu güçlendirme faaliyetlerinin toplumu bitap düşürdüğü hatta toplum olmaktan çıkardığı şeklindeki ağır bedelleri yaşayarak öğrenenler için bu tarz bir girişimin bu tarz bir gündemle hayat bulması nasıl büyük önem ve anlam taşıdığı izahtan varestedir.
Bu açıdan baktığımızda önümüzde pek çok sorunumuzdan çok daha büyük kök bir sorunumuz var ve bu sorun ‘dil’ sorunudur. Nitekim Şûra da bu gerçekten hareketle gerçekleştirilmiştir. Modernleşme sürecimiz bir tür var oluş krizine girdiğimiz tespiti üzerinden başka bir çözüm, bir dil arayışı olarak yaşanmıştır esasında. Bu sürecin radikalleştiği bir evrede maruz kaldığımız ‘dil operasyonu’ ise sosyal-kültürel insicamımızı büsbütün bozmuş ve bizi bunalımlı, buhranlı bir alt üst oluşun girdabına sürüklemiştir. Hâlen içinde sürüklendiğimiz bu girdaptan çıkış için bir niyetimizin, arayışımızın müşahhas bir göstergesi olmuştur şûra. Bu vesileyle emeği geçenlere teşekkür ediyor, konuya ilişkin hassasiyetin de gelişmesini, derinleşmesini ve yayılmasını diliyorum.
Abdülbaki Değer